Müzikleriyle geliyorlar. Akordeonlarıyla. Oranın melodileriyle, gelir gelmez öğrendikleri buranın melodileriyle. Adrian ile geliyorlar. Adrian en fazla bir yaşında. Babası çalıyor, annesi onunla masaları geziyor.
Müzikleriyle geliyorlar. Çalmasalar da içlerinden söylüyorlardır. Oranın şarkılarını, buranın şarkılarını. İçlerindeki şarkılarla karşı koyuyor, refüze edildiklerinde gülümseyebiliyor, sakince ve zarafetle çekip gidebiliyorlardır. İçlerinde şarkılar, ellerinde kalem, mendil, piyango bileti.
Garsonlar talimatlı, sıkı sıkı tembihli, daha kapıdan geri çeviriyorlar, daha kaldırımdan. Zabıtalar emre amade, üniformaya meftun. Gereğini yapıyorlar.
Kafe müşterileri kendilerinden memnun, umursamazlığı pek de yakıştırıyorlar kendilerine. Masaya kadar gelebilirse biri, ‘cool’ kalmak, gelmemiş, yokmuş gibi davranmayı ustalıkla sergilemek, evet ‘sergilemek’, evet ‘yokmuş gibi’, kentliliğin şanındandır artık. Sorsan bin mazeret, bin meşruiyet, iktisat, siyaset. Ya da yakınma: “Hiç bitmiyorlar ki. Devamlı geliyorlar.” “Öyle mi? Kaç kişi olsun isterdiniz hepsi hepsi?” “Kaç kişiye tahammül ederdiniz?” “Şu sayıyı bir belirleseniz.”
Hepsi böyle değil tabii, böyle duyarsız değil, ya üşeniyor ya da demode buluyor ondan. Kimi ise ‘sadaka kültürüne’ karşı, politik yani, bir kalkabilse şu masadan, örgütleyecek hepsini. Oysa sadaka isteyen kim? Müzik ihtiyaç her dem, diğer ürünleri de gerekiyorsa alırsın, gerekmiyorsa almazsın. “Ne bu kafa çevirmeler, dönüp bakmamalar?” “Teşekkür de mi edemezsin?”
Kafe müdavimleri, ehlikeyifler, kunt bir egoizmin antrenmanını yapıyor onlarla. Gündelik faşizmden özgüvenlerini damıtıyorlar. Küçük kapitalizm alıştırmaları. Geçerken. Onlar üzerinden. Adrian’ın müzisyen babası üzerinden, helvacı ihtiyar, mendilci kız üzerinden.
Dünya nüfusunun yarısından çoğuna kapıyı gösteriyor garsonlar her gün defalarca. Her birinin şahsında, istemeye istemeye. Zabıtalar ise sınır muhafızlarıyla buluşuyor. Sınırlar kafe kapılarına, villa duvarlarına, site girişlerine, kaldırımlara kadar çekilmiş. Refahın küçük yüzölçümü kadar her yer. Geri kalanına dünyanın sırtını dönüp oturuyor kafe müdavimi, villa sahibi, site sakini.
Herkes gümrük memuru artık yani. Herkes kayıtlı ekonomi taraflısı. Herkes ekonomiye kayıtlı ama yoksulluğa kayıtsız.
Çocuklara şefkat bulunup çıkarılıyor bir yerlerden. Ama ırkçılıkla ve kibirle beraber geliyor o da. Doğum kontrolünden dem vurur kimi, kimi sosyal hizmetler uzmanı edası ve işgüzarlığı ile el koyacak handiyse çocuğa, çocuklarına yoksulların.
Oysa nasıl güzel giydiriyor bazısı bebeğini. Tertemiz. Nasıl gülüyor annesinin kucağında. Nasıl yerli yerinde o bebek. Ayaklarına karasular inip de çöktüklerinde kaldırıma, akordeonunu çıkarıp Adrian’ı kucağına alıyor babası. Nasıl hayran bakıyor annesi ikisine şimdi.
Kentliler kendilerini buluyor göçmenler, mülteciler, yoksullar üzerinden. Konumlarını buluyor her gün. Düzeni pek güzel buluyor. Bu zalim düzeni. Ayrıcalıklarını saptıyor, keyfini çıkarıyorlar kafelerde bu ayrıcalıkların, ayrıcalıklarının.
Kazançlarından emin, kazandıklarından emin oluyorlar böyle böyle.
Metropol kafeleri: Talimgâhları küresel kapitalizmin.
Siteler: Garnizonları refah şovenizminin.
Kaldırımlar: Piyasası gündelik faşizmin.
(Bu yazım Ocak 2013’te yayımlanan ‘Henüz Zaman Var’ adlı kitabımda yer almaktadır.)