Emlak krallığından ikinci kez ABD Başkanlığına yükselen Donald Trump’ın 5 Kasım seçimlerindeki zaferi karşıt kanatta bir panik ve şaşkınlık havası yarattığı gibi, sonucu histerik gözyaşlarına boğularak, ülkeyi terk edeceklerini söyleyerek tepki verenlerin olduğunu da gördük. Belli ki Amerikalılar Demokratların darbeyle yarışa dahil olmuş ve “joy” (keyif) kavramını neredeyse seçim stratejisi gibi kullanmak dışında yeni hiçbir sahici iddiası olmayan adayını Beyaz Saray’da görmek istemediler. Demokrat Parti hem Beyaz Saray'ın hem de Senato'nun kontrolünü kaybetti. Dick Cheney gibi açıkça savaş suçlusu isimlerden destek alırken soykırımı sürdürme vaadiyle kampanya yürütmenin ABD’deki ilerici kesimlerin oyunu almak için yeterli olmadığı da ortaya çıktı.
Michigan eyaletinin Dearborn şehrinde 2020 yılındaki seçimlerde ezici bir çoğunlukla Joe Biden’a oy vermiş olan Arap Amerikalıların, birkaç ay önceki bir kampanya konuşmasında Gazze’deki soykırımı protesto edenleri susturup “ben konuşuyorum” diyerek fırça çeken Kamala Harris’i net bir şekilde reddetmeleri ve Trump’tan yana oy kullanmış olmaları seçmen kitlesinde değişen dengeleri göstermesi bakımından çarpıcı. Demokratların her şeye rağmen bu seçimden ders alarak ilerleyeceklerine pek ihtimal vermiyorum. Böyle giderse 2028’de doğrudan Başkanlığa aday olabilecek James David Vance’a “sahilleri” bile kaptırabilirler!
Elbette sonuçlar, bunlardan çok daha fazlasını söylüyor. Yola “haydut bürokratları görevden alma yetkisini ABD Başkanı’na geri veren 2020 yönetmeliğini yeniden geçerli kılmakla ve ulusal güvenlik ve istihbarat aygıtındaki tüm yolsuz aktörleri temizlemekle” yola koyulacağı söylenen Trump’ın Derin Devleti ortadan kaldırma arzusunun Amerikan halkı nezdinde bir karşılık bulduğu da bir gerçek. Ancak buradan Türkiye’deki dinamikleri anıştıran sonuçlar üreterek kolaya kaçmayalım. Biraz çaba gösterelim. Sırf o arzunun ardında nelerin yattığını anlama çabası bile ABD’yi Türkiye’deki dinamikler ve kavram çiftleri üzerinden değerlendirmenin ne kadar yanlış olduğunu gösterecektir.
Hani İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sol sağdır, sağ da sol” gibi, 2000’li yılların başında sıkça gündeme taşınmış, ama taşıdığı ideolojinin ağırlığı altında epeyce ezilmiş ve yanlış çıkarsamaların önünü de açmış sözü vardır ya… ABD’nin bu seçim kampanyasındaki dinamiklere ve sonuçlarına bakınca, “ABD’de sol sağ oldu, sağ da sol” diyen de çıkabilir, eminim. Hele Trump’ın Başkan Yardımcısı Vance’dan “Amerikan şirketlerinin maliyetleri nasıl kamulaştırdığını, buna karşılık kazançlarını nasıl özelleştirdiklerini, bürokratik elitlerin ülkeyi nasıl sömürdüklerini” dinleyen biri “yahu Cumhuriyetçiler Demokrat Bernie Sanders’ın söylemlerini çalmış galiba” diye bile düşünebilir.
Bu anlamda, sağlıklı ve uçlara savrulmayan bir değerlendirme ile Trump’ın ne olduğunu anlatmak sayfalar alabilir. Buna ilerde -özellikle de yemin edip göreve başlaması akabinde olgularla sınandığında- daha çok zamanımız olacak. Ama bugün Trump’ın ne olmadığını söyleyerek işe başlayalım istiyorum.
Evet, ABD yönetiminin “imtiyazlı elitler hanedanlığına” dönüştüğünü düşünen, devletinden “kulağına küpe” kabilinden kurşun yemiş, seçim kampanyası boyunca hasımlarınca Hitler ve Nazizm analojileriyle anılmış birinin sandıkta şüpheye yer bırakmayacak zaferi, Washington’un artık kendi insanlarının sorunlarına odaklanması icap ettiğine inanan kitleler için elbette çok önemli.
