21 Ekim 2019
Gözler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya lideri Putin ile 22 Ekim’de, yani yarın yapacağı Soçi buluşmasına çevrilmişken, elbette akıllarda çok sayıda soru var. Ancak bölgedeki gelişmeleri takip edenler için akla ilk gelen soru, galiba bundan sonra sırada hangi “sürpriz” gelişmenin olduğu. “Kardeşim Esad” ile Moskova Merkez Cami’de bir öğle namazı kılmak mı? Yoksa, Ankara’nın denetim sağladığı 120 km enindeki (“güvenli”) bölgeyi biraz daha genişletip o coğrafyalarda “demografik değişim mühendisliğini” tam işletmeden böyle bir buluşma erken mi kaçar? Peki şu aralar “erken” kaçmayacak ne olabilir? Mesela Aralık’ta bir erken seçim olabilir mi?
Hadi bu konulardaki spekülatif yorumları bir kenara bırakıp, önce tarihin hangi noktasında olduğumuzu ve neden burada olduğumuzu tam olarak kavramaya çalışalım. Zira, bundan sonra olabilecekleri öngörebilmek için, Suriye’nin kuzeydoğusundaki gelişmelerle hızlanan tarihi biraz geriye, 10 gün öncesine alıp, “enterferans” kabilinden bazı “gürültülü” gelişmeleri de ayıklayarak, bu bir ölçekte “dünyayı sarsan 10 gün” zarfında olup bitenleri, mercek altına almakta, neler olduğuna bakıp sindire sindire anlamakta fayda var.
9 Ekim (2019) Çarşamba: İdlib’de verdiği taahhütleriyle sıkışan, Heyet Tahrir’üş Şam örgütünü bir türlü istediği pozisyona çekemeyen Ankara, 22 Ekim’de Soçi’de Astana sürecinin patronu Rusya ile çok önemli bir zirve görüşmesi yapacaktı. Bu görüşmede masaya avantajlı oturabilmek ve Fırat’ın batısındaki olası kayıplarını asgaride tutmak isteyen Türkiye elinin altında daha fazla koz olması gerektiğinin de farkındaydı. Dolayısıyla, yarım ağızla da olsa ABD’den alacağı bir yeşil ışıkla Suriye sınırında 480 km’lik bir “güvenli bölge” oluşturmayı mümkün kılacak bir askerî harekât yürütmek için çok fazla zamanı kalmadığının da bilincindeydi. İşte bu şartlar altında, Ankara savaşın düğmesine belki de 10 Ekim’de basmayı planlamışken, bir gün öncesinde tadını kaçıran bir gelişme oldu. Daha önce Suriye'den çekileceklerini ve bölgedeki tutuklu IŞİD savaşçılarıyla Türkiye, Avrupa, Rusya ve Kürtlerin ilgilenmesi gerektiğini söyleyen Donald Trump 9 Ekim’de Ankara’ya diplomatik zarafetten yoksun -ve Türkçemizde “akıllı ol!” şeklinde de özetleyebileceğimiz- tehditkâr bir mektup gönderdi. Ankara Trump’ın mektubunu iyice inceledikten sonra bunu sadece Trump’ın zevahiri kurtarmaya dönük bir zırvalığı ve “boş” bir uyarı olarak yorumladı. Eğer öyle değilse de zaten hızla harekete geçmek gerekiyordu. Bu nedenle, daha önce “bir gece ansızın gelebiliriz” şeklinde mesajlar veren Ankara, o mesajlarında işaret ettiği zaman dilimine rağmen, geceyi beklemeden, saat 16.00’da yani “bir akşamüzeri” Fırat’ın doğusuna yönelik Barış Pınarı Harekatı’nı başlattı.
