30 Nisan 2018

Son 11

"Ülkemizde hayatımızın yansıdığı futbola dair öykülerin, romanların, filmlerin artması umuduyla..."

Türkiye futbol etrafında yapılan tartışmaların fazla buna karşın futbola dair gerçek anlamda düşünsel çıkarımların son derece az olduğu bir ülkedir. Aslında bu durum bir anlamda futbolumuzun ve hayatımızın içinde bulunduğu durumu da açıklamaktadır. Hayatımız gibi futbolumuz da bizi yansıtmakta ve her an her şeyin olabileceği bir futbolla, ülkede yaşamanıza yol açabilmektedir. Farklı ortamlarda daha önce de belirtmiş olduğum gibi biz, futbolu sevmiyoruz. Asıl sevdiğimiz işimize yarayan ve onun üzerinden kendimizi gösterebildiğimiz kısmına odaklanıyoruz.

Belki de bu yüzden ne kadar kendimizi yırtarsak yırtalım, futbolumuzdaki o kısır döngüyü bir türlü kıramıyoruz. İçinden çıkılan kentin takımlarını desteklemek yerine gücü elinde tutan ve çoğunluk olanları desteklemeyi yeğliyoruz. Geçmişte örneklerini yaşadığımız, kendi kentinin takımı şampiyonluğun ucundan dönüyor, buna karşın aynı kentin sokaklarında şampiyon olan takımın arabaları ile şampiyonluk kutlamaları sabahlara kadar sürebiliyordu.

Yüzyılı aşkın bir zamandır bu topraklarda futbol oynanmasına ve gerek amatör gerekse de profesyonel anlamda binlerce hikaye biriktirilmiş olmasına karşın ne yazık ki ortada futbola dair film, kitap ve belgesellerin yaşananları yansıttığını söyleyemeyiz. İşte bu açıdan Ferhat Uludere’nin son 11 isimli romanını ve orada anlatılan ülkemin futbol kültürüne dair ifadeleri önemsiyorum.

Öncelikle futbolun hayata dokunan yönünü küçük bir taşra kasabası üzerinden anlatan ve arada aslında hayatın farklı alanlardan bölünmüşlüğüne de vurgu yapan bir kitap var karşınızda. Hem futbola hem de hayatın ritmine birlikte sahip çıkabilen, içerisinde aşkın olduğu kadar hayal kırıklıklarının da var olduğu bir metin, sizi daha en başından itibaren içerisine alıyor ve hiç ama hiç bırakmıyor.

“…Şeref tribününe genelde maç yapan takımların yöneticileri ve mülki amirler geliyor, korumaların yarattığı çemberin güvenliğinde maçları izliyorlardı. Siyaset, spor ve sermayenin kol kola girip maç izlediği bu yer kuşkusuz dedikodu ve pazarlıkların da hararetle yapıldığı mekandı. Maçlar burada alınır, satılır, futbolcuların pazarlıkları yapılır ve teşvik primlerinden hakem taban fiyatlarına kadar her şey burada belirlenirdi. Kısacası futbola dair her türlü şerefsizliğin döndüğü bu yere, tüm bu iğrençlikleri gizleyebilmek için Şeref Tribünü adı verilmişti”(s.58). Günümüzün protokol tribünü olarak adlandırılan mekanının bir dönemin farklı ilişkilerinin nasıl belirlendiği ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

“…Hayat kimseye adil davranmadığı gibi futbol oynamak isteyen çocukları da kayırmıyordu ne yazık ki. Bazıları çim sahalarda öğreniyordu top oynamayı, bazıları toprakta. Bazılarının şut attıkları yerde kale direkleri oluyor, bazılarının golleri filelere takılıyor, bazıları sevinçlerini taraftarlarla yaşıyordu”(s.90). Bu satırları okuduğumda kendi çocukluğuma ve sokakta oynadığım futbol dolu yıllara geri döndüm. Futbolun ve hayatın tıpkı o güzel filmin (Dar Alanda Kısa Paslaşmalar) mottosundaki gibi fena halde birbirine benzediğini bir kez daha anlamış oldum.

Ama belki de kitabın en anlamlı kısmı son bölümlerinde soyunma odasında Puşkas Sami lakaplı teknik direktörün, kümeden düşen takımının oyuncularına son 45 dakika için yapmış olduğu konuşmada saklı. Çünkü bugün içerisinden geçmiş olduğumuz ve futbolu siyasete bir kez daha kurban ettiğimiz dönemi göz önünde bulundurduğumuzda, orada söylenenlerin ne kadar manidar olduğunu görmüş oluyorsunuz.

“…Futbol bir oyun dedi Sami. Bir savaş değil. Eşimiz, dostumuz, arkadaşımız şu anda bize neden küfür ediyor, biliyor musunuz?. Kimse tepki vermedi, kimsenin bir fikri yoktu çünkü. Taraftardı bunlar, neyi neden yaptıklarını düşünmezlerdi. Bir araya gelip bağırırlardı sadece”(s.102).  

“Siz onlara ‘Savaşacağız’ diye söz verdiğiniz için size küfür ediyorlar. ‘Kanımızın son damlasına kadar savaşacağız’ dediniz diye size küfür ediyorlar. Alt tarafı bir oyunun kazandığınız zaman karşılarına geçip ‘tüm gücümüzle savaştık’ derseniz, yenildiğinizde futbolun bir oyun olduğuna kimseyi ikna edemezsiniz. Futbol bir oyun arkadaşlar, bir savaş değil”(s.103). Futbolumuzda her daim tekrarlanan ezberler ancak bu kadar güzel bir biçimde bozulabilirdi ve yazar, bu satırlarla bunu yapıyor.

