Sözün ağırlığı ve önemi ortadan kalktıkça kendimizi anlatmak için başka eylemleri kullanmaya başladık. Gündelik hayatımızda son derece sığ ve klişeler üzerinden konuşan insanlar olmamıza rağmen yine de hepimizi frenleyen başka etmenler vardı.
İçinden geçtiğimiz yıllarla birlikte daha iyiye, güzele doğru ilerlemek yerine her seferinde biraz daha seviyeyi düşürmeyi maharet haline getirdik. Çirkinleştik, seviyeyi düşürdük ve belki de hepsinden önemlisi daha önceleri sinemada, dizilerde gördüğümüz ‘kötü’ karakterini çok daha fazla benimser olduk.
Bireyin değerinin anlaşılması sürecini egoların değer kazanması buna karşın toplumsal değerlerin değerini yitirmesi olarak anladık. Herkesin birbirine saygı duyması üzerinden yürüyebilecek olan zemini de elbirliği ile ortadan kaldırdık. Kim daha güçlü ise onun dediklerinin doğru olduğu bir ülke olmaktan bir türlü uzaklaşamadık. Bu yüzden bu coğrafyada ‘tek adam’lık kader olmanın ötesinde bir anlama sahiptir.
Sokakta, siyasette, ailede ve tabii ki spor sahalarında da benzer davranış kalıplarını dolaşıma soktuk. Bize zarar verme ihtimali olan kişiye saygı görünümlü davranış gösterme uyanıklığımızı hiç ama hiç terk etmedik.
Son otuz yıl içinde spor sahaları da bu açıdan yeniden dizayn edildiler. Gücün daha fazla hissedildiği bir toplumsal iklimde spor sahaları rahatlıkla buna karşılık bulunabilecek kimlikler üretilecek yerlerdir. Yönetici modelimizin her defasında böylesi bir şekilde işliyor olması herhalde tesadüf değildir.
Benzer durum teknik direktörlerimiz için de geçerlidir; demokratik, katılımcı teknik direktörler bizim takımlarımızda karşılık bulamazlar. İmparatorlara ihtiyacımız var, çünkü ancak onlar sıkıntıda giden bir oyunu ‘motivasyon’ yoluyla çevirebilme kapasitesine sahiptirler. Bir de onların yaptıklarını hiç kimse eleştirme cesareti gösteremez, buna cesaret edenler çok kısa bir süre içerisinde hak ettikleri karşılığı alırlar.
Rol modellerinin aynı tip insanlardan oluşması ve delikanlılığın, erkekliğin her defasında biraz daha yüceltilmesi yine bu dönemin ürünleridir.
Kazanma ve kaybetme kavramlarının sosyolojik anlamda birbirleri ile olan irtibatının kesilmesinin ardından kazanmak ya da başarmak yüceltilirken kaybetmek ya da başarısızlık insani bir takım zaaflara indirgenmiştir.
Yolunu bilen herkesin başarılı olabileceği düşüncesi kaybedenlerin dar kafalı, belirli ideolojilerin taassubundaki insanlar olarak gösterilmesine de olanak sağlamıştır. Değişimin yarattığı değer yargılarındaki kayıplara ayak uyduramayanlar ise sürekli olarak kaybetmeye mahkumdurlar.
Şerefli mağlubiyetler, namağlup ikincilikler, yenildik ama ezilmedik türündeki yaklaşımların bu yenidünyada herhangi bir kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır. Ne olursa olsun kazanmanın yolunun açılması ile birlikte toplumsal hayatımızdaki vefa, erdem, tevazu gibi duyguların da kaybolması hızlanmıştır.
80 sonrası Türk tipi liberal yaklaşımlar özellikle futbolda sık sık sergilenmiştir. Kuralların engellemesine takılmadan yöneticilik yapabilmek ve avantaj sağlamak bir taraf için önemli bir başarı kriteri oluştururken, kuralsızca elde edilen başarı rakipler ve taraftarlarında önemli bir gerilim ve öfke yaratmaktadır.
Bu durumun en tipik örneği olarak verilebilecek isim hiç kuşkusuz eski Fenerbahçe başkanı Ali Şen’dir. Ali Şen’in açtığı yolda ilerleyen kulüp yönetimleri Türk futbolu içerisindeki komplo teorilerinin yaygınlaşmasının yanı sıra gücün meşrulaştırılmasına da katkıda bulunmuşlardır.
Toplumsal yaşam içerisinde başarının ya da kazanmanın yüceltilmesi mantığı futbolda adeta ete kemiğe bürünür bir tarzda kitlelerin önüne konulmaktadır. Başarı her zaman ödüllendirilmese de modern dünyada başarısızlık cezalandırılmaktadır. Mutlak surette birinci olma mantığının yerleştirilmesinde Ali Şen’in açtığı yoldan ilerleyen Aziz Yıldırım-Fikret Orman-Ünal Aysal ve İbrahim Hacıosmanoğlu gibi kulüp başkanlarının yaptığı konuşmalar kadar yönetim uygulamalarının da etkisi büyük olmaktadır.
Tüketimde evrensel buna karşın fikirde bencil ya da sınıfına itaatkar yeni seçkin anlayışı özellikle üç büyük kulübün yönetimlerinde kendisini hissettirmektedir.