10 Ekim Perşembe: Şam Yönetimi’ne muhalif silahlı grupların katılımıyla 4 Ekim’de Ankara’nın himayesinde kurulmuş olan Suriye Milli Ordusu bileşenlerinin TSK komutasında dahil olduğu Barış Pınarı Harekâtı, ilk saatlerinde, sahip oldukları demografik profille Kürtlerin muhtemelen bölgenin “yumuşak karnı” olarak değerlendirdikleri Tel Abyad ile Resulayn arasında yaşanacakmış gibi görünüyordu. Zira ABD askerleri Ankara’nın denetimi ele geçirme konusunda istekli göründüğü Kobani ve Menbiç gibi yerleşimlerdeki gözlem noktalarından çekilmiş değildi.
11 Ekim Cuma: Harekatın üçüncü gününde, “sahalarımızda görmeye alışık olmadığımız” türden bir gelişmeyle karşılaştık: Türk Silahlı Kuvvetlerine ait 155 mm’lik top mermileri Kobani’deki ABD gözlem noktasının 300 m kadar yakınına düştü. Bu ABD’ye “askerini buralardan da çek” şeklinde örtük bir mesajdı. Amerikalılar bu durumdan hiç hoşlanmadılar. Öte yandan TSK unsurları Zeytin Dalı operasyonundaki saha koşullarıyla kıyaslanmayacak bir kolaylık içeren bu düz arazide savaşmanın da rahatlığıyla Suriye’nin Haseke ile Rakka muhafazalarını ayıran sınır hattı boyunca ilerleyerek güneydeki M4 karayoluna ulaştılar ve Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Kamışlı ve Menbiç istikametlerindeki ikmal hatlarını kestiler.
13 Ekim Pazar: Suriye’de bir ABD askerinin dahi hayatını kaybetmesi ya da Washington’un kendisini bölgede tatsız ve riskli bir krizin içinde bulması, önümüzdeki yıl yapılacak seçimleri kazanarak yeniden Başkan olma arzusundaki Trump için, o hülyanın sonu anlamına gelecekti. Trump zaten yaklaşık bir yıl önce Suriye’deki askerlerini çekeceğini ve “IŞİD ile mücadelenin” bayraktarlığını bölge ve Avrupa ülkelerinin devralması gerektiğini açıklamıştı. Ancak geçen zaman zarfında Avrupa’nın Fırat’ın doğusundaki esir kamplarında tutulan IŞİD’li mahkumların maddi ve manevi yükünü ABD’nin üzerinden almaya niyetleri olmadığı da ortaya çıkmıştı. Kendisini Türkler ile Kürtler arasındaki mücadelenin zorlu dinamiklerini yönetmekle daha fazla mesul hissetmek arzusunda olmayan Trump, o gün ABD askerlerine Kobani de dahil olmak üzere Suriye topraklarının birçok noktasından çekilme emri verdi. İlk gelen haberlere bakılırsa, ABD Suriye’nin kuzeydoğusundan Irak istikametine doğru çekilecek, ancak 150 askeri Tenef’te kalmayı sürdürecekti. ABD’nin bölgeyi terk etmemesini sağlamak yönünde aylardır yoğun çaba sarf eden Kürtler için bu kadarı çok fazlaydı. Washington tarafından yalnız bırakıldıklarını düşünen SDG Yönetimi aynı gün ani bir kararla Şam Yönetimi ile -kanton projesinin sonu anlamına da gelen- askeri bir mutabakata vardı. İki Kürt komutanın imzasını taşıyan mutabakat zaptında SDG, ABD askerlerinden boşalan yerlerde denetimi -kendilerini dış güçlerden korumak üzere- Suriye Ordu birliklerinin almasını kabul ediyordu. ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi (aynı zamanda eski Ankara Büyükelçisi) James Jeffrey’nin “biz Türkleri idare ederiz, siz sakın Şam Yönetimi ile anlaşmayın” şeklindeki tüm telkinlerine rağmen, Kürtler “yamuk yaptıklarını” düşündükleri Amerikalıları tatsız bir onursuzlukla eve yollayıp küçük çaplı bir “ceza kesmek” istemişlerdi. SDG Yönetimi Şam ile vardıkları mutabakatla, Suriye Arap Ordusu’nun Tabka – Ayn İssa hattı ve civarında; Menbiç - Kobani hattından Tel Abyad’a kadar olan Türk sınırı boyunca; Tel Tamer’den Resulayn’a kadar ve Resulayn’ın doğusundan Kamışlı, Malikiye ve güneyine asker konuşlandırabilecekti. Böylece Suriye Ordusu Arima’dan başlayarak Menbiç’e doğru ve Sacur Nehri boyunca aşağıya ilerleyebilecekti. Mutabakat, Suriye ordusuna yerel meclisler ile koordinasyon içinde olmak kaydıyla, Fırat Nehri’nin doğusu ve kuzeyini oluşturan alanların tamamında asker konuşlandırma olanağı da veriyordu. Suriye Savaşı’nda çok önemli bir dönemeç arkada bırakılıyordu.
