Selahattin Demirtaş’ın bireysel yazarlık serüveni ve uğraşı (günümüze kadar uzanan) modern çağın yazarlık (kronistlik) durumu ve faaliyetinin, dahası yaşam biçiminin, varoluşunun alegorisi olarak da izlenebilir. Hapiste, hücrede (yazı odası), iletişim ve sosyalizasyon olanakları kısıtlı, gözetim ve denetim altında, yoksunlaştırılmış bir gündelik hayatın dayatmasında, gözden ıraklaştırılmış, sessizleştirilmeye, sesini duyurması engellenmeye çalışılıyor. Peki, bütün bunlar her yazarın da az ya da çok karşı karşıya olduğu durumlar, değil mi? Derece derece de olsa teknik hapishaneden başlayarak kent, ülke, bütün gezegen iktidar mekanizmaları ve sistemlerince boy boy gözetim, denetim, disiplin, cezalandırma ve yönetim uğraklarına, kısıt ve yoksunluk ortamına dönüştürülmemiş midir, dönüştürülmüyor mudur zaten? Hücresindeki yazar; piyasa, iş bölümü, kültürel çöküş ve iflas, kitle medyası, siyasi otorite karşısında uğraş ve üretimini sürdüren edebiyatçının en net imgesini sunuyor burada.
Selahattin Demirtaş, hem öykülerinin kahramanlarını hem kendini hem de çağdaş yazarı gösteriyor. Göstergelerle uğraşırken kendisi de bir göstergedir artık. Gösteren ile gösterilenin bireşmesidir. Kahramanları yaşadıkları hayatların kısıt ve yoksunluklarını, kendisi yüksek güvenlikli cezaevi sistemini aşarken, gözden ırak tutulan, ırak kalmış günümüz (yüksek nitelikli) edebiyatçısının da çileci ve direnişçi olarak imgesi zuhur ediyor.
Estetik arkeoloji, kurgusal projeksiyon
‘Seher’ gibi ‘Devran’da da Demirtaş’ın öykü kişileri ya da kahramanları (bu kavramın bütün çağrışımları onlara pek de yakışıyor) toplumsal, siyasi ve iktisadi açıdan yoksunlaştırılmış, yoksullaştırılmıştır. Demirtaş’ın, bu öykü kahramanlarının bireyselliklerine dalarak gerçekleştirdiği estetik arkeoloji ve kurgusal projeksiyon ile okur bu yoksunluk durumlarının aşılma imkânlarına vakıf, yoksulluk içindeki (yoksulluğa rağmen) bu insanların bireysel zenginliğine ve dahası ihtişamına tanık oluyor.
Selahattin Demirtaş, önemli ve başarılı bir siyasetçi bir yandan da. Siyasetin, dahası siyasi öncülük pozisyonunun kendi kısıtlamaları, sınırlamaları olmalı, vardır. Siyasi öncünün toplumsal perspektifi kitleselleştiricidir. Daha kötüsü yığınlaştırıcı. Demirtaş siyasetçi olarak da bu perpektifle kısıtlamadı kendini politik kariyeri boyunca. Daha önce birkaç yazımda (en son 13 Mayıs 2018’te Cumhuriyet Pazar’daki ‘Taş Duvarların Ardında Kaynayan Neşe’ başlıklı yazımda) vurguladığım gibi ondaki yerleşik varoluşsal neşe, sağaltıcı mizah korudu Selahattin Demirtaş’ı; siyasetin birey ve toplum karşısındaki bu kitleselleştirici, yığınlaştırıcı perspektifinden.
Şimdi aynı neşe ve mizah, kahramanlarına duyduğu derin şefkatle birleşip onlara yoksunluklarını, yoksulluklarını aşma mücadelesinde el veriyor Demirtaş’ın öykülerinde. Yığınların içinden mizahın sağaltmasıyla doğrulan bireyliliklerle karşı karşıyadır okur. Trajedinin ortasında beliren varoluşsal neşe ve gülümsemenin direniş imkânı ve motivasyonuna dönüştüğü bir ülkedir artık burası. Demirtaş’ın öyküsel coğrafyası.
Siyasi öncülük
Demirtaş edebiyatında kahramanlarıyla el ele yoksunluk ve yoksulluk durumunun trajik kısıtlarını aşarken, siyasetçiliğinin önüne koyduğu tuzakların da üstünden atlıyor ve siyasi öncü olarak özgünlüğünü de muhafaza ediyor böylelikle.