Ancak Trump’ın bütün o açık sözlülüğüne rağmen en büyük meziyetinin ideolojik bağnazlık içinde bir lider olmaması olduğunu, pragmatik bir yönetici olduğunu unutmayalım. Hatta onun için belki “pragmatik plütokrat” bile diyebiliriz belki.
Trump ile ilgili en doğru tespitlerden birini kanımca Avustralyalı gazeteci Caitlin Johnstone yapmış ve onda sevdiği tek şeyin, “imparatorluk yöneticilerinin çoğunun onda nefret ettiği şey olduğunu, yani oyunu ele vermesi” olduğunu dile getirmişti. Şöyle demişti Johnstone: “Trump sessiz geçilecek kısımları yüksek sesle söylüyor. ABD birliklerinin Suriye'de petrolü almasıyla açıkça övünen, Venezuela'nın petrolünü ele geçiremedikleri için ağıt yakan veya herkese Siyonist oligarklar tarafından satın alınıp sahiplenildiğini açıkça söyleyen tek başkan.”
Trump, kötü imparatorluğa güzel bir yüz takmada çok yetenekli olan Obama’nın tam tersi; çok çirkin bir şeye çok çirkin bir yüz takıyor. İmparatorlukta çok daha dürüst bir yüz. Diğer plütokratlar tarafından sahiplenilen kaba, aptal bir plütokrat olarak zalim güç yapısının mükemmel bir temsilcisi.”
Evet, Trump’ın susmayıp “oyunu ele verdiğine” yani ABD’nin gerçek maskesini indirdiğine delalet eden çok sayıda örnek sıralamak mümkün. Bunlardan birinde, sanırım 2018 yılıydı ve Trump Kuzey Kore’yi ziyaret ederek Devlet Başkanı Kim Jong-Un ile resmi bir görüşme yapacaktı. Ziyaret öncesi Amerikalı bir gazetecinin kendisine oradaki rejimin insan hakları kayıtlarının berbatlığından bahsetmesi üzerine, çok iyi hatırlıyorum, “Ne, siz bizim masum olduğumuzu mu sanıyorsunuz?” diye yanıt vermişti. Amerikan ana akım medyasının “Hür dünyanın lideri” masallarıyla büyüyenler için yutması zor lokmalar bunlar. ABD’nin kendi işlediği cinayetlerin ve yalanlarla ördüğü dünyanın arka planına dair herhangi bir sufle üflemek yasaktı ondan önce çünkü. Biden ile birlikte de gerçek “fake news” tekrar rayına oturmuştu.
Ama tabii Trump’ın bu “açık sözlülüğü” promptersız konuşunca yaptığı bir gaf olmadığı gibi samimi ve içten bir özeleştiri niteliği de taşımıyor; daha ziyade kibir yüklü muazzam bir özgüven var arkasında. Ama hakkını da verelim, o sözler birer özeleştiri niteliği taşımış olsa Amerikan halkında böyle bir teveccüh bulması da bu kadar kolay olmazdı, sanıyorum.
Özetle; ortada en kötü senaryonun gerçekleştiği bir durum yok belki. Ama iyi bir sonuç çıktı da denemeyeceğini düşünüyorum. Bu seçimden şahsi olarak mutlu olacağım iyi bir sonuç çıkabilir miydi, bilmiyorum. Claudia de La Cruz ya da Jill Stein’ın Beyaz Saray’da oturma şansı olmadığına göre galiba çıkmazdı. Ama bu durum bizim çıkan sonucun içindeki iyiyi de kötüyü de ayıklayabilme arzu ve becerimizin önüne geçmemeli.
Orta Doğu’da ateş dinmiyor. Burnumuzun dibinde, “masum” liberallerin desteğini almış Amerikan liderliğinin iş birliğinde yapılan bir soykırım yaşanıyor. AB liderliği Avrupa’nın kendi bacağına sıktığı bir kurşun nedeniyle yaşadığı sıkıntıları topyekûn bir kaosa çevirmek için çabalıyor. Orta Doğu’nun ateşe verilebileceği, büyük bir bölgesel savaşın kapısının aralanabileceği çok kritik bir dönemeçte iken İran ile zamanında yapılmış anlaşmadan ABD’nin imzasını çekmiş, Avrupa’yı güvenlik mimarisinden uzaklaştırmış bir lider Beyaz Saray’a geliyor. Bu ateşin sönümlenmesi hiç de kolay görünmüyor. Umalım ki dünya 2025’te kürekleri biraz daha barış istikametinde çeksin!