14 Ekim Pazartesi: Bu gelişmenin ardından muhtemel bir ABD-Rusya koordinasyonunun/mutabakatının da neticesinde- Rusya Federasyonu Ordusuna bağlı birlikler Kobani’ye girdi. Suriye Ordu birliklerinin de Kobani civarında konuşlandıkları görüldü. Rus Ruptly haber ajansının yayımladığı görüntüler, Amerikan güçlerinin Kobani’den çekilirken Suriye askerinin aynı yoldan aynı anda giriş yaptığını tespit etmesi bakımından tarihi bir öneme sahipti. Ankara’nın harekâtı ile hızlanan bu gelişmeler neticesinde, Kürtler aslında Suriye hükümetiyle ülkenin toprak birliğine “tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek lider” çerçevesinde bağlı kalma konusunda anlaşıyorlardı. Kanton projesinin sonu olarak okunabilecek, hatta kimilerinin amiyane bir vurguyla “Biji Esad” anlaşması olarak da görebilecekleri bir gelişmeydi. ABD’nin asker çekmesiyle bölgedeki inisiyatifi neredeyse tamamen Rusya’ya bıraktığı bir vakaydı belki ama, bunun karşılığında Rusya’nın ABD’ye herhangi bir taviz ya da güvence verip vermediği belli değildi. (Böyle bir durumda akla, ilk önce yeni kurulacak Anayasa Komitesi içine Kürt üyelerin Şam Yönetimi’nin kontenjanından dahil edilmesi olasılığı gelse de, Washington ile Moskova arasında bu konuda bir görüşme ya da mutabakat olup olmadığı belli değildi.)
15 Ekim Salı: Bu arada Türkiye ile 22 Ekim’de İdlib’i de konuşmayı planlayan Ruslar, Ankara’nın harekattaki tutumunu bir miktar fevri bulmuş olmalılar ki, Rus Hava Kuvvetlerine bağlı Su-35 tipi savaş uçakları operasyon sahalarını genişleterek Menbiç’teki SDG karargahını da bombalamak isteyen Türk F-16’larını taciz ederek misyonlarını yerine getirmelerini engelleme yoluna gittiler. Ruslar Türkiye’ye sadece bu operasyonda bir sınırları olduğunu değil, İdlib’de bir taahhütleri olduğunu da hatırlatmak istiyorlardı. Zira, Rus uçakları aynı gün İdlib’in güneyindeki Rakaya’ya ve Lazkiye’nin kuzeydoğu kırsalındaki stratejik Kabani beldesine çok yoğun bombardıman gerçekleştirmeye başlamıştı. Türkiye’nin desteklediği silahlı unsurlara karşı yürütülen bu bombardımanlar ilerleyen günlerde daha da yoğunlaşacaktı. Ankara’ya sınırları olduğunu sadece Ruslar değil Amerikalılar da hatırlatıyordu. Cihatçı muhaliflerin çatı yapılanması olarak Ankara tarafından teşkilatlandırılan “Suriye Milli Ordusu”nun mensupları o gün Amerikalılar tarafından Resulayn’ın güneyindeki Tel Temir’e de yaklaştırılmadı. Ankara’nın “sınırları zorlayan” hamleleri hem Rusya hem de ABD tarafından sahada “yumuşak bir sertlikle” veto ediliyordu.
