Edebiyatın birincil konusu bireyse, aynı birey siyasetin ancak talî meselesidir. Önce kitle veya kalabalık gelir siyaset için. Sanayi devrimi ile birlikte bu kalabalığı açık şiddetle yönetemeyeceklerini gören iktidarların başlıca işi bunun için yeni disiplin metotları ve uygulamaları bulmak oldu. Askeri talimgâhlar da dahil bütün eğitim kurumlarında, fabrikalarda, hastanelerde, hatta kent trafiğinde iktidar; yerleşme, dizilme, hareket etme teknikleri ve talimatlarıyla kalabalığı tekil insanın bedeni üzerinden disipline eden “anatomipolitika”yı uyguladı. Ancak büyük nüfus parçalarını hedefleyen biyo-politikanın yararlarının keşfedilmesiyle kalabalığın her şeye rağmen tekil insanlardan oluştuğu gerçeği de artık bir kenara bırakıldı ve siyasetin her alanında ilgi neredeyse bir kütle olarak görülen anonim kalabalığa yöneldi.
Mükemmele yakın görüntüsü faşizmde elde edilen bu kütlesel kalabalığın aynı ideolojik şemsiye altında yekvücut olması durumunda nasıl yararlı bir iktidar taşıyıcısı olabileceği bilgisi, diğer uçta sınıf mücadelesine yönelmiş devrimci siyasette de hemen kabul görmüştü. Bütün modern siyaset, iktidarı ve muhalefetiyle bu kalabalığa seslenir oldu.
Egemen sınıf, yekvücut oluşun, yekvücut olmuş kalabalığın devrimci siyaset için de ne denli kullanışlı olduğunu daha 20’nci yüzyıldaki sosyalist devrimler ve isyan hareketlerinde görmüş ve bundan ders çıkarmış olmalı ki, bir süredir ‘yığın siyaseti’ denilebilecek –benim böyle adlandırdığım- bir yönetme, tahakküm etme biçimine yöneldi. Bundan böyle insanlar önce yığınlaştırılacak ve yığın nicelik açısından belli bir seviyeye geldiğinde atomize edilecek, ayrıştırılacaktı. Böylelikle kalabalık içinde yekvücut oluşun yol açtığı minimum dayanışma (bile) engellenecek, kütlenin ya da artık yığının atomları birbirine düşman edilecekti. Yığın, kütleden farklı olarak düşman öğelerden oluşuyordu.
Her insan uzayda kapladığı kadar yere sahip
Şimdi bu girizgâhın ardından örneklere geçeyim diyorum. Sonradan ‘yığın siyaseti’ ya da ‘yığın tahakkümü’ kavramlarıyla tanımladığım bu (minimum dayanışmayı da engelleyen) uygulamayı ilk olarak 1990’lı yılların ikinci yarısında fark ettim ve hemen de yazdım. (“Tam Yakalandığımız Yerden”, İthaki Yayınları). Ruanda’da Hutu ve Tutsi kabileleri arasında bir iç savaş yaşanmış ve yüzbinlerce insan ölmüştü. İç savaşın ardından bir yargılama süreci başlamış ve yüz binin üzerinde Hutu savaş suçlusu olarak tutuklanmıştı. Bu insanlar birkaç toplama kampında tutuluyordu. Seyrettiğim belgesel haberde sırt sırta oturan binlerce insan görmüştüm. Muhabir nerede yattıklarını sorduğunda, kamp görevlisi oturdukları yeri gösterdi.
İşte tam buradan analiz etmeye başladım ben de: Yani her insan yaşam alanı olarak uzayda kapladığı kadar bir yere sahipti. İnsanlar depolanmış ya da istiflenmişti. Bir yığın halinde tutuluyorlardı.
Evet, Ruanda’daki toplama kampları, tutuklu ve mahkûmların kilit altına alınıp yaşam mekânlarının kısıtlanması prensibi üzerine kurulu cezaevlerinden farklı olarak etrafı tel örgülerle çevrili açık bir alandan oluşuyor ve bırakınız koğuş ya da hücre sistemini, tek bir duvar bulunmuyordu. Hücre duvarları yerine burada tutuklunun hemen bitişiğindeki diğer tutuklunun bedeni ile karşılaşıyorduk. Tutuklular birbirlerini bedenleriyle hücreye kapatıyorlardı. Her tutuklu bedeni, ceza sisteminin mimari öğelerinden biriydi burada. Çok sık ölümlerin gerçekleştiği bu toplama kamplarında her ölen tutuklu ile hücrelerin genişliği bir ölçü artıyordu.
Ruanda toplama kamplarında karşılıklı cezalandırma nedeniyle tutuklular arasında sosyal dayanışma ortadan kalkarken, kelime anlamında fiziksel dayanışma, yani her tutuklunun sırtını dayadığı diğer tutuklu ile bedensel ilişkisi bir işkence yöntemi oluyordu. Dayatılan “Öteki’yle fiziksel dayanışma” hapse dönüşürken, bir nebze özgürlük için “Öteki’den kurtulma isteği” sosyal dayanışmayı engelliyordu.
