Fransız filozofu Michel Foucault'nun en dikkat çeken kitaplarından biri "Deliliğin Tarihi" kitabıydı. Bu kitabın ilk bölümü "Deliler Gemisi" başlığını taşımaktadır. Bu kısımda, daha ilk başta "karanlık ve kıyametimsi" bir dünyadan söz edilmektedir. Bu karanlık, gerçeğin ortaya çıkacağı kara rengin alanıdır. Bir çılgınlık hakimdir; dini inançlardan yola çıkan insanlar, deliler yüzünden kıyametin ve fenalığın dünyasına gidilmekte olduğu iddia etmektedir. Delilerin varlığı ile dünyanın felaketi arasında bir koşutluk ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bir cinnet meselesi ortaya atılmaktadır. Bu kelime uzun zamandan beri "cinnet toplumu" olarak adlandırdığım (2018-2019) ve T24'teki yazılarımda ele aldığım konunun, bu sefer Oya Baydar'ın da söz ettiği toplumsal bir durum olduğunu, onun T24'te yazdığı yazısında da fark etmiş oldum.
"Cinnet toplumu" olarak bakılan günümüz toplumlarının vaziyeti, bana göre, karanlığa doğru yüzünü dönmüş ve karanlıktaki gerçeği ıskalamış, umudunu kaybetmiş, günü gününe yaşamaya başlayan bir toplum biçimidir.
İlgili yazılarım:
Rizikolarla Yaşam
Olgular ve değerler
Cinnet toplumu üzerine
Rasyonalitesini kaybeden bir ekonomiye eklemlenen davranış tarzları, arzuların ciddi bir şekilde transfer ettiği reaksiyoner bir dünyanın toplumsal biçiminin aldığı bir toplum figürü, orta çağ dünyasının figürlerine dönüşmekte, konularının içine girmeye başlamakta. Bilimsel olana karşı oluşan hareketler kendi içinde heterojen bir şekilde rasyonel taleplerle gayri-rasyonel talepleri birbiri içine girmiş bir şekilde yaşamakta. Talepler arzunun kanalize olduğu noktaları paslandırmakta. Eskimiş bir dünyanın talepleriyle çağdaş dünyanın yaşam biçiminin birbirleriyle girmiş oldukları bağımlılık ilişkilerinde çelişkiler artmış ve hatta çözümsüzleşmeye başlamış gibi durmakta. İki ayrı dünya görüşü değil, çokluğa ait birbirinden farklı talepler kesişmekte ve birbirlerini dışlamaya çalışmakta. Sanki birisinin başarısı diğerlerinin varlığını tehdit edercesine birbirlerine olan husumetin en yüksek noktalarda devam ettiğini izlemekteyiz. Hatta "savaş çığlıkları" dünyanın her yerini sarmış: Libya'dan Mali'ye, Suriye'den Irak'a, Ermenistan'dan Azerbaycan'a, Belarus''dan Rusya'ya ve Gotland'a kadar sadece bugünlerde duyduklarımız. Göçmenler ise bu durumun neticelerini oluşturmakta. Veya hemen bugüne ait olarak bir örnek: ABD seçimlerindeki Trump ve Biden tartışmasının kalitesi düşük hâli ikiye bölünmüş bir çokluğunun toplumsal ruh halini öne çıkarmakta: Cinnet toplumunun.
1990'lardaki "Birlikte nasıl yaşayacağız?" sorunsalının arkasından artık bugün sanki "Birlikte yaşamayı nasıl silebiliriz" şiarı öne çıkmaya başlamış vaziyette ama bu barışı ve dostluğu değil, düşmanlığı ve husumeti körükleyen ve herkese acı verecek yıkımı (nekropolitik) beraberinde getirecek olan bir davranış biçimi olarak durmakta karşımızda ("Maymunlar Gezegeni Muharebesi" filminde bile insanlar ile maymunlar barış içinde birlikte dünyayı yeniden kurmaya çalışıyorlar). Toplumların refah ve güzellik içinde yaşaması, insanların çocuklarını okullarına yollaması, sağlığına bakması, işine gidip gelmesi, ailesini geçindirmesi ve hayattan kam alma üzerine kurulması değil de, asıl olan bunların tam tersiymiş gibi yaşanmakta veya insanların haklarının eşitlenmesi ve dışlananların hepsinin bütünleşebileceği bir toplumsal yapının kurulması üzerine değil de husumet ile "karşı tarafın taleplerini nasıl bertaraf edebilirim" üzerine kurulu bir toplum duyarlılığı yükselmekte. Dünyanın her tarafında yükselen bu duygusal vaziyet, toplumların kendi özgürlüklerini istemek değil, sanki bağımlılıklarını artırmak, sömürülmek arzusuyla bütünleşme karşıtı davranışlar sergilemek için yaşanmakta. Biraz da neo-liberalizmin toplumsal alandaki her türlü dayanışmayı kıran ve kişileri egoistleştiren bireyciliğini de burada unutamayız.