16 Ekim Çarşamba: Sınır çizmede çıtanın hem diplomatik alanda hem de sahada yukarı çekildiği bir gün oldu 16 Ekim. Amerikan F-15 avcı uçakları ile AH-64 saldırı helikopterleri bu kez Tel Abyad’ın 30-35 km güneyinde bulunan M4 otoyolu üzerindeki Ayn İssa kasabasının yakınlarındaki TSK desteğinde ilerleyen Milli Ordu unsurlarını -kendilerine tehditkar biçimde yaklaştıklarını düşündükleri için- “güç gösterisi” yaparak dağıtma yoluna gittiler. Amerikalıların konuyla ilgili Ankara’ya diplomatik kanaldan da resmi şikâyette bulundukları öğrenildi. TSK, bu gelişmeyle Ayn İssa hedefini ötelemek zorunda kalacaktı. Aynı gün içinde Suriye Ordu birliklerinin de Kobani’ye girdiği ve bu sınır kasabasında devlet otoritesini yeniden tesis etme yoluna gittiği haberleri alındı. Bu arada, gerek ABD’de gerekse de Avrupa’da Barış Pınarı Harekatı’na dönük tepkiler iyice yoğunlaşmakta ve Trump’ı zor durumda bırakmaktaydı. “Uluslararası karizmasının” Ankara tarafından çizilmekte olduğunu gören Beyaz Saray için harekete geçme ve Türklere bir fren koyma vakti gelmişti. Ancak bu önlem Suriye’den çıkış stratejilerinde bir araç olarak kullandıkları Ankara’yı çok rencide etmeyecek biçimde yapılmalıydı. ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence Ankara’ya gönderilecek ve belki masaya bazı dosyalar açılarak bir “frenajda” mutabık kalınmaya çalışılacaktı. Aynı gün barış zamanında Fransız Lafarge şirketi tarafından kurulmuş olan bir çimento fabrikası olarak hizmet vermiş, savaşta ise Pentagon’un Suriye topraklarında üslerinden biri olarak kullandığı askeri bir tesisi boşalttı Amerikalılar. Bununla da kalmadılar ve o gün iki Amerikan F-15E uçağı yardımıyla söz konusu tesisi bir daha kullanılmayacak hale sokana dek bombaladılar. Bu durum elbette Fransızların da canını sıkmıştı. Ayn İssa – Kobani arasındaki çimento fabrikası Suriye’de savaş öncesinde gerçekleştirilmiş en büyük yabancı yatırımların belki de başında geliyordu.
17 Ekim Perşembe: ABD Başkan Yardımcısı Pence, Ankara’yı Suriye'de bir ateşkes ilan etmeye ikna etmek için Türkiye’ye geldi. Pence’in Erdoğan ile yaptığı görüşme sonrasında Türkiye ve ABD’nin Fırat’ın doğusunda 120 saatlik bir ateşkeste anlaştığı açıklandı. Planlanandan uzun süren görüşme sonrasında üzerinde uzlaşılan metne bakıldığında, bu süre Kürtlerin ağır silahlarını bırakarak “güvenli bölgeyi” terk etmeleri için tanınan bir süre olarak da okunabilirdi. Bu metin sayesinde Amerikalılar ilk defa Türkiye ile ağız birliği içinde “güvenli bölge” kavramını kullanıyorlardı. Görüşme, Ankara üzerindeki uluslararası baskıların hafifletilmesini sağladığı gibi Amerikaların Türkiye’ye yönelik yaptırım tehditlerini bir süreliğine de olsa bertaraf etmiş oldu. Bir diğer deyişle, Türkiye’nin bölgede yürüttüğü savaş en azından Tel Abyad ve Resulayn arasında ABD ve NATO güvencesine kavuşmuş oluyordu. Hem de Kürtleri “ateşten koruduğu” da söylenen bir anlaşma ile.
