Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un bu ayın ilk haftasında 28 Avrupa Birliği üyesi ülkenin önde gelen gazetelerine kendi dillerinde gönderdiği ve direkt yurttaşlarına seslendiği bir manifestoda Avrupa’nın geleceğine ilişkin yaptığı önerileri AB kamuoyunda yoğun biçimde tartışılmaya devam ediyor. Macron, yazısında Avrupa’nın birçok AB yurttaşının gözünde ‘ruhsuz bir pazar’ olduğuna işaret ediyor ve “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa hiç bu kadar önemli olmamıştı. Ve yine Avrupa hiç bu kadar tehlikede olmamıştı” diyordu. Macron, Avrupa ülkelerinde güçlenmeye devam eden sağ popülizme karşı bir uyarı olarak algılanan manifestosunda her ne kadar Avrupa’nın demokratik ve özgürlükçü değerlerine referansla söz alıyor olsa da, askeri harcamaların arttırılması, ortak bir sınır polisinin kurulması, ortak bir mülteci işleri idaresinin oluşturulması gibi güvenlikçi politikalara ağırlık vermekten de imtina etmiyordu.
Macron’un önerilerine AB’nin en büyük ve etkili ülkesi Almanya’nın resmi olarak kabul edilebilecek cevabı ise Başbakan Merkel’den değil, onun halefi olması beklenen CDU genel başkanı Annegret Kramp-Karrenbauer’den geldi. Almanya medyasındaki kısaltılmış adıyla AKK, bir Avrupa süper devleti önerisine karşı çıkıyor ama güvenlik ve iltica politikalarında Macron’un önerilerinin arkasında olduklarını belirtiyordu.
Avrupa siyasetinde sağ popülizmin yükselişiyle mülteci sayısındaki artışın ilişkisi bazen çekingence ifade edilse de daima doğru orantılı olarak ele alınıyor ve bu yüzden de sağ popülizme ilişkin her argüman ve söylem bir aşamadan sonra iltica hakkına ve seyahat özgürlüğüne getirilecek, getirilmesi düşünülen, getirilen sınırlara, sınırlamalara, güvenlikçi politika önerilerine gelip dayanıyor.
Refah şovenizmi demokratik değerlere karşı
26 Mayıs’ta yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesine denk gelen Macron’un manifestosu Fransa’dan Avrupa’nın geleceğine ilişkin yükselen tek ses değil. Fransa’nın popüler filozofu Bernard-Henri Levy bir yazarın iç monologlarından oluşan sahne gösterisi ‘Looking for Europe (Avrupa’yı Aramak) ile Avrupa turnesine çıktı. Gösterisinde Bernard-Henry Levy milliyetçilik ve popülizmin yükselişi karşısında Avrupa için duyduğu kaygıları anlatıyor. Levy, 20 Mayıs’a kadar 20 Avrupa kentini dolaşacak ve temsilini sahneye koyacak.
Avrupa siyaseti, Tanıl Bora’nın kavramıyla ‘refah şovenizmi’ ile demokratik değerler arasında salınırken 21’nci yüzyılın siyasi ve iktisadi hareketlerini ve entelektüel söylemini dünyanın yoksunlarının, evsizlerinin, işsizlerinin, asilerinin mobilitesinin, seyahat özgürlüğünü radikal kullanımının belirleyeceği görülüyor.
T24 Pazar yazılarıma başlayışım yine yoğun biçimde ‘sığınmacılık ve evsizlik’ konuları üzerinde düşündüğüm bir döneme denk geldi. Ama tam da bu konular benim 30 yıldan fazladır dönüp dönüp yeniden geldiğim meselelerdir. Buradan bir şey beklediğim, buradan dünya için bir umut beslediğimin farkındayım.
Tam da şimdi, buraya ‘siyaset karşısında edebiyat’ diye tanımlayabileceğim meseleme ilişkin bir yazımı almak isterim. 2015 yılında, bir Viyana seyahatimin hemen ertesinde IAN Edebiyat dergisinin aynı yılın Ekim sayısı için yazdığım ‘Edebiyatın Sığınmacısı başlıklı yazım şudur:
“1989 yılında yayımlanan ve girişinde ‘Bütün evsizlere ve suçlananlara adanmıştır’ ithafı bulunan ilk öykü kitabım Evsiz Ülke Hikâyeleri'nin (1. basım BFS, 1989, 2. basım Everest Yayınları, 2007) adını aldığı Silivri'de Siyaset (Evsiz Ülke) öyküm şu paragrafla biter: Ben Rainer'i, Nina'yı, Oliver'ı ikinci bir kez görmeyeceğim. Almanya'ya gittiğimde de onlara uğramak yok, biliyorum. Eskatoloji ise bir bilim değil. Onları bir kez daha görmek için yeni bir darbeyi beklemek. Ülkem. Beni evime götür.
