Üniversitenin gerek bir kurum olarak gerekse de yerine getirdiği işlevler olarak kendisine ilişkin çıkarsamalarımızın her geçen gün biraz daha fazla hayalkırıklığı yaratmakta olduğunu görüyoruz. Bunun arkasında içinden geçtiğimiz dönemden çok daha fazlasıyla etkili olan gücü seven ve onun üzerinden pozisyon olan konumumuz olduğu gerçeğini es geçmemeliyiz. 12 Eylül darbesinin bu ülkeye belki de en büyük armağanı olarak görülen ve bugün halen daha etkisi süren YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) üzerinden gerçekleştirilen düzenlemelerle birlikte kurumun kendisi asıl hedefinden uzaklaştı. Gelenek üzerinde temellenmesi gereken sistem bizim ülkemizde tam aksi yönde geleneksizlik düzeyinde şekillendi ve zaman içerisinde üniversite hocalarının sık sık görevden uzaklaştırılmaları ile sürüp gitti.
Siyasetin her daim özel ilgi gösterdiği ve kendi istediği anda göreve çağırdığı bir kurum olarak tarihteki yerini aldı. Bunun aksini savunanların ve bu yönde çaba gösterenlerin sonunu da yine aynı belgelerden okuyabilirsiniz. Sadece birkaç örnek bile durumu aydınlatmaya yeterli olacaktır. 1960 darbesi sonrasında dönemin Milli Birlik Komitesi üyelerinin imdadına yetişenlerin ülkenin anlı şanlı üniversite hocaları olması ve ortaya koydukları tesadüf değildir. Bir başka örnek 1980 darbesinin bir numaralı ismine verilen onursal doktora unvanlarının bolluğudur. 1980 sonrası ortaya çıkan yeni koşullar beraberinde üniversitelerin ve onun çalışanları pozisyonlarına indirgenen öğretim üyelerinin de düzen içerisine alınmalarını getirecektir. O günden sonra geçen yaklaşık kırk yıl içerisinde ise tam da buna uygun ve istenilen öğretim üyesi profili yaratılacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanı Külliye'deki açılış konuşmasında üniversite mezunlarına iş garantisi konusunda söyledikleriyle, vakıf üniversitelerine yönelik eleştirileriyle son derece doğru yerlere temas etmişlerdir. Üniversitenin iş bulma kapısı olmadığı gerçekçi bir yorumdur buna karşın bütün eğitim sistemimizi bunun üzerine kodlamak ve ana sınıfından başlayarak tüm öğrencilerimizi buraya doğru yönlendirmek ise eğitim sistemimizin yaptığı hatalardan bir tanesidir. Yine bu kırk yıl içerisinde her siyasal iktidar üniversite sayısının arttırılmasını bir başarı olarak önümüze koymuştur ancak asıl üzerinde durulması gereken buradaki öğretim üyesi kalitesini arttırmak mevzusunu ise her nedense es geçmişlerdir. Oysa üzerinde önemle durulması gereken ve geleceğe yatırım yapılması gereken yer tam da burasıdır. Ne yazık ki yıllar içerisinde burası da ülkenin pek çok kurumunun yaşadığı içten çökertilmeyi yaşamış ve paralel devlet özlemi çekenlerin yuvalandığı alanlar haline dönüşmüştür.
Adı vakıf üniversitesi olarak geçmekte olan ve son dönemde öğrendiğimiz kadarıyla bütün yatırımını öğrenci çekebilmek üzerine reklama yatıran bir anlayış var karşımızda. Oysa adı ile çelişen ve herkesin gayet iyi bildiği bir durumun yani özel üniversite konusunun yasal anlamda da şekillendirilmesi, yaşanmakta olan tuhaflığı ortadan kaldıracaktır. Tabela üniversitesi pozisyonunda bulunan ve apartmandan bozma yerlerdeki üniversite mantığının terk edilmesi ve gerçek anlamda iyi ile kötünün ayrıştırılmasının önünün açılması elzemdir. Kendisi eleman yetiştirmeyen ve devletin yetiştirdiği hazır kadroları istihdam eden anlayıştan belki bu sayede kurtulacaktır.
Yeniden devlet üniversitelerine dönecek olursak sadece son bir yıl içerisinde bütün uyarılara karşın verilen kadro ilanlarının sosyal medyadan gelen tepkiler sonrasında düzeltilme yoluna gidiliyor olması bile durumun tuhaflığını ortaya koymaktadır. Nepotizmi iliklerine dek yaşayan kurumlar haline dönüştürülen taşra üniversiteleri açısından durum tam anlamıyla bir fecaattir. Buna karşın ülkenin büyük kentlerindeki üniversitelerinde de son derece tuhaf ama bir o kadar da anlamsız ve sevimsiz kadro savaşları yaşanmaktadır. Liyakatın yerini kayırmacılık anlayışı aldıkça işler içinden çıkılamaz bir hale bürünmekte ve her geçen gün biraz daha mutsuzlaşan bir kitle üniversitelerde görev yapmayı sürdürmektedir.
