24 Ekim 2022

Liyakat üzerine

Bugün aşırı sağa doğru yönelen ülkelerin seçmenlerinin seçimi, siyasette sorgulanması gerekenler arasında liyakatin nasıl sağlandığı sorusunu göstermekte değil midir? 

Türkiye’de başka ülkelerde olduğu gibi liyakatin önemi tartışılmakta. Kimilerine göre iyi okullarda okumak ve buralardan başarıyla mezun olarak hayata başlamak liyakatin ölçütleri içinde durmakta. Bu iyi okullar o kadar önemli bir hale gelmekte ki, buralardan mezun olabilmek için öncelikle bu okullara ve daha sonra da üniversitelere girebilmek gerekmekte. Bir tür yarışma gibi öğrenciler ve ebeveynleri bu yarışın içinde buluyorlar kendilerini. Bir yandan nüfus artışıyla 1980’lerden beri Türkiye’nin nüfusunun ikiye katlanması okullar ve toplumun “yeniden üretimi” açısından önem kazanmaktadır. Fakat kitle eğitimine geçen eğitim kurumlarının elit bir grubu ortaya çıkarması ülke içinde imkânsız olmaya başladığında, dışarıya açılan bir eğitim anlayışı ön plana çıktı.

Burada 1980 öncesinin üniversitelerinin eğitimdeki duraklamaya başlayan ve can güvenliğinin ön planda yer almaya doğru yüz tuttuğu bir süreçte, imkânı olabilen ailelerin çocukları yurt dışında eğitim görmeyi ve hatta daha sonra da yaşamayı seçmişlerdi. Bir yandan petrol krizi olarak adlandırılan süreç sonunda ortaya çıkan sermaye birikim modelinde dünya çapında yapılan bir dönüşümün içinden geçen bir politik ekonomi söz konusuydu, diğer yandan ise bu değişim sürecinin gerçekleşmesi için zorlanan bir siyasetin toplumsal alanı allak bullak eden yapısı söz konusuydu. Bu iki etkenin içinden geçen üniversite dünyası 1981’de YÖK olarak adlandırılan kurumu ortaya koyarak üniversitelerin özerkliğinden merkezileşmesine doğru yol almasını sağladı. Kitlesel bir milli eğitim programı yapıldığında ise, belki okuma yazma oranında artış ve diplomalı insan sayısında istatistiklerde büyük bir yükselme ortaya çıktı, ama bunun yanında kalitenin yerini kantite almaya başladı. Sayısal bir büyüme görünürde başarılı gibi durmakta olsa bile, kalitenin azalması doğal olarak gözüküyordu. Zaten de normal olan buydu. Sayı yükseldikçe kaliteli eleman yerine bir yarışma ortamı içinden gelen öğrencilerin iyi okulları ve üniversiteleri ön plana çıkmaya başladı. 

Dünyanın birçok ülkesinde iyi üniversite veya hatta okul adlıyla anılan yüksek öğretim kurumlarının ikili dinamiğinden geçen öğrencilerin gelecekteki yerleri bu suretle belli olmaya başlamıştı. M.I.T, Harward, Standford gibi yerlerin ABD’deki konumları gibi mesela Fransa’da da “Grandes ecoles” (Büyük okullar) adıyla bürokrat ve teknokrat yetiştiren okullardan (ENA, IEP) mezun olanların siyasi kariyerleri liyakatle baştan belirlenmeye başlamaktaydı. ABD’de Berkeley veya Fransa’da Sorbonne ve Nanterre hatta 1968 sonrası kurulan Paris VIII gibi Fransız üniversiteleri mezunları ise araştırma ve hocalık çizgisini tutturmaya başlayanlardı. Örnekler çoğaltılabilir. Türkiye’de ise bilhassa Boğaziçi ve ODTÜ gibi İstanbul ve Ankara Üniversiteleri hem piyasaya elit grupları çıkartmakta hem de eğitmen kadroları yetiştirmekte. Bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ise eski adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi sanat dallarında sanatçı ve eğitmen yetiştirmekteydi. Ankara Siyasal ise yurt dışı diplomat kadroları için birebirdi.

Bugün 1980 sonrası bir çizgide kaliteli üniversitelerin yanında nerdeyse yüzlerce diye sayılabilecek özel ve devlet üniversiteleri kendi içlerinde ve şehirlerinde, bölgelerinde eğitmen yetiştirmekte olsalar bile sanırım kitle eğitiminin kurbanı olmuş vaziyetteler. Merkezi bir yönetimin kararlarıyla işlemeye başladıktan sonra da artık bu eğitim ve öğretim kurumlarının bırakın elit yetiştirme, normal işleme imkÂnları ortadan kalkmaktadır. Örneklerini bugün yaşamaktayız.

