İstanbul
29 Ağustos sabahı kalktığımızda gazete haberlerinde de sosyal medyada da İstanbul'un kara bulutlarla kaplı halini gördük. Birkaç gün evvel dünyanın çeşitli yerlerinde hava sıcaklığının rekorlar kırmakta olduğunu okuduk. Daha evvel, unuttuk belki, ama buzulların Grönland'da ve Arktik'te geri dönülemez halde erimekte olduklarını okuduk. Suların yükselmeye başladığını, bazı deniz kenarındaki şehirlerin sular altına kalmaya doğru yöneldiğini takip ettik basından. Tüketim toplumunun sayısız ve dayanıksız ürünlerini üreten sanayi toplumunun atmosfere ve doğaya zarar vermekte olduğunu artık biliyoruz. Nefes alma imkanlarının bile yok olma yolunda olduğunu okuyoruz, izliyoruz ve aynı zamanda sıcaklarda yaşıyoruz. Hayvan türlerinin nefsinin tükenişinin altıncısını yaşamakta olduğumuzu bilim dünyası bize açıklamaya çalışıyor. Biz ne yapıyoruz? Nasıl kararlar alıyoruz, kardeşim? Neden bir türlü akıllanamıyoruz? Anlayamıyoruz? İdrak edemiyoruz. Hâlâ "en kısa yoldan kâr etmeyi" düşünüyoruz? Batırmakta olduğumuz toprakları ve kirlettiğimiz suları ve denizleri hâlâ ideolojik olarak "bizden ve onlardan" diye ayırmaya devam edebiliyoruz? Neden be kardeşim? Yapacak birçok şey varken felaket tellallığı yapan katastrof filmlerini seyretmeye neden hâlâ devam ediyoruz? Denizlerin üzerine düşen şimşeklerin fotoğraflarını "yüce estetiği" olarak sosyal medyada paylaşıyoruz. Sadece ekonomiye değer verir gibi duruyoruz. Ekosistemi kale almayı bile aklımıza getirmiyoruz. Sanki bütün bunlar eskiden, 19. yüzyılda sanayileşmiş Batı toplumlarının tek başlarına ürünleriymiş gibi bakabiliyoruz.
Çelişkilerle dolu bir haldeyiz. Bir yandan ekonomi-politiğin ve zaten ekonominin esiri olmuş neoliberal değerleri sürdürmeye devam eden bir para çizgisini izlemekteyiz. Diğer yandan muhafazakâr ve özgürlüklerin kısıtlı olduğu, kısıtlama çizgisinin nerde olduğu belli olmayan ülkelerde illiberal olarak adlandırılan bir siyaset gerçekleştirilmekte. Ancak; bu kavramın içinde liberal olan ekonomik öğeler devam etmekte. Liberalizmi Amerikan siyaset çizgisi çerçevesinde engellemeye kalkan bir siyaset söz konusu edilmekte.
İvan İllich bir zamanlar "az gelişmiş olarak kabul edilen ülkelerin çoğunda model olarak gelişmiş ülkelerin alındığını yazmıştı. Bu model bizim toplum analizlerinde Batılılaşma olarak ele alındı. Batılılaşma Doğulu bir ülkenin ilerleme ve gelişme çizgisinin modeli olarak öne sürülmekteydi. Ancak, söylentiye göre, Batı ve Doğu toplumsal olarak ayrılmaktaydılar. Bunlar bir yandan coğrafi isimlerdi diğer yandan da siyasi olarak kullanılmaktaydı. Bu gidişatta Batılılaşmayı ön gören Osmanlı ve Türk toplumlarının padişahları, idarecileri, siyasi partileri ve cumhuriyetçileri ilerleme pozitivizmine bağlı olarak toplumu dönüştürmek istencindeydiler. Diğerleri ise, yani, muhafazakârlar olarak kabul edilenler Batı dışı olan, kendilerinin kabul ettiği normları doğru bulmaktaydılar.
Öyleyse bu ikinciler Batı dışı veya hatta Batı karşıtı çizgiyi sürdürmek istencindeydiler. Bugün bu hâlâ devam etmekte. Hatta dünya içinde "dekolonyal düşünce" adı altında çoğalmakta ve hakimiyet bile kazanmaya başlamaktadır. "Avrupa'yı Taşralılaştırmak" adı altında Hintli Chakrabarty'nin tezleri ön planda durmakta. Bunun yanında sömürge sonrası bir vaziyette, göçmenlerin ve mültecilerin Batı'ya yerleşmeleri sürecinde aşırı sağı yukarı taşıyan dinamik de buralardan ortaya çıkmakta ve yandaş bulmaktadır. Aşırı sağ bir yandan "yabancı düşmanlığını" uzun zamandan beri sürdürürken buna bir de "Müslüman" eki eklenmiş vaziyette. Bilhassa ABD'de 11 Eylül 2001'den beri "medeniyetler çatışması" adı altında kültürel ve dini değerleri "çatışma" ve hatta bugün artık "savaş" alanı içine sokmuş vaziyettedir.
