Başlık provoke edici gelebilir ancak ülkemizdeki durumu belirtmesi açısından buna çok sayıda onay geleceğini düşünüyorum. Sporun sadece futboldan ibaret olarak algılanması hususunda çok sayıda örnek verebiliriz ama sadece işin naklen yayın boyutlarına sahip olan televizyonlar açısından bakmak bile yeterli olacaktır. CİNE 5 ile başlayan, TELEON ve DİGİTÜRK ile devam eden naklen yayın serüveninde izle-öde sistemi üzerine kurulu olan bu kuruluşların ana hammaddesi futboldur. Halen naklen yayın haklarını elinde bulunduran DİGİTÜRK öncesindeki iki yayın kuruluşunun da naklen yayın ihalesini kaybettikten sonra hızla küçüldüğünü ve sonunda ortadan kalktıklarını biliyoruz. Yani işin belgesel, film, dizi, müzik kanalları üzerinden pazarlanması futbol olmadığı durumlarda ayakta kalabilmeyi garanti etmiyor.
İkinci örneğimiz ise 2000 yılında Galatasaray’ın UEFA kupasını almasının ardından tüm gazetelerimizin baş sayfalarından bu tarihi başarıyı kutlamalarıdır, geçtiğimiz yıllarda voleybol, basketbol kadın ve erkeklerde benzer tarihi başarılar elde edilmesine karşın medya aynı tepkiyi vermemiştir. Hastalıklı bir futbol sevgimiz olduğunu ve futbol ile kurmuş olduğumuz gönül bağının da kazanma/başarma odaklı olduğunu da belirtmeliyim. Türkiye’de sporun kuruluşundan itibaren bugün üç büyükler olarak adlandırdığımız Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe’nin (kuruluş yıllarına göre sıralanmışlardır) futbolun lokomotifliğinde spor örgütlenmesinde büyük pay sahibi olduklarını görüyoruz. Futbol her dönem bu topraklarda sporun bir dalı olmasına karşın onun önünde ve ötesinde bir yere konumlanmıştır. Özellikle 1980 sonrasında futbolun siyasal anlamda daha fazla kullanışlı bir alan olarak görülmesinin ardından futbola atfedilen önem ve ayrıcalık da artmıştır.
Özel televizyonların yayın hayatına başlamasının ardından futbolun gündelik hayat içerisinde daha kolay görünür hale gelebilmesinin yolu açılmış ve futbol yayınlarının saatinde büyük bir artış meydana gelmiştir. Liglerin başlaması ile birlikte cuma gününden başlayarak cumartesi, pazar, pazartesi günlerine yayılan dört günlük maç tartışmaları ekranlarda yer kaplamaya başlayacak. Bunun yanı sıra UEFA Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Ligi karşılaşmalarının başlaması ile birlikte salı-çarşamba ve perşembe günleri de naklen yayınlara ve tartışmalara dahil edilecek. Bir başka ifadeyle haftanın her günü futbolun olduğu bir programa denk gelme ihtimaliniz fazlasıyla mümkün olacak. Bu yazıdaki asıl amacım futbolu ve futbola dönük ilgimizi/ilgisizliğimizi tartışmak değil, halen sürmekte olan Olimpiyatlar üzerinden rakamların ışığında ülkemizdeki spor kültürüne ilişkin çıkarsamalarda bulunmak.
Rio 2016’ya katılıncaya kadar ülkemizin Olimpiyatlar’da kazanmış olduğu toplam madalya sayısı sadece 90 ve bu madalyalardan 2 tanesi de doping nedeniyle geri alınmıştır. Bu madalyaların dağılımına baktığımızda ilk sırada 28 altın, 16 gümüş ve 14 bronz madalya ile ata sporumuz olarak isimlendirdiğimiz güreş yer alıyor. Naim Süleymanoğlu’nun ülkemiz adına yarışmaya başlaması ile birlikte hareketlenen halter ise 8 altın ve 2 bronz madalya ile ikinci sırada yer alıyor. Bu iki spor dalının toplamda 68 madalya ile kazanmış olduğumuz madalyalarımızın yaklaşık %80’lik kısmını oluşturduğunu görüyoruz. Tekvando 1 altın, 3 gümüş ve 2 bronz madalya ile üçüncü sırada yer alırken, atletizm 3 gümüş ve 2 bronz madalya ile dördüncü sırada, boks 2 gümüş ve 3 bronz ile beşinci sırada iken son sırada ise 1 altın ve 1 bronz madalya ile judo bulunmaktadır. Kazanılan 90 madalyanın sadece 10 tanesinde kadın sporcularımızın kürsüye çıktıklarını ve onların da 2 tanesinin madalyalarının doping yaptıkları gerekçesiyle geri alındığını hesaba kattığımızda ülkemizin pek çok alanında olduğu gibi sporumuzda da ‘kadının adı yok’. 