Sosyal ve siyasi olayların yerleri, bağlamları vardır. Bu dış etkenler siyasi seçimleri veya bilimsel düşünceleri belirleyecek olan şartları ortaya koymaktadır. Her bir dönem kendi alanında ve kendi bağlamında değerlendirilecek niteliklere bağlı olarak çalışmak zorundadır. Bu bakımdan değişen koşullar ile değişen fikirlerin, felsefi yaklaşımların, siyasi tavırların ve de kararların oluştuğu zamanlar söz konusu olmaktadır. Her bir zaman birimi kendi koşullarını yaratmakla yükümlü olduğundan dolayı bu koşullara bağlı olarak düşünceler ve siyasi tavırlar ortaya konulabilmektedir. Bağlamlar değişime uğradıkça fikirler de tıpkı doğaya ait buluşların tasnif etme kuralları gibi değişime uğramaktadır.
Çağdaş sanatlarda da benzer şekilde bir hareket ve düşünce gelişmiştir. 1940'lı yıllarda Clement Greenberg ve Harold Rosenberg'in savundukları ve nerdeyse yirmi yıl boyunca savunmayı sürdürdükleri "eylem ve hareket üzerine kurulu olan bir pentür" sanat düşüncesini 1970'li yıllarda başka bir bağlama yerleştirmiştir. Eylem üzerine kurulu olan resim yapma tekniği desen yapmayı bırakıp, pentürden bir desen yapma biçimi ortaya koyduğunda, mesela, Jackson Pollock'un resimleri ortaya çıkmıştı. Bu akım Amerikan Soyut Ekspresyonizmi olarak kabul edildiğinde, Amerika Birleşik Devletleri savaş sonrasında nerdeyse bu akımdan milli bir sanat ortaya çıkarmayı başarmıştı. Devlet yatırımlarının sanatta iyi sanatçılara dokunması demek kamusal alanda olmakta olan ve sanat eleştirmenleri tarafından ileri sürülmekte olan çizgiyi takip etmesi anlamına gelmekteydi. Bu çizgi, başında, kendi kökenlerini Avrupa sanatından ve Pollock söz konusu olduğunda direkt olarak Sürrealizm akımından almış olsa bile bunu "Amerikalılaştıran" sermaye ve devlet ittifakı sanat tarihinin başka türlü yazılmasına katkı sağlamıştı.
1970'li yıllara gelindiğinde ise sanat eleştirmeni C. Greenberg'in yanında yetişen başka bir sanat eleştirmeni ve teorisyeni Rosalind E Krauss'un sanata başka bir türlü yaklaşmasıyla birlikte, bilhassa Paris'te okuyan ve Fransız filozof Maurice Merleau–Ponty'nin eserlerini ve konferanslarını izleyen Krauss'un arkadaşı Annette Michelson'un da etkisiyle, Minimalistlerin sanata bakışı Amerikan Soyut Ekspresyonistleri'nin önüne geçmeye başlamıştı. Kavramsal ve Minimalist sanat dile ve sürece eserin bitmiş halinden daha fazla önem vererek desenleri düşünce süreci olarak ortaya çıkarmıştı. Bu yıllarda Amerikan sanatı, 1950'lerın Fransız felsefesinin etkisiyle, 1960'ların başında Merleau-Ponty'nin Algının Fenomenolojisi kitabı Amerikancaya çevrilmesiyle başka bir bağlama yerleşti. Beraberinde Fenomenolojik yaklaşım, böylece, Amerikan Minimalizminin yeni okumasını ortaya koymuştu.