Burada en büyük çelişki ise kültürel alandan daha çok modernleşme alanında ortaya çıkmaktadır. Bu da dini olmaktan veya kültürel olmaktan çok daha şehirleşme ile alakalıdır. Bu sorunu ne Batı ne Doğu ne Güney ne de Kuzey çözmüş durumda bugün. Muhafazakâr veya ilerici şehirleşme söz konusu olduğunda başka davranmaktalar. Bilhassa 1950'li yıllardan beri bunu ıskalamış vaziyetteyiz.
Adetler, dini yaşam ritüelleri, ahlak denildiğinde yerel ve milli değerleri öne çıkartmaya başladığımızda söz konusu modernleşme anlamında şehirleşme, binalar, gökdelenler, ormanların tahrip edilip yerlerine maden aramalarına verilen izinler, beton şirketleri, inşaat şirketleri olduğunda ise modernleşmeyi en yakından takip ederek, Batı'nın gökdelenlerine taş çıkaran binalar yapmasını biliyoruz. "Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu"!
Batı bizim için model olmaktan uzak dediğimizde, kendi dini ve ahlaki referanslarımızı veriyoruz. Söz konusu modern yollar, köprüler, barajlar olduğunda en iyisini yapmaya hazır bir vaziyetteyiz. O kadar ki, Boğaz'a rakip bir boğaz daha yapmayı düşünebiliyoruz.
Parkların yerine tüketim toplumunun en büyük silahı olan Alışveriş Merkezleri inşa ediyoruz. Parklarda çocukları kumda oynatmak yerine beton ve camın içinde klimalı havayı teneffüs ettirecek dondurma yeme yerlerini uluslararası markalara teslim edebiliyoruz. Çocukları arkadaşlarıyla sokakta bilye oynamalarını seyretmek yerine otobanları şehirlerin merkezlerine taşıyoruz.
Bütün bunları, Türk Sosyolojisinin ünlü ismi ve ideoloğu Ziya Gökalp yüzünden mi yapıyoruz? O değil miydi Batı'nın medeniyetini alıp da harsını almamayı öngören? Teknoloji ve şehirleşme denilince, modern ve betonlarla çimento harçlarını karıştırıp büyük büyük binalar yapmayı tercih ettiren o muydu? Harsı ise bizim kendi ahlakımız ve adetlerimizden yapacaktık. Ama o bile kapitalize olmuş vaziyette değil mi? Bankalar, faizlerle büyütülen ekonomi, finans teknolojisinin kullanımı, bilgisayarlı bankacılık. Bunlar değil mi insanlar arası iletişimin eski halini yok edip, artık her şeyi bilgisayardan yaptırmayı başlatan. Önce uzaktan alış-veriş, uzaktan seyahat ve bilet alımları ve sonra da sinema ve tiyatro salonları yerine AVM'lerde küçük mekanları biz yapmıyor muyuz? Ve buralara biz gitmiyor muyuz? Hatta AVM yaparak mekânın sahibi sinemaları yok edip de onları en üst katta simülakrlarını yapan da bizler değil miyiz?
Batı denilince söz konusu özgürlükler, insan hakları, Anayasa'ya uyum içinde bir sözleşme toplumu yaratmayı bir kenara bırakıp da bunların bizim tarihimizde yeri olmadığını düşünmek ve teknoloji ve betonları almak bizim çabalarımızla değil mi yine?
Çelişkilisin be kardeşim! Söz konusu ahlak olunca bizim değerlerimiz diyen ve beton ve çelik olunca veya altın madenlerine sıra gelince kendi atmosferini de zehirlemiş Batı'yı taklit etmeyi seçen, Antroposen çağına, hep beraber Doğusu veya Batısı olmaksızın girmek yine senin işin değil mi be kardeşim! Batı taklitçiliği sadece sosyal ve hukuki değerler üzerinden yapılamıyor. Barajları yapan ve sanayileşmeyi öne sürerek modernleşmeyi başka türlü kabul eden de sen değil misin kardeşim? Hep beraber bunu birlikte yapmadık mı? Çelişkilisin kardeşim! Hayatımız çelişkilerle dolu. Ama hiç bunları düşünüyor muyuz? Ne dersin kardeşim?
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|