2016 Olimpiyat Oyunları sürerken ülke olarak yine başarı/madalya üzerinden konuşma ve Rio’daki eksiklikler üzerine “Biz çok daha iyisini yaparız demeye başladık. Son on yıl içindeki ekonomik gelişmeleri göz önüne aldığımızda belki çok daha iyi spor tesislerini -son dakikada da olsa- hayata geçirmeyi başarırdık. 2020 Olimpiyatları için yarıştığımız Tokyo’yu bile bu açıdan alt edebilirdik ancak iş, spor kültürü ve Olimpiyatlar’daki yerimizi karşılaştırdığımızda onların çok gerisinde olduğumuzu da yine rakamlar söylüyor. Tokyo 1964 Olimpiyatları’na da ev sahipliği yapmış ve bu oyunlardaki madalya sıralamasında ABD ve o dönemin SSCB’sinin ardından üçüncülük kürsüsünde yer almıştır. Bugüne kadar 130’u altın olmak üzere toplamda 398 madalyası bulunmaktadır ve bu madalyalar yüzme, atletizm, jimnastik, voleybol, binicilik, eskrimin de aralarında bulunduğu pek çok farklı spor dalında alınmıştır(Rakamlar konusunda sevgili dostum Bülent Tunga Yılmaz’a çok teşekkür ederim). Rio 2016’da 12 altın, 8 gümüş ve 21 bronz toplamda 41 madalya ile altıncı sırada yer alırken, ülkemiz 2 gümüş ve 4 bronz madalya ile altmışıncı sırada yer almaktadır. Sporcularımızın kazandığı 1 gümüş ve 1 bronz madalyanın arkasında ise devşirme sporcularımızın bulunduğunu da vurgulayalım. Ülkemizin her fırsatta 79 milyonluk nüfusu ile övünmesine karşın Olimpiyatlar’da mücadele edecek sporcu yetiştirme konusunda sıkıntılar içerisinde olduğunu yine rakamlar ortaya koyuyor. Bunu kapatmak için yüzmedeki sporcularımızın %50’sinin, kano-judo ve halterdekilerin %25’inin devşirme sporculardan oluştuğunu, atletizmdeki 31 sporcumuzun 16 tanesinin yani %50’den fazlasının devşirme olduğunu görüyoruz. Öte yandan masa tenisi ve kanoda bu oran %100’e çıkıyor. En ilginç oranlardan bir tanesi ise hiç kuşkusuz %14.28 ile güreşte. Devşirme sporcu meselesi içinde bulunduğumuz dönemde tamamen reddedilebilecek bir durum değil ama buna karşın belirli kriterleri göz önünde bulundurmak ve alttan geleceklere yol gösterebilecek sporculara ihtiyacımız var.
Yüz üç sporcu ile katıldığımız Rio 2016 oyunlarında 17 yaşında Mete Gazoz ve Tutya Yılmaz gibi gençlerin varlığı ‘enseyi karartmamamız’ için önemli birer umut ışığı. Buna karşın şişirilmiş sporcu istatistikleri ve sporu, spor kültürünü anlamaktan ve hayata sokmaktan uzak devlet bürokrasisi ile bu işin olamayacağını da anlamalıyız. Topyekun bir spor kalkınmasına ihtiyacımız var ve bunun için tesis yapmaktan çok daha önemlisi sporcuları gündelik hayatın içerisinde bulup yetiştirmemiz gerekiyor. Üç tarafı denizlerle çevrili, yılın altı ayı karla kaplı köylerinin bulunduğu bir coğrafi çeşitliliğe bir ülkeye sahip olmamıza karşın yüzme ve kayak gibi sporlarda hiçbir varlık gösteremiyoruz. Ata sporu olarak nitelediğimiz güreş bile artık üstün olduğumuz bir alan değil. Halbuki ilk olimpiyat madalyasını kazandığımız 1936 Berlin Olimpiyatları’ndan 1972 yılındaki Münih Olimpiyatları’na kadar kazanılan 42 madalyanın 41 tanesini güreşten elde etmişiz. Arada sadece 1948 Londra Olimpiyatları’nda Ruhi Sarıalp’in üç adım atlama dalında bronz madalyası var. O tarihten Rio 2016’ya kadar ise güreş alanında kazandığımız madalya sayımız sadece 17. Rakamların göstermiş olduğu gibi güreş sporunda da işler istediğimiz gibi gitmiyor. Yapısal anlamda ülkemizde sporun ve spor kültürü kavramlarının yeniden ele alınmasının yanı sıra ileriye dönük olarak nelerin yapılabileceğini madalyalara/başarılara takılmadan şimdi çok daha fazla konuşma zamanıdır.