18 Ekim Cuma: Ankara-Washington anlaşmasının detaylarına ve perde arkasına tam hâkim olmayan Rusya belki bundan ötürü bir miktar endişeye kapılmıştı ama, Erdoğan’ın, 18 Ekim günü yaptığı “Menbiç’e rejimin girmesi benim için çok çok olumsuz değil. Niye? Sonunda bunların (Suriye’nin) kendi topraklarıdır,” şeklindeki açıklama Moskova’yı epeyce rahatlatmıştı. Zaten Erdoğan’ın Pence ile görüştüğü gün Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile Dışişleri Bakan Vekili Sedat Önal, hemen hemen aynı saatlerde Külliye’de Rusya Federasyonu’nun Suriye Özel Temsilcisi Aleksander Lavrentiev, Dışişleri Bakan Vekili Sergey Verşinin ve beraberindeki Savunma Bakanlığı temsilcileri ile görüşmeler yürütüyorlardı. 16 Ekim’de Tahran’da İranlı yetkililerle görüşen bu ekip zaten Ankara’dan sonra da Şam’a geçecek ve orada Devlet Başkanı Beşar Esad ve diğer Suriyeli yetkililerle temaslarda bulunacaktı. Kısacası Ruslar Astana Süreci’nin çökmemesi ve Ekim sonu için Cenevre’de planlanan Suriye Anayasa Komitesi görüşmelerinin rayında gitmesi için hiçbir tedbiri elden bırakmıyorlardı. Bu arada, Resulayn’ın bazı noktalarındaki ateş belki toptan kesilmemişti ama Ankara bölgedeki ilerlemesini imzaladığı anlaşma çerçevesinde duraklatmış gibiydi. Suriye Arap Ordusu’na bağlı birlikler de SDG ile vardıkları mutabakatın bir parçası olarak Resulayn’ın güneyindeki Tel Temir bölgesinde yer alan 4 beldeye girerek Haseke-Halep otoyolunun (M4) önemli bir bölümünün üzerindeki denetimlerini genişlettiler. Kürtlerin Şam Yönetimi ile yaptığı anlaşma ile Suriye Ordu birliklerinin Deyrizor bölgesindeki El Ömer ve Conoco gibi petrol ve doğalgaz kuyularının bulunduğu alana da girerek hakimiyet tesis edeceği söylense de, Amerikalılar stratejik önemi haiz bu bölgeden çekileceklerini henüz teyit etmiş değillerdi. Bu arada, ABD Dışişleri Bakanı Pompei’nin gün içinde İsrail’de Netanyahu ile yaptığı görüşmeden ne çıktığını da tam öğrenemeyecektik belki ama Amerikan askerlerinin bölgeden çekilecek olmasının Kürtlerden sonra en fazla İsrail’in tadını kaçırdığı da bir gerçekti. Yine de ABD’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki, bir tür U-dönüşü anlamına gelen bir adımla YPG’nin yerine partner olarak “titrek” bir şekilde de olsa Türkiye’yi alması, Ankara- Tel Aviv ilişkilerinin gelişebilme potansiyeli açısından da önemli idi. Neticede Ankara’nın Akçakale’den hareketle YPG ile savaşta kullandığı M60-A1 tanklarının 170’ini 2003-2010 arasında 700 milyon dolara yakın bir paraya upgrade eden “yerli ve milli harp sanayimiz” değil, İsrail idi.