Bu evsizlik durumu benim edebiyatımda başından beri hep temel sorunsal ve motiflerden oldu. Evsiz Ülke Hikâyeleri'ndeki öykülerimi cezaevinde yazmıştım. 1989'da ise artık dışarıdaydım ama ancak 2004’te iptal edilen bir yasa uyarınca 16 yıl pasaport alamadım. Belki bu da etken oldu ve ben Türkiye'yi kısa bir süre için de olsa terk edemesem de bütün bu seneler boyunca, evsizlik haleti ruhiyesi beni hiç terk etmedi, Türkiye de benim için hep bir evsiz ülke olarak kaldı. Bir sığınmacı istikbali beni bir gelecek vizyonu olarak takip ede durdu.
Daha başından, cezaevinde biliyordum, devlet ve siyasi iktidarlar ülkeleri evsizleştiriyordu. Ben de işte evsiz bir Türkiye muhalifiydim. Hayatım böyle forme olmuştu.
Evsizleşen ülke Türkiye
Şair Ufuk Akbal, 2011 yılında Ferda Keskin'in dersi için yazdığı Ahmet Tulgar'ın Evsiz Ülkesi’nde Evsizliğin Melankolisi başlıklı tezinde şöyle diyordu: ‘İnsanın içine doğarak bir ülkeye ait olmasının bizatihi kendisi melankoliktir. Bu neredeyse kaçınılmaz bir zorunluluk gibi tezahür eder. Ancak yine anlatıcıyı zorlayan, aynı aidiyeti bir şekilde sürdürmekte olan - hem de tam yanı başında- başka insanların varlığı olmuştur. Böylece kendisinde bir yerlerde saklı olan, kâh görünüp kâh kaybolan duyguyu yani önce evsizlik ve akabinde ülkesizlik duygusunu sürekli suratına vuran bir fotoğraf ortaya çıkmıştır.’
Silivri'de Siyaset (Evsiz Ülke), bir darbe hikâyesidir. Anlatıcı, darbe döneminin tanığı Alman dostları Türkiye'yi terk edip ülkelerine dönmeye hazırlanırken kendi evsizliğinin bütün şiddeti ve melankolisiyle yüzleşmektedir öykü boyunca.
Bu melankoliyi geçen ayın ortasında bir hafta boyunca Viyana sokaklarında içimde taşıdım. Gömlek cebime sık sık dokunarak yerinde olduğunu kontrol ettiğim pasaportum gibi. Almanya'yı boydan boya kat eden trenimden Wiener Hauptbahnhof'da indiğimde yerlere uzanmış, çökmüş ya da ayakta bekleşen yüzlerce Suriyeli mülteci ile karşılaşmıştım garda. Macaristan sınırını yürüyerek geçmiş ve Viyana'ya gelmişlerdi. Reumannplatz'a yürürken gözlerimden yaşlar damlıyordu. Bir hafta içinde Türkiye'ye dönecektim ama bu bir hafta boyunca ben de kendimi bir sığınmacı gibi hissedecektim artık bu denli iyi tanıdığım bu güzel kentte.
Yine öncelikle muhaliflerin ve belki de toplumun büyük bir kesiminin, Kürtler'in de öncelikle tabii, bu sığınmacılık ihtimalini belli belirsiz ya da kuvvetle hissettiği, iktidar tarafından hissettirildiği bir dönemden geçiyoruz Türkiye'de. Türkiye yine evsizleşmiş bir ülke oldu yani.
Heinrich Mann ve karısının Nazi Almanyası'nı terk edip Pirene dağları üzerinden Portekiz'e ulaşmak için yaptıkları yolculuk boyunca çektiklerini, içine düştükleri sefaleti hatırlıyorum sık sık yine. Edebiyatçıların, entelektüellerin iktidarlar tarafından evsizleştirilmesinin bu hazin örneğini.
Yazarın dilin içindeki ev arayışını irdeliyorum.