Ian Wilson, A discussion in context in an exhibition
R. Morris Lead and Felt, 1969
L. Weiner / To see and be seen - 1972
Ayrıca Yapısalcı antropolojiyle birlikte sanat eserinin kendi iç kaliteleri (malzemeleri) değil, ama bağlamında ilişkiye girdiği diğer nesneler ve seyirciyle birlikte düşünülmeye başlaması, nesne merkezli bakışı ve de teatralliği meşrulaştırmıştı. Bir dönem evvel Minimalizme ve onun nesne merkezli ve konusuz yaklaşımına karşı çıkan bakış, yerini Krauss'un bakışına çevirmeye başlamıştı. Sanat; otonom bir alan olarak değil (Greenberg), ama tersine otonomisini kaybeden heteronom alanın içindeki bağlamında anlaşılır hale geldi.
Benzer bir yaklaşımı, bugün sanat alanında olduğu kadar siyaset alanında da aramak yanlış olmayacak kanısındayım. Sanatlarda Türkiye çağdaş sanatı 1990'larda bir dönüşüm geçirmişti. Bu sefer, sanatın felsefi ve sosyolojik bileşkesi Fransız Yapısalcılık-sonrası düşüncesine dayandı. Sanatın otonomisi ve malzeme kaliteleri yerine, sanatın bağlamındaki diğer insanlar ve nesneler ile olan ilişkisi önem kazanmaya başladı. Kavramsal bir bakış ve malzemeler, sanatta yer edinmeye başladı. Sosyoloji ve felsefe sanatın yeni bileşkesini oluşturmuştu. Bu yaklaşımla yapılan 1990'lı yılların sergileri siyaset ve sosyoloji alanında yazanların da ilgi odağı olmaya başlamıştı. Bu süreç daha sonra 2000'li yılların içinde ekonomiye doğru kaydığında, sanat değil sanatın ekonomik değerleri konuşulmaya başlandı. Koleksiyoncular bu bağlamda çoğaldılar.
Siyasi bağlam, tıpkı sanatın bağlamları gibi değişime açıktır. Bazı zamanlarda entelektüel veya siyasi kararlar o bağlamda geçerli olup, bağlam ve siyasi kararlar değişikliğe uğradığında değişmeye mecburdur. Bu mecburiyet dogmatik olarak işlemesi mümkün olmayan bir düşünceyi siyasete ve sanata taşımaktadır. Bu bakımdan bağlamların değiştiği zamanlarla başka bağlamların siyasi bakışını karıştırmak çok hatalı olduğu kadar bilimsel olarak da sakat bir bakışa yaslanmış olacaktır. Nasıl "iyi sanatçı" ve "iyi olmayan" sanatçı varsa, siyasi olarak da kendi bağlamını iyi değerlendiren ve değerlendiremeyen siyaset adamları ve entelektüeller vardır. Bu her zaman bu şekilde, tarih boyunca, işlemiş gözükmektedir. Bir zamanların söylemini ilelebet sürdürmeye kalkmak bağlamın yeni koşullarının yok sayılması anlamına geleceğinden, siyaset alanında insanların veya adlarına seçmenler olarak bakabileceğimiz kitlelerin de bu değişime ayak uydurmaya başlayacağını tahmin etmek zor değildir. Bu her zaman için bir dönüş veya döneklik olarak kabul edilemeyecek kadar gerçeğe bağlı bir tavır olarak analiz edilmiştir. O bakımdan, kararlarını değiştirmek de olağan ve insanidir. Sadece insani değil, siyaset analizi yapanların her zaman dikkatini çeken bir davranış tarzıdır.
Önemli gibi duran bağlamların değişip değişmediğini görmek olacaktır. Analizi yapmak ve analizi bir araştırma alanına uygulamak ise, tarihçilerin de yardımıyla, bugünkü söylemi entelektüel bakışa yerleştirmekle mümkün olabilecektir. Biliyoruz ve herkes de biliyor ki "dökme suyla değirmen dönmez"! İdeolojilerin, o anlamda, uzun vadede her zaman başarısızlığı söz konusudur. İdeoloji bilimsel olan bakışın yerini almakta daima çok zorlanmaktadır. Değerlendirmesi herkese kalmış.