19 Ekim Cumartesi: ABD ile varılan mutabakat çerçevesinde Barış Pınarı Harekatı'na ara verilmesinin ikinci gününde Resulayn ve Tel Abyad civarında yaşanan çatışmaların yerini büyük ölçüde sessizliğin aldığı görüldü. Türkiye sınırındaki Akçakale, Ceylanpınar, Nusaybin ve Suruç'ta ise hayat normale dönmeye başladı. Öte yandan Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova, ABD’nin Suriye’deki çatışma bölgesinde bulunmasının amaçlarının ve stratejisinin anlaşılmadığını belirterek şunları söylüyordu: “Aynı Afganistan’da yaptıkları gibi, (askerlerini) kâh getiriyorlar, kâh geri çekiyorlar, (kalma süresini) uzatıyorlar ve ardından yeniden çekiyorlar. Suriye’deki çözüm sürecinde de aynı durum söz konusu. Sözüm ona koalisyon kâh genişliyor, kâh derine giriyor, kâh kalıyor, kâh gidiyor. Nedenini hiç kimse bilmiyor.” Zaharova haklıydı belki, ama en azından Trump’a göre bunun sorumlusu kendisi değil, bir önceki Başkan Obama idi. Ve Amerikan vergi mükellefleri Trump’ın göreve devam edip etmeyeceğini belirlemek üzere 3 Kasım 2020’de sandık başına gideceklerdi.
20 Ekim Pazar: ABD Savunma Bakanı Mark Esper, Moskova ile Şam’ı bir nebze de olsa rahatlatacak bir açıklama yaptı: Beyaz Saray Suriye’nin kuzeyinde sayıları 1000 civarında olan tüm Amerikan askerlerini çekerek Irak’a nakledecekti. Aynı gün AFP ajansı Suriye’yi terk ederek tank üzerinde Irak topraklarına doğru ilerleyen ve üniformasında halen YPG pazubendi bulunan dikkat çekici bir Amerikan askeri yayımladı. Galiba, olayın bu tarafı Kürtleri uzun süredir yüreklerinde müttefik olarak görmüş Amerikalı askerlerin tadını kaçıran cinsten olmuştu. Ancak oradaki varlıklarıyla ilgili Washington’dan son bir yıldır her gün farklı sinyaller alan bu askerler nihayetinde rahatlayacaktı. Öte yandan, Ankara’nın rahatlayıp huzura kavuşması için daha çok zamana ihtiyaç vardı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, aynı gün Ruslarla Soçi’de, Kürt milislerin Menbiç ile Kobani’den uzaklaştırılması konusunu konuşacağını açıklamıştı gerçi ama bu fotoğrafın sadece bir bölümü. Ankara bu zirvede karşısında sadece “ABD’yi Suriye topraklarını terk ederek evine gönderme ve Kürtlerin kanton projesini çökertme konusundaki başarısından” ötürü övgü dolu sözlerle kendisini kutlamaya hazırlanan ve Menbiç ile Kobani mevzusunu konuşan bir Rusya değil, aynı zamanda kendisine İdlib’deki ödevlerini hatırlatan ve tarihi hızlandırma sırasının şimdi İdlib’e geldiğini, onu da Moskova’nın yapacağını söyleyen bir Rusya bulacaktır. Kürtlere “ABD’nin ipiyle kuyuya inerseniz başınıza önünde sonunda böyle bir ihanet gelir” demek Ortadoğu’da nispeten kolay. Ama Ankara için bundan sonraki temel mesele, kendi ipiyle benzer bir kuyuya inmekte olan silahlı Suriye muhalefetine “ben size asla böyle bir şey yapmayacağım” güvencesini verebilmek ve bunun da hakkını verebilecek bir oyun planı çizebilmek. Karşınızda Rusya gibi diplomasi ve satranç ustası olduğunu Suriye’de de kanıtlamış bir Rusya varken asıl zorluk galiba burada.