Bir dönem ekonomik anlamda katkı yapılması amacıyla hayata geçirilen akademik teşvik ödeneğinin de yeniden sorgulanmasının tam sırasıdır. Çünkü zaman içerisinde bu düzenlemenin üniversitenin iç işleyişi içerisindeki pek çok konuyu kendisine bağımlı hale dönüştürdüğü görülmüştür. Örneğin düzenlenen kongreler, sempozyumlar ve buralardaki bildiri kitapçıklarının tam metin halinde yıl bitmeden basılı hale getirilmesi bile bu takvimle yakından ilişkilidir. Artık bütün akademik çağrılarda aynı ibareyi görebilirsiniz, akademik teşvik kriterine uygun olan bu yeni durum basılan kitapları, kitap bölümlerini ve kısaca bu alana ilişkin bütün işleyişi de farklı bir hale büründürmüştür. Lisansüstü çalışmalarında öğrencilerden istenilen makalelerin buna uygun yerlerde yayınlanabilmesi için danışman hocaların ilk isim olarak konulması hatta onların yanına sık sık eşlerinin veya bir başka hocaların da ilave edilmesi gibi durumların yaşanması adeta normalleşmiştir.
Her yılbaşında üniversitelerin akademik teşvik ile ilgili yoğun bir teşviki mesaiye girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki söz konusu bu mesainin ülkeye ve bilime bir katkısı var mıdır? Burada ise ortaya konulanların en iyimser ifadeyle yüzde 95’inin raflarda kalacağını söyleyebiliriz. Herkesin bildiği ve kendi güvenlikli alanını koruduğu bir yere dönüştürülen üniversite anlayışı ile her yıl yayınlanmakta olan dünya üniversiteler sıralamasında yer alabilmemiz de pek mümkün gözükmemektedir.
Bunun arka planında nicelik üzerine yoğunlaştırılan ve kendisinden istenilen niceliksel yaklaşımları yerine getiren akademisyen tipinin büyük bir etkisi bulunmaktadır. Yine akademi içerisinde kendisine olan özgüveni tavan yapmış ve her konudan anlayan ‘hoca’ tiplemesi de yine içinden geçmekte olduğumuz dönemin bir diğer sonucudur. Fakat bu isimlerin konuşurken, sosyal medya aracılığıyla bir takım paylaşımlarda bulunurken atladıkları veyahut görmezden geldikleri önemli bir nokta bulunmaktadır. Akademinin korunaklı alanları içerisinde konuşmakla, kamuoyuna mal olan alanlar hakkında görüş beyan etmek aynı şey değildir. Kendi bilimsel alanınızda kullandığınız cümlelere gelebilecek olan eleştiriler sınırlı ve az sayıdadır. Buna karşın sosyal medyadaki bir tweet aynı anlama gelmeyecektir.
Sizler gündemi belirleyebileceğinizi zannederken bu kez gündem olmaya ve gündem aracılığıyla biraz da üniversite hocalığına ilişkin algının da kırılmasına yol açıyorsunuz. Aslında belki de farkında olmadan yararlı bir şey yapmış oluyorsunuz. Sizler sayesinde bu ülkenin üniversiteleri ve buralardaki üniversite hocaları da yeniden gündeme gelmiş oluyorlar. Belki de bu yüzden ağzınızı her açtığınızda veyahut bunları yazarak kitlelerle buluşturduğunuzda artık siz sadece siz değilsiniz. Aynı zamanda ülkenin içerisinden geçtiği derin yarılmanın da bir parçasısınız. Bu yüzden ahkam kesmek ve tavsiyelerde bulunmak yerine tevazu göstermeyi ve saygı duymayı öğrenmelisiniz.
Belki de tüm bu ve bunun gibi sorunlar yüzünden üniversiteyi ve orada olup biten uygulamaları yeniden gözden geçirmeliyiz. Teknolojinin böylesine etkili bir hale büründüğü bir dönemde üniversitenin kendisi de bir özeleştiri yapmayı ve farklılaşmayı göze almak durumundadır. Aksi halde önümüzdeki yıllarda üniversiteye ilişkin algılar kadar oradaki öğretim üyesi profillerini ve ortaya çıkan öğrenci kitlesini de konuşmaya devam ederiz. Ancak ne yazık ki tüm bu konuşmalar sadece ve sadece havanda su dövmeye yarayacaktır.