‘Siyasi öncülük’ deyişini özellikle vurguluyorum. Bu konumdaki kısıt ve sınırlarla ilgili tam da bu deyişi kullanarak şöyle diyordu Demirtaş, İrfan Aktan’ın önerisi ve koordinasyonunda 27 Mayıs 2019 tarihinde Gazeteduvar’da yayımlanan kolektif söyleşide benim soruma cevaben:
“Verili olanla, hazır olanla yetinmeyi bilmiyorum ben Ahmet. Kalıplar, şablonlar, ezberler boğuyor beni, nefes alamıyorum. Önüme çıkan her sınırı, en az bir defa ihlal etmesem kendime olan saygımı, güvenimi yitirecekmişim gibi hissediyorum. Siyasi bir öncü olma hırsı veya güdüsüyle yapmıyorum bunları. Bunları yapıyorum diye bana siyasi öncü misyonu atfediliyor, ben de bundan kaçamıyorum. Ama bana bu misyonu atfedenlerin de kalıplarını, ezberlerini, sınırlarını ihlal etmekten alıkoyamıyorum kendimi. O zaman da, daha bir siyasi öncü olarak kabul görüyorum. Böyle böyle gidiyoruz işte, Allah sonumuzu hayretsin. Son kitabın Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı için eline sağlık diyorum.” (Kitabımla ilgili cümlesini bu alıntıdan çıkarmaya gönlüm razı olmadı. Bu da benim kişisel reklam faaliyetim oluversin, sevgili okurlar.)
Demirtaş öykülerindeki bireyler, mücadele ve direnişle kendi, hakiki boylarına geliyor, yükseliyor. Bireyin büyüme öyküleri olarak da okunabilir bu öyküler. Kırda doğanın görkemi, şiddeti ve iklim şartları, kente doğru gittikçe taş ocağı, fabrika, alışveriş merkezi, kapitalizmin ibadethane ve hapishaneleri yani ve her defasında siyasi otorite, iktisadi zor; bireyin karşılaştığı. Bütün bu devasa fonların önünde her öyküde insanın büyüyüşüne, arzusu ve eylemi ile kendi boyuna gelişine tanık oluyoruz.
Toplumsal ana rahmi olarak hücre
Burada diğer bir Leitmotiv’ten söz etmem gerekiyor. Demirtaş’ın öyküleri arzu süreçleridir. Demirtaş çapkın öyküler yazıyor. Kahramanları, arzularının peşinde. Arzunun devrimci erotizmini hissettiriyor okura her defasında Demirtaş. Fakat onun kadınları arzunun yanı sıra kurtarıcı ve koruyucudur da çoğunlukla. Kahramanlar, doğanın şiddeti, ekonominin baskısı, iktidarın zulmü ve erkekliklerinin toplumsal rolünden sevgilinin koynuna, annenin rahmine sığınıyor.
Demirtaş öykülerini yazıp, mahkeme savunmalarını hazırladığı, siyasi öncülüğünü sürdürmenin de yollarını bulduğu hücresini çoktan bir toplumsal ana rahmine dönüştürmüştür.
Cumhuriyet Pazar’daki yazımda şöyle diyordum:
Oyun, herhangi bir çıkar gözetmeksizin ve tam bir gönüllülükle girişilen bir faaliyettir. Bir çocuk samimiyeti ve neşesi ile. Selahattin Demirtaş homo politicus’tan (siyasi insan) homo ludens’e (oyun oynayan insan) kolayca geçiyor ve her seçim kampanyasına gönüllü, dünden hazır ve neşeyle başlarken, bütün bir toplumu beraber oynamaya çağırıyor. Halayda ve siyasette. Bu çıkardan uzak, estetik çocuksuluk, onun her seçim kampanyasında yeniden tazeleniyor olmasının, imgesinin kesintisiz reenkarnasyonunun iksiri. Taş duvarlarla çevrili cezaevi hücresini bile güç odaklarının bütün karşı çabalarına rağmen toplumsal bir ana rahmine dönüştürüyor. (Taş Duvarların Ardında Kaynayan Neşe)
‘Toplumsal ana rahmini’ şöyle de tarif etmek mümkün Selahattin Demirtaş’ın öykülerini okudukça: Yoldaşı Abdullah Zeydan ile rehin tutulduğu Edirne’deki bu hücre, bir yandan da her geçen gün yeni öykü kahramanlarının, emekçilerin, devrimcilerin, yoksulların, yoksunların çıka geldiği, boy verdiği, el aldığı bir verimlilik ortamı, mümbit bir döl yatağı, edebiyatın şenlendirdiği yediveren bir inzivadır.
Geçen kış Ankara’da Selahattin Demirtaş’ı iki kez mahkeme salonunda savunmasını yaparken izledim. Saatler sürecek söylevine başlar başlamaz bir tragedya kahramanıydı artık karşımızdaki.
Selahattin Demirtaş: Kendi hayatının baş eğmez kahramanı… Sadece öykü kahramanlarının hayatına bakmak için önündeki beyaz kağıda eğiliyor. Yazmak için.