Kendisiyle ve karşısındakiyle, tabii yanındakiyle de bu denli kavgalı, geçmişi ve bugünüyle yüzleşmemiş, bütün kavgalarını geleceğe de taşımaya kararlı ve hazırlıklı bir nüfusun yaşadığı bir ülkede, nasıl oluyor da zaman zaman ve aniden herkes barışıverecekmiş gibi bir manzara hasıl oluveriyor? Kirli çamaşırlar makinede, makineye toz sabun konulması unutulmuş ya da bilerek konulmamış, ama bir şişe yumuşatıcı sıvı boca edilmiş hazneye. Yıkayan değil yumuşatan bir makinenin kapak camından içeri, tarihin tekerrürüne bakıyoruz kendimizden memnun. Sanki bir sofradayız, herkes çakırkeyf de, birazdan “öpüjem” muhabbeti başlayacak şapır şupur. Barış, toplumsal barış elbette çok değerli, çok önemli, ama çakırkeyf gecenin bir de sabahı var, ayılıp yanındakini tepiklemek, yere yuvarlamak, yorganın hepsini istemek…
Kendini toplum içinde biraz ayrıcalıklı, devlete ve otoriteye yanaşmış, elde etmesine ramak kalmış siyaset erbabının en ağır tartışmaların sonunda ya da herhangi bir yerinde “hepimiz hizmet için varız” klişesiyle başlayıp o meşhur öpüjem’li sulu sepkenliğe geçivermesinin, teatinin, diskurs’un belki de en verimli olabileceği aşamada ekrana aile fotoğraflı manzara koyvermesinin barışla bir ilgisi olabilir mi? Barış bu mudur yani? Bu kadar bir şey mi?
Konsensus değil konformizm
Koca filozof Immanuel Kant’ı okursak, şuraya varırız: Kalıcı bir barış olmuyor böylesi durumlar; rezervi olan, geçici, şimdilik bir kendi yerine, kendi konumuna çekilmedir olan sadece; mahallenin büyük abisinin otoritesinin, onun keyfi raconunun kabulü üzerinden … Yeniden kavgaya tutuşuna kadar…
Bir konsensus değil, konformizmdir burada olan…
Uzlaşma değil, kabullenme… Kendini güce uyarlama…
Harekette bereket değil, bir rahatına düşkünlük, rehavet, handiyse miskinlik…
Birçok toplumsal olgu gibi bunun da bir geometrisi var tabii.
Konsensus, tartışmanın iki tarafının da ayakta ulaştığı bir hal. İki tarafın da, tezini, iddiasını, önermesini, argümanını dik tuttuğu, söylemleri ve prensipleriyle dik durduğu bir süreç… Eğer bir konuda uzlaşılacaksa, bu; iki taraftan birinin tartışmanın belli bir aşamasında toplumsallaşmasında, topluma yayılmasında yarar görmeye başladığı, evrensel niteliği konusunda ikna olduğu ama daha henüz toplumsallaşmamış, toplumsal tabana yayılmamış, hâlâ dikey olan felsefi, ahlâki, etik, bilimsel tezlerdir. İki taraf da ayaktadır, söylem dikeydir.
Konformizm ise iki tarafın da kendilerine dışsal bir otoritenin açık ya da gizli talebiyle toplumda yatay olan, yaygın olan söylem ve davranış biçimlerini model alarak, sırtını bu biçimlere dayayarak, karşı tarafın da bu yola geleceğinden emin, diyaloğun belli bir aşamasında tartışmayı bırakıp cilveleşmeye başlamasıdır. Yatay bir haldir. Tartışma partnerleri yatakta olmasa bile şezlongtadır sanki. Üzerlerine yaygın söylemlerden imal edilmiş battaniyelerini çekerler. Konformizm yatay, sahiden de konforlu bir haldir.
İnsan hakları değil, rejimin ve çoğunluğun bekası
Adalet değil pozitif hukuk
Demokrasi değil popülizm
Etik değil pragmatik
Ahlâk değil ahlakçılık
Yüzleşme değil hasıraltı etme
Felsefe değil hesap
Bilim değil din ve gelenek
Toplum değil aile…
Birincileri dikey, ikincileri yatay, böyle çok ikilikler kurulabilir. Birincilerle iletişim sürer, ikinciler suskunluğa zorlar.
Ne halay ne horon, ama Kon Kon
Siyaset, medya, akademi ve edebiyat çevrelerindeki bu gürültülü suskunluğun, bu esrik ‘öpüjem’lerin, bu sabunsuz ama bol yumuşatıcılı tekerrürlerin kazananı kim peki?
Toplum olmadığı görülüyor; rejimin ve üretim tarzının ezdiği sınıf ve topluluklar olmadığı ise zaten kesin.
Bu hesaplı uzlaşma, bu miskin konformizm, bu gürültülü suskunluk aslında emekçi sınıfların, ezilenlerin taleplerine karşı bir suskunluk, kazananların ise kendi aralarındaki işaret dilidir.
Tartışmanın kesildiği, uzlaşık cilveleşmenin başladığı yerde dansa davet edilir taraflar. Ne halay ne horon gibi bir halk dansıdır bu. Bir temaşadır ezilenlere karşı. ‘Kon Kon Dansı’. Konsensusun değil, konformizmin kutlandığı.