21 Ekim Pazartesi: ABD ile 17 Ekim’de imzalanan ve çatışmalara 120 saatlik ara verilmesini de teminat altına alan anlaşma bugün 96 saati dolduracak. Bir diğer deyişle, çatışmasızlık durumu yarın sona erecek. Ama bu süre sona ermeden önce Erdoğan ile Putin Soçi’de görüşme yapacak. Velhasıl, 120 saat rastgele seçilmiş bir zaman dilimi değil. Mesele cephe hattındaki Kürtlerin ağır silahlarını bırakıp bölgeyi terk etmelerini sağlamak idiyse, bu daha kısa bir zaman dilimine de sıkıştırılabilirdi. Ama asli “hedef” o değildi. Washington, Ankara ile ateşkese dönük yaptığı 120 saati hedefleyen, bir anlamda tam 5 günlük sürenin hemen sonunda bir Erdoğan-Putin görüşmesi olduğunu çok iyi biliyordu. Anlaşmaya bu nedenle 120 saatlik bir silah bırakışması koymuştu. Böylelikle Trump, “ben son ana kadar üzerime düşeni yaptım ve Ankara’ya gerekli freni koydum, Kürtler Şam Yönetimi ile anlaşmayı seçiyorsa, onların güvenliğinden bundan böyle ben sorumlu değilim, Moskova ile Şam sorumlu,” mesajını verebiliyordu. Bir diğer deyişle, “Kürtlerle Türkleri dengeleme mücadelesinden ben yoruldum, o mesele artık Putin’in kucağındadır” demiş oluyordu.
Washington, aslında “Suriye’de istikrarsızlığın daha düşük maliyetlerle daha uzun bir zaman sürmesini sağlayacaksam, galiba bu mevzuda Ankara benim için daha iyi bir partner olacaktır,” şeklinde de düşünmüştü. Ayrıca da, Ankara’nın himaye ettiği ve “Milli Ordu” çatısı altında bir araya getirdiği silahlı örgütlerden Pentagon maddi desteğini çekmeden önce ortalıklarda olan 28’inin 21’i ABD tarafından para, silah, eğitim, istihbarat gibi açılardan desteklenmişti. Kısacası Washington ay sonunda Cenevre’de ilk toplantısını yapması beklenen anayasa komitesinin çalışmalarında destekleyeceği yeni partnerini zaten çok iyi tanıyor. Yani hiç yabancılık çekmeyecek. Misyonda da değişen bir şey yok zaten. Neticede ABD Suriye Savaşı’na dahil oluşuyla bu ülkedeki istikrarsızlığın derinleşmesine nasıl katkıda bulunduysa, çıkarken de yine öyle olsun istiyor. Bu açıdan bakıldığında ABD’nin bir U-dönüşü yapmış gibi gözükse de, dış politika hedefinde bir tutarsızlık olduğunu kimse söyleyemez.
Bir yandan bölgede istikrarsızlığın sürdürülmesi yolunda Türklerin Kürtlerden daha uygun bir partner olduğu sonucuna varan ve Suriye’deki tüm askerlerini Irak’a çekeceğini açıklayan ABD… Bir yandan da Türkiye- Suriye sınırında Ankara ile Şam için bir istikrarsızlık anlamına gelecek güvenlik tehditlerinin artık ortadan kalkmakta olduğunu, dolayısıyla sıranın Erdoğan ile Esad’ı belki Soçi’de bir araya getirmeye gelmekte olduğunu düşünen Rusya… Ve bu iki küresel gücün köpürttüğü dalgalarda sörf yaparak bu günlere gelen Türkiye… Yarından itibaren üçü de Suriye Savaşı’nın final perdesindeki rollerine odaklanabilir, yeni ezberlerini çalışabilirler artık.
Sadece umalım ki, bütün bu vizyonlar, misyonlar, yenilenen stratejiler, hedefler en az 8,5 yıldır büyük acılar çektiğini, trajediler yaşadığını gördüğümüz bölge halkları için daha fazla zarar verici, daha fazla yerinden yurdundan edici olmasın!
twitter: @akdoganozkan
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor
© Tüm hakları saklıdır.