Türkiye’den Türkçe’ye sığınmak!
Duygusal Anatomi (Can Yayınları, 2015) adlı kitabımın girişinde şöyle diyorum: Türkiye'den Türkçe'ye sığınmış biriyim ben. Burası iyi.
Ağabeyi Heinrich gibi tehlikeli bir yoldan olmasa da ve menzile vardığında onun çektiği sefaleti çekmese de Thomas Mann da Nazi döneminde ülkesini terk edip sığınmacı olmak zorunda kalmıştı. ‘Ben neredeysem, Almanya oradadır’ diyordu sürgünde. Bu bir avunma, bir avuntu değildir; devletler, siyasi iktidarlar ülkeleri evsizleştirirken, yazarlar dilde kendileri ve okurları için bir ev inşa ederler. Dilden ev.
Yazarın bu ihtiyacına cevap vermek gibi, bir anlamda 'pratik' olan, bu faydanın yanı sıra edebiyatın savaşa, çatışmaya ve totaliter rejimlere karşı bir varoluş ve varoluş tanımı üretiyor olması edebiyatın kıymetini en net biçimde ortaya koyar.
Edebiyatçının ülkesinin ya da dünyanın zor zamanlarında yaptığı üretim, devletin, devletlerin ve siyasetin yıkıcılığının karşısında insanlık ve barış için büyük bir güç biriktirmek anlamına gelir.
Edebiyatı sıklıkla şöyle de tarif ederim: ‘Edebiyat, fazlalıkları atarak hayatı anlaşılır kılar.’ Savaşların, çatışmaların sebepleri aslında çok basittir. Ancak bu dönemlerde çalışmaya başlayan propaganda ve manipülasyon makinesi bu sebebin üzerine ağır bir moloz yığar, basiti karmaşıklaştırır, yığdığı fazlalıkları yasalarla korumaya alır. Edebiyat, işte bu defa da bu molozu kaldıracak ve savaşın saçmalığını ortaya koyacak, öldürme ve ölmenin basit hesabını deşifre edecektir.
İnsan siyaseten düşman olduğunu edebiyatla affeder
Diğer taraftan edebiyat, hayatı sadece anlaşılır kılmakla yetinmemekte onun güzelliğini de sergilemektedir. Ya da şöyle diyelim: Anlaşılır kıldıkça güzelliğini ortaya koyar. Anlama ve anlatma doğrudan bir estetik çabasıdır.
Siyaset ve onun savaşı, insanı bir biyopolitik nesnesine indirger, kitleselleştirir-kütleselleştirirken, edebiyat insanı hem kardeşleştirir hem de kahramanı kılarak biricikliğini ortaya koyar. Ölen, öldürülen kitlenin içinden biri değil, biriciktir edebiyata göre. Çok kıymetlidir yani bu nedenle.
Edebiyat, insana siyaseten ya da bir başka saikle düşman edilmiş, edinilmiş olanı, varoluş ve var olma koşulları içinde anlatarak affettirir. İnsan siyaseten düşman olduğunu edebiyatla affetmektedir. Savaşın propaganda ve manipülasyon zehrine karşı bu, en etkili çaredir.
Bütün bunlar edebiyatçının tam da savaşın ve çatışmanın ortasında kaleme sarılması için yeterli sebep değil mi?
Romancı ve Hayat makalemde şöyle derim: ‘Romancı romanın olay örgüsüne kahramanının ölümünü katsa da, kahramanının hayatını ölümüyle beraber kurgulasa da, belki de kahramanının ölümünden yola çıksa da, onun için uzun, daha uzun bir hayat umar ki, olay örgüsünü daha geniş tutabilsin ve romanı olması gerektiği kadar kapsamlı kurabilsin. Ancak başkalarının hayatı, romancıyı sadece müstakbel ve olası bir kahramanının, bir roman kahramanının yaşamı olarak ilgilendirmemektedir. Yaşayan, hayattaki her insan romancı için potansiyel ve olası bir okurdur. Henüz kendisini okumamış olsa da. Her insanın ölümünde romancı kendisine sorar: Okurum muydu?’ (Henüz Zaman Var, Doğan Kitap, 2013). Bu söylediklerim hiç kuşkusuz öykücü için de geçerlidir.
Evet, bu evsiz ülkede, şimdi yine, edebiyatın sığınmacısı olma zamanlarındayız.”
Kapak görseli: Mehmet Teoman