Bu süreçte medya yaptığı yayınlar aracılığı ile spor=futbol, futbol=süper lig, süper lig takımları=üç büyükler anlayışının yerleştirilmesinin zeminini yaratmıştır. ‘Başarıya tapınmanın, güçlüden yana olmanın, yenmenin yüceltildiği/kutsandığı buna karşın mağlubiyetin, ikinciliğin, mücadele etmenin yok sayıldığı bir anlayış futbol üzerine yapılan yorumlar ile topluma sunulmuştur. ‘Kazanmak için her yol mübahtır’ söylemine sık sık gönderme yapılırken ‘oyunun kuralları herkes için eşittir’ söylemi de unutulmamıştır.
Bu söylemler aracılığı ile var olan toplumsal düzen ve ilişkilerin meşrulaştırıldığını, özellikle üç büyükler olarak adlandırılan kulüplerin diğer kulüplerle arasındaki farklılığın, büyüklüğün (abartılı taraftar sayıları, bu takımları tutan bakan, başbakan, cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanlarının sık sık takımlarıyla ilgili yorum ve düşüncelerinin kamuoyuna yansıtılması, kazanılan lig şampiyonlukları, Avrupa kupalarındaki başarılar vs.), yöneticilerin iş bitiriciliği (futbol sahada kazanılmaz masada kazanılır, bunu da gerçekleştirecek olanlar iş bitirici yöneticilerdir) kitlelere medya aracılığı ile benimsetilmiştir. Medya ile birlikteliği öncesinde hayatımızda sıra dışı bir yan oluşturan futbol, bugün hayatlarımızın sıradanlaşmasını hızlandırmaktadır.
Kazanmayı/başarmayı her şeyin üzerinde tutan buna karşın kaybetmeyi/başarısızlığı dünyanın sonu olarak gören kültürlerde sportif aktivitelere atfedilen değerler de farklılaşmaktadır.
Sadece kendisinin, kendi ülkesinin, kendi takımının başarılı olmasını arzu edenlerin, bu uğurda her türlü kural dışılığı göze alabildiği dönemler yaşanabilmektedir. Hakemlerin, rakip takım oyuncularının baskı altına alınması, şiddete maruz bırakılmaları ‘normal’ kabul edilebilmektedir.
Kazanmayı kutsayan bakış açısı daha küçük yaştan itibaren gücün tek çıkar yol olduğu gerçeğini çocuklarına aşılamak suretiyle kuşaktan kuşağa aktarılır. Kurallar içerisinde adil ve eşit şekilde yarışmak yerine kural dışı hamleler ile rakibin önüne geçmek takdir edilir, buna yanaşmayan ya da uymayanlara ‘enayi’ gözüyle bakılır.
Eşitsizliğin ve adaletsizliğin toplumsal hayat içerisinde normalleştirilmesinde hiç kuşkusuz sportif alanda yaşananların da büyük etkisi bulunmaktadır. Çünkü sportif aktiviteler üzerinden toplumsal hayata değerler transferi gerçekleştirilir. Önce spor sahalarında denenen ve normalleştirilen değerler, gündelik hayat içerisinde daha hızlı bir biçimde kabul görürler.
Örneğin güç ve güçlüden yana olma duygusunun üzerinde yaşadığımız coğrafyadaki karşılığı üç büyükler olarak adlandırılan takımlardan birisinin taraftarı olmaktan geçmektedir. Güçlüden yana olanların iktidara daha yakın olduğu ve istediklerini daha rahatlıkla elde edebildiklerini spor fazlasıyla gösteren bir ayna olarak bizlere yansıtıverir.
Galipler ve mağluplar arasındaki çekişme özellikle az gelişmiş ülkelerde çok daha fazla ön plandadır. Kazanma duygusu beraberinde iktidarla iç içe bulunma ve iktidarın nimetlerinden faydalanmayı getirirken kaybetmek iktidardan uzaklaşmayı ve kazancın azalmasını getirmektedir.
Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanan bütün sportif karşılaşmalarda benzer görüntüleri görmek ve her seferinde bu defa ucuz atlatıldı cümleleri kurabilmek için olanları sadece oyun olarak görebilmek gerekir.
Oysa ki uzun zamandan bu yana oynanan, uğrunda mücadele edilen ve ezeli rekabet-ebedi dostluk lafları edilen şeyin adı spor değildir. Pek çok unsurun etkisiyle birlikte düşmanlığa doğru hızla yol alan ve birbirlerinden nefret eden taraftar kitlelerinin yaratılmasından sonra olan biteni sadece bir basketbol/futbol karşılaşması ya da birkaç kendini bilmezin küfür etmesi, sahaya yabancı madde atması şeklinde değerlendiremeyiz.
Her karşılaşma öncesi başta yöneticiler olmak üzere, teknik heyetlerin, sporcuların ve medyanın tırmandırdığı gerilim ve yaşananlar sonrası hesap görme mantığının hepimizi getirdiği yer bir avuç tükürükte boğulmaktan ibarettir!
Spora, sporcuya, sporun içindeki unsurların hiçbirisine saygı duymayan sadece kendi takımının başarısını isteyenler açısından bu durum ‘gurur verici’ olabilir. Ancak ‘mış gibi’ yaşanan hayatların ortaya çıkardığı gurur tablosu da bir tükürükte boğulmaya mahkumdur.