“Afrika için 100 bin ölü önemsiz”
Afrika’da ve Afrikalılar üzerinden öğrenilen bu yığınlaştırma, yığma uygulamasında, yani ‘yığın siyaseti’nde iktidarlar ve egemen sınıflar son yıllarda iyice uzmanlaştı. Ruanda’da içsavaş sürerken soykırım yapan Hutular’ı destekleyen Fransa’nın o dönemdeki cumhurbaşkanı Mitterand’a yüz binlerce insanın öldüğü söylendiğinde, Afrika için yüz binli rakamların önemli olmadığı yanıtını vermişti. Bugün de Akdeniz’de gün aşırı batan, alabora olan botlarda bir defada çoluk çocuk yüzlerce kişiden oluşan yığınların boğulması karşısında devletler kılını kıpırdatmıyor. Dahası bu facialara yol açan politikalara destek veriyorlar.
Boğulanlar yol üzerindeki sınırları aşıp denize açılabilenler. Bir de oraya kadar gelemeyenlerin yaşadıkları trajedi var. Bir süredir Sally Hayden isimli bir free-lance muhabir tarafından deşifre edilen Libya’daki mülteci kampları bu yığın siyasetinin en bariz örneklerini oluşturuyor. Batılı devletler tarafından finanse edilen Libyalı milislerce yönetilen bu mülteci kamplarında yol üzerinde durdurulan on binlerce mülteci depolanmış durumda. İşkence görüyorlar, insan tacirleri tarafından paraları alınıyor, Avrupa ülkelerindeki akrabalarına şantajda kullanılıyor ya da hastalık ve gıdasızlık yüzünden ölüyorlar. Bu kamplarda insanlar uzayda kapladıkları yer kadar bir yaşam alanına sahip, depolanmış ve sonra da kendi oluşturdukları yığının fiziksel baskısıyla atomize olmuş, aralarında dayanışma kalmamış, nefes alabilmek için birbirlerine düşmanlaşmış, kolayca tahakküm edilir bir hal almışlar.
Cezaevleri birer yığınlaştırma laboratuvarı
Türkiye’de son yıllardaki siyasi durum sebebiyle cezaevlerinin çoğu da yine bir tür yığınlaştırma laboratuvarına dönüşmüş durumda. Tutuklu ve mahkûmlar arasındaki dayanışmayı engellemek için uzun süredir uğraşan adalet sistemi yalıtma, izolasyon ve tecrit yönteminden sonra şimdi tutuklu sayısındaki artış sonucu önünde bulduğu yığınlarla yığın tahakkümünün yararlarını keşfediyor. İnsan hakları örgütleri cezaevlerindeki yığılmanın, koğuşlardaki aşırı kalabalığın yol açtığı sorunlara ilişkin raporlar düzenlerken, iktidar hızla bundan faydalanmayı öğreniyor olmalı.
Cezaevlerindeki bu yığılmaya karşı Haziran 2012’de Urfa E Tipi Cezaevi’nde bir isyan başladı ve 13 insanın ölümüyle sonuçlandı. Cezaevlerinde o sırada kapasitenin 3 katı insan bulunuyordu, uyumak için sıra çizelgeleri yapılıyordu, sıcaktan nefes almak neredeyse olanaksızlaşmıştı ve her tutsağın arkadaşı onun yaşam alanını sınırlayan ikinci bir duvar olmuştu koğuşlarda. (Bu konuda bkz, “Henüz Zaman Var” adlı Doğan Kitap yayını kitabım.)
Elbette hücrede tecritte olmak yerine koğuşta olmak çoğu tutuklunun tercihidir ve daha insanidir. Ancak sistem, koğuşun bu insani etkisini ortadan kaldırmayı, koğuştaki dayanışmayı yığma yöntemiyle engellemenin yolunu el yordamıyla keşfetmiş, öğrenmiş görünüyor. Foucault’nun da işaret ettiği gibi cezaevleri devlet için insana ve topluma dair bir bilgi üretim merkezi işlevi de görüyor. Türkiye’de de olan bu.
Kuyruktaki düşmanlık
Son günlerde sebze meyve fiyatlarındaki artışa karşı hükümetin talimatıyla belediyelerin açtığı tanzim satış yerlerindeki manzara da kimi açılardan ‘yığın siyaseti’ ya da ‘yığın tahakkümü’ne işaret ediyor. Adı üstünde, tanzim satış aynı zamanda kalabalığı tanzim eden bir etkiye sahip. Daha en başta, satın alınacak ürünün miktarına getirilen sınırlamayla kuyruktaki insanlar birbirlerinin rızkına göz dikmiş rakipler, dahası potansiyel düşmanlar haline getiriliyor. İzdiham ve kuyruğun uzunluğu da hemen ilk bakışta düşmanlaştırıcı bir etki yapıyor sıraya girenler üzerinde. Böylece önce tanzim satış yerinin önüne yığılan, burada bir yığın oluşturan kalabalık hemen rakip ya da düşman atomlara ayrıştırılıyor.
Gazetecilere saldırıya kadar varan öfkenin ve gerginliğin sebepleri bunlar olmalı kuyrukta. Düştükleri duruma, kendilerini bu duruma düşüren kapitalizme, neo-liberal politikalara, siyasetçilere öfkeleneceğine birbirine öfkelenen öğelerden oluşan bir yığın bu ve iktidar ve egemen sınıfların yığın tahakkümü konusunda kısa sürede ne denli uzmanlaştığına işaret ediyor.
Devletler toplumları yığınlara, ülkeleri toplama kampına çevirmeye yönelmişken, bize kalan bireyliği ve arkadaşça dayanışmayı unutmamaktır artık.
Bireylik ve arkadaşlık, şimdi her zamankinden daha politik; edebiyat da daha değerli.