“Futbol bir takım oyunudur. Bu yüzden de güçsüzün güçlüyü yenebildiği bir oyundur. Takım sadece futbolculardan, başkanlardan, teknik direktörlerden oluşmaz. Bir takımın takım olabilmesi için taraftarının da olması gerekir. Biz belli ki takım olamadık bu yıl. Şimdi taraftarlar bize kızıyor, biz de onlara. Barışmayacak mıyız? Elbette barışacağız. Sahadan çıktıktan sonra hepsi size kucak açacak. Seneye yine yanınıza gelecekler ve maçlarınızı izleyecekler. Siz de onları anlayın. Kendinizi bu oyunun tek öznesi sanmayın, onlar olmazsa bu oyun da olmaz. Ama en önemlisi futbolun bir oyun olduğunu unutmayın. İçinde bir sürü kirli işin döndüğü bir oyun futbol ama sadece bir oyun; savaş değil”(s.103).

Futbola dair bu kadar önemli cümlelerin olduğu kitabın içerisinde aşka, sevgiye ve kavuşamamaya dair de muhteşem cümleler var. “İnsan doğduğu yeri bir kere terk etmeye görsün; yerinde duramaz, alışır gitmelere, uzaklara alışır. Başı dara düştüğünde ilk kaçmak gelir aklına; heybesine koyup pişmanlıklarını, uzaklara gitmek ister. Gitmesine gider ama ne gittiği yere kök salar ne de döndüğünde köklerini bulur. Çünkü toprak kabul etmez gideni, kökleri çürür ve yaşananlar mazi olur; kimse hatırlamaz olan biteni…Bir kere başladığı zaman gitmeler, insan durmaksızın gider; çünkü yollar yollara ulanır”(s.146).

“İnsan sevmeyi bırakır ama hiçbir zaman unutmaz sevdiğini. Sevgi karşılık bulursa büyür, yücelir, çoğalır”(s.151).

“Özlemek mi daha acıydı, yoksa mazide kalmış bir anıyla yaşamak mı?...İnsanın anılarıyla yaşaması, anılarında kalan bir kadına aşık olması, ölmek demekti. Nefes alırken ölmek. Vedat da zaten anılarına gömüldüğünde ölmüştü”(s.175-176).

 “Önce hayallerini yitirmişti, arkasından kelimelerini. Çünkü hayallerini yitiren birinin anlatacak kelimeleri kalmaz. Konuşacak konusu, yaşadığı anısı olmaz. Hayallerini yitiren insan kelimesizdir”(s. 177).

 Futbolun her maç/sezon/yıl tekrarlanan ve hayata dair umutları yeniden ve yeniden yeşerten yanını şu cümlelerde bir kez daha iliklerinize kadar hissediyorsunuz: “Burada sadece isimler yazmıyor, burada bu takımın, bu kasabanın geleceği yazıyor…Bu takımın sahibi sizsiniz çocuklar. Maçlar kazanılır da kaybedilir de. Bugün küme düşeceğiz, belki önümüzdeki sene şampiyon olup yine buraya sezonun başladığı ana geri döneceğiz. Hepsi sizin elinizde. Başkanlar, teknik direktörler, oyuncular hepsi geçicidir; kalıcı olan bir tek Kentspor’dur. Bugün bu formayı siz taşıyorsunuz, yarın sizden genç biri gelecek, sizden formayı alıp hevesle giyecek. O sizin yerinizi alacak, siz benim yerimi…Ondan sonra biri gelecek ve sizi tribüne yollayacak. Alkışlanırken alkışlayan olacaksınız. Ve bu böylece sürüp gidecek”(s.184-185).

Ülkemizde hayatımızın yansıdığı futbola dair öykülerin, romanların, filmlerin artması umuduyla.

1Ferhat Uludere Son 11 Doğan Kitap Nisan 2018, İstanbul

Yazarın Diğer Yazıları

Herkesin haklı olduğu yer

İster futbolda isterse toplumsal hayatımızın diğer bütün alanlarında olup bitenler karşısında sağduyu denilen anlayışı hayata sokamadığımız müddetçe ortak bir zemini inşa edebilmemiz ve buradan sağlıklı bir toplumsal yaşamı başarabilmemiz mümkün olmayacaktır

Sonları beceremeyen ve bunu tartışamayanların ülkesi

İster futbolda ister siyaset dünyasında olsun sorgulanmayan, tartışılmayan ve sistematik bir hale dönüştürülmeyen hiçbir yapının mutluluk getirebilmesi de söz konusu değildir

Yine bir 10 Kasım

Resmi devlet ideolojisinin yarattığı ve katı kurallar içerisinde insani vasıflarından arındırdığı Mustafa Kemal Atatürk imgesinin yıkılmakta olduğunu buna karşın bu ülkenin insanlarının kalplerinde yaşattıkları Mustafa Kemal Atatürk imgesinin ise her geçen 10 Kasım ile biraz daha fazla büyüdüğünü bir kez daha yüksek sesle haykıralım

"
"