Peki bugün liyakat ne halde sorusunu sormaya kalkarsak? Bu bir tartışma konusu haline gelmeye başlamış durumda. Bilhassa Amerikan üniversitelerindeki vaziyeti inceleyen Michael Sandel’in liyakatin sorunlarını ele aldığı “Liyakatin Tiranlığı” kitabının ortaya koymaya çalıştığı durum üniversitelerin bugünkü halinin eleştirisini yapmakta. Sandel, ABD’de 2016’da, D. Trump’ın seçilmesinden itibaren liyakati sorgulamaya başlamış vaziyette. Böyle davranan bir insanın nasıl Amerika’nın başkanı seçilebildiğini sorgulayarak eleştirisini ele alan Sandel’in yaklaşımına göre bir şekilde ABD üniversiteleri elit yetiştirmekten vazgeçmiş gözükmektedir. Trump’ın seçiminden itibaren sorgulanan liyakat sisteminin bu iyi üniversitelerden mezun olanların nasıl bu rollere gelebildiklerinin sorusunun sorulmasıdır. İkincisi ise Brexit ile birlikte İngiltere’de B. Johnson gibi birisine güvenen nasıl bir seçmen gurubu olduğu sorusudur.

Nedenini ise “helikopter ebeveynler” olarak adlandırılan ve kampüslere özel helikopterleriyle gelenlerin bir kombin bularak çocuklarını bu okullara sokmayı başardıklarının hikâyesidir. Zenginlerin çocuklarını elit yetiştirmeye doğru gitmesini ortaya çıkaran ise 2019 yılında “William Singer vakası” olarak adlandırılmaktadır. Bir danışman şirketi ajansının (Key Worldwide Foundation) bulduğu imkân ile bir “üç kâğıt” ortamında en zenginlerin çocukları olan öğrencilerin yıllarca (2011’den 2019’a) “sahte bir kapıdan” prestijli üniversitelere alınması sağlanmıştır. Kombine göre, zenginlerin finansmanları sayesinde (biri kızının Yale Üniversite’sine girmesi için, söz konusu spor takımının antrenörüne de 400.000 dolar ödeyerek, onun bir spor takımının kaptanı olduğu “sahte belgesiyle”,  bu belgeyi sağlayan bu şirkete 1.2 milyon dolar ödemiş olduğu yazılmakta) çocukları “şans eşitliği” üzerinden olmaktan çok torpillerle ve kendilerinin “iyi sporcu” olduğunu doğrulayan sahte belgelerle (sporcuların fotoğraflarına bu çocukların fotoğraflarını yapıştırarak) bu imkânı yakaladıkları ortaya çıkmıştı. Herkes biliyordu ki burslarda bile sporculuk iyi Amerikan üniversitelerine kabul edilebilmek için bir imkân yaratmaktaydı. Toplumun ileri gelenleri, elitler bu okullardan mezun olarak ilerideki önemli görevlere gelebilme şansını yakaladıktan sonra görevlerindeki başarısızlık popülist söylemlerin ve politikacıların sayesinde artık seçmenlerin gözünde “başarıya” dönüştürülebilmekteydi.

Sosyal Darwinizm eleştirisinden liyakat eleştirisine doğru giden bu sistemin ipliği de pazara çıkarıldıktan sonra; bir başka mesele de bu sefer, “liyakatin haksız yere alınmasıyla birlikte toplumda kaybedenlerin “sınıf mücadelesi” vermekten uzaklaşarak, elitlere karşı düşmanca bir tavır göstermesini sağlayan bir sisteme dönüşmesi olmakta.

Sandel’in saptanasına göre, popülist partilere oy verenlerin artık kaybedenler olması ve siyasetçiyle seçmenin davranış tarzlarının birbirlerine benzer bir söyleme ve davranışa doğru çevrilmesi büyük bir sorun olarak durmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte dünyaya yayılmaya başlayan bu durum, ticari dünyasal bir neo-liberalizm veya bugünkü şekliyle bir “iliberalizm” ile teknokrasiyi ittifaka sokmuş bulunmakta. Sandel’in tespiti ABD’ye baktığında şu şekildedir: “Eğer iyi, yüce ve adil bir Tanrı varsa o zaman dünyanın adaletsizliği bir adaletsizlik değildir” ve “her insan hayatında hak ettiğini bulur”.

Bugün aşırı sağa doğru yönelen ülkelerin seçmenlerinin seçimi, siyasette sorgulanması gerekenler arasında liyakatin nasıl sağlandığı sorusunu göstermekte değil midir? 


Ali Akay kimdir?

Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.

Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 

1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.

Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. 

Yazarın Diğer Yazıları

Açık Radyo yoksa küresel fenomenlerden nasıl haber alacağız?

Doğanın ve atmosferin haberlerini almak için bu radyoya Türkiye’de herkesin ihtiyacı vardır. Bunca ödül almış olan ve neredeyse otuzuncu yılına gelen Açık radyo, adı üstündedir: Vazgeçilemez ki “açık” kalmalıdır

Duyguların dağılımı

Şiddet sadece siyasi alanı değil her yeri sarmaya başladığından dolayı bireyselleşmeye başlayan bir psikoloji söz konusu

Duyguların yapısal oluşumu

Okulların gözden düşürülmesi, kültürün erkek egemen bir şiddeti tasvip etmesi, ahlaki yoksunluk gibi değerlerin doldurduğu boşluk eski ahlaki “kabadayı değerlerini” de yok etmektedir. O zaman “delikanlılık” alışkanlıkları da bırakılarak, basit bir silah ve şiddet eski değerlerin yerini doldurmaya başlar

"
"