Orta çağ kıyamet tellallığı gibi bir döneme mi girilmekte? Her yerde rasyonel ve bilimsel olanın karşısında duran grupları izlemekteyiz. Amerika'yı "daha büyük kılacak" vaadiyle gelen Trump'un taraftarları olarak adlandırılan grupların "aşı karşıtı ve Korona pandemisi sırasında gittikçe yükselen grupların sesi olarak duran, her yerde seslerini yükselten aşırı sağcı ve ırkçı grupların "özgürlük adına maske takmaya" karşı gösterileri de bu cinnet toplumunun bir parçası olarak durmakta. Ve Trump'ın göreve çağırdığı Proud Boys adlı aşırı sağcı milis grubunun davranış tarzları bir örnek olarak durmakta.
Bu tip tavırlarla ve vurdumduymaz başka grupların ise gençliklerini yaşamak adına büyük gruplar halinde "partilemeleri" "benden sonra tufan" ideolojisine ait olarak adlandırılan davranış biçimleriyle birlikte birbirlerine benzemeyen ama aynı sonuca varan halleri umut kırıcı bir vaziyette "cinnet toplumu" ideolojisiyle örtüşmekte. İdeolojinin varlığı üzerine olan tartışmaları burada bir kenara bırakarak bu son cümleyi yazdım. İstenirse de ideoloji yerine sosyal davranış kodları olarak da bu cümleyi düzeltmek mümkün olabilir. Başka türlü söylemeye kalkarsak, Alman filozof Peter Sloterdijk'ın son kitaplarından biri olan ve Türkçeye de çevrilen kitabının adı bu: "Benden Sonra Tufan". 18. yüzyıl Fransız sarayına ait olan bu cümlenin anlamı bugün artık kendi hayatından başkasını düşünmeyenlerin tavırlarına ve yaşam biçimlerine gönderme yapmakta. Neo-liberalizm mi?
Cinnet zaten korkunun ecele fayda sağlamadığı bir anda gösterilen davranış biçimlerini ifade etmez mi? Gayri-rasyonel olan ise bugün artık imanın bilimin yerine oturmakta olduğu. Korku ve korkusuzluk birbiri içine girmiş vaziyette. Tövbekârlık değil de saldırganlık fazına geçen bir toplumsal durum yaşanmakta sanki! Ve bu yaşam biçimi gittikçe "hoyratlık" veren davranış biçimlerine dönüşmeye başlıyor. Bilge Karasu'nun 1980'den itibaren Türkiye için ileri sürdüğü lafı hatırlarsak, "hoyratlığın kol gezdiği bir toplum içine girilmekte" olduğunun altını çizmişti. O dönemden bugüne ilk anda, demek ki ekonomi-politik, toplumsal ve kültürel (cinsel, cins kimliksel) rahatlamalarla atlatmıştık bu dalgayı. Bugün tekrar ekonomik krizin getirdiği umutsuzluk içinde toplumsal arzu hoyratlık içine girmek üzere kanalize olmakta. Kabalığın ve kaba kuvvetin hukukun önüne geçmeye başladığı "insanın kurdu insan" olarak adlandırılan "sivil durum" öncesine doğru bir doğallaşma var toplumlarda.
Klasik çağın başlarında meydana gelen "toplumsal sözleşme çağına tekrar dönmek mümkün mü?" sorusunu içermeyen yeni bir "doğal ve toplumsal sözleşme"ye doğru uzanabilecek miyiz? Ortaçağ ve Rönesans sonrası toparlanan toplumsal vaziyet mi söz konusudur? Yeniden bir Rönesans yaşayabilecek miyiz pandemi sonrası? Tabii bu aynı şeyin tekrar etmesinden çok "hümanizmanın" veya hatta 1960'ların Yapısalcılık döneminde "anti-hümanizmanın" yeniden düşünülmesi olarak da düşünülebilir.
Gelecek uzun mu sürecek?