Bu topraklar üzerindeki demokrasi kelimesinin serüvenini biraz zorlamayla da olsa yaklaşık yüz elli yıllık bir zaman dilimi içerisine oturtabiliriz. Bununla beraber kavramın gerçekten özgür iradeli seçimle karşılık bulması için ise 14 Mayıs 1950 tarihini milat olarak almamız gerekecektir. On yıl süren bir uygulamanın askeri darbe ile ortadan kaldırılması sonrasında normale dönmek için atılan adımlar ancak 1965 seçimlerinde karşılık bulacak ve bu kez de 12 Mart muhtırasına kadar geçen bir süre yaşanacaktır.
Yıllarca öcü gibi anlatılan 1980 öncesi süreç içerisindeki koalisyon denemeleri, seçimler ve 12 Eylül sabahı yine bir askeri darbe. Araya 3 yıllık bir ara rejim ile gerçekleştirilmeye çalışılan restorasyon dönemi ve ardından izin verildiği ölçüde gerçekleştirilen özgür seçimler! Özgürlüğü getirdik diyenlerin iktidarlarını korumak uğruna yasakların sürmesini savunarak ülkeyi sürükledikleri 1987 referandumu da yine bu döneme denk gelir.
Tam on yıl sonra ise 28 Şubat 1997 tarihinde bu kez de post modern darbe olarak adlandırılan bir uygulama ile geçiş yaşarız. Yaklaşık olarak her on yılda bir ayar verme girişimleri ve ardından yine benzer rutinler. İstenilen şartlara uygun olmadığı düşünüldüğünde gerçekleştirilen darbelere 27 Nisan 2007 tarihinde bu kez de e-muhtıra ile yeniden yol verilir. Ancak bu kez Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, kendisinden önceki darbelerdeki hükümetlerin pozisyonunun aksine farklı bir duruş sergiler ve darbe anlayışı beklentilerin tam tersi bir sonuç verir.
Üzerinden yaklaşık on yıl geçtikten sonra bu kez 15 Temmuz 2016 tarihinde öncekilerden çok daha farklı bir şekilde gerçekleşen bir darbe girişimi yaşanır. Bu kez halk sokaklara çıkar ve darbe girişimi bertaraf edilir.
Türkiye’nin kısa bir demokrasi tarihi aynı zamanda darbeler tarihi olarak da okunabilecek bir yapıya sahiptir. Her darbe sonrasında işten çıkartmalar, demokratik teamüllerle örtüşmeyen uygulamalar, insan haklarına aykırı uygulamalar alışıldık uygulamalar olarak tarihimizdeki yerlerini almışlardır. Darbeler ile ülkeye ve halka ayar vermek isteyen bakış açısı sayesinde ülke her seferinde biraz daha ağır bir yara almış ve demokratik kurumsallaşma sekteye uğramıştır.
Sorunlarını siyasal kültür içerisinde çözmeyi başaramayan bir yapılanma sayesinde ne yazık ki her seferinde çözümü askerden bekleyen ve yapılacak olan darbeyi kurtuluş sayan bir kitle oluşmuştur. Demokratik geleneğin tepeden inme bir şekilde getirilmesi ve halkın gündelik hayatı açısından bir kazanım olarak karşılık bulmaması nedeniyle de tüm olan biten sadece oy verme davranışına ve milli iradeye indirgenmiştir.
Yıllarca ‘bulun 226’yı hükümeti düşürün’ sözünün söylenmesi boşuna değildir. ‘Milli İrade’yi seçim sonuçları ile kazanan her hükümetin, gerçekleştirilen düzenlemeler ile demokrasi getirdiklerini söylemeleri de dikkat çekicidir.
Buna karşın demokrasinin bir yaşam biçimi olduğu ve evrensel ölçütler ile tanımlanan kurum ve kuralları da bünyesinde barındırdığı gerçeği her seferinde göz ardı edilir. Standartların evrenselliği meselesini es geçmek suretiyle ‘bize özgü’ modele yüklenmeye başladığınız anda söz konusu olan şey demokrasi olmaktan çıkmaya başlar. Güç ve kontrol ilişkisini sağlayan tampon kurumların yokluğunda işler iyice çıkmaza girmeye ve arabanın yalpalaması hızlanmaya başlar. Ailede, okulda, sokakta kısacası hayatın her alanında bizim dışımızdaki herkes ile olan ilişkilerimizde olmazsa olmaz olarak uygulamamız gereken ilkeler bütünü olan demokrasinin yerini güç ve bizdeki uygulamaları ile klientelist ilişki kalıpları alır.
Özellikle 1980 sonrasında güçlenen ve içinde bulunduğumuz dönemde ayyuka çıkan ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ ifadesi bize özgülüğün yansımalarındandır.
Yine demokrasi içerisinde milli iradenin önemi kadar yine o, iradenin farklı ve bazen de küçük parçalarını oluşturan kesimlerin de temsil edilebileceği bir seçim sisteminin hayata geçirilmesi çok ama çok önemlidir.
Bunun yanı sıra seçimlere gidilirken her siyasal partinin eşit propaganda yapabilmelerini sağlayacak uygulamalar ve denetim ilkesi zaruridir. Özgürlük herkesin her istediğini yapabilmesi olmadığı gibi aynı zamanda bir başkasının eşit temsilini ortadan kaldırabilecek düzenlemelerin adı da değildir. Nalıncı keseri gibi sürekli olarak olan biteni kendisine yontmayı seven anlayışımız açısından ise özgürlük tıpkı bugün bazı haber sitelerine yansıdığı gibi ‘özel televizyonlara seçim dönemlerinde yayın ilkelerine uymadığı gerekçesiyle kesilen haksız cezalara son verilmesidir’. Hatta şöyle yazabilmektedirler:
“RTÜK Yasasının yayın ilkeleri ile ilgili maddesinde yer alan ve cezalara dayanak olarak gösterilen ‘yayınlar siyasi partiler ve demokratik gruplar ile ilgili tek yönlü veya taraf tutar nitelikte olamaz’ hükmü yasadan çıkartılacak. Böylece televizyonların üstündeki baskı kalkacak. Televizyonlar özgür bir şekilde konukları seçip yayınlarını yapabilecek.”
Alın size özgürlük manifestosu; adalet, eşitlik, kurallar, hakkaniyet gibi kavramlara ne gerek var. Bu bakış açısına göre taraf olduğunuzu ortaya koymak özgürlüktür ve nasılsa güçlü olan kazanır mantığını özgürlük olarak yansıtabiliriz. Ancak bu bakış açısı her seferinde gücün el değiştirmesi ile ortaya çıkabilecek olumsuzlukları da otomatik olarak onaylamaktan öteye gidemez. Kendine demokratlar üreten sistemimiz sayesinde zaman zaman yorgun demokratları görmenin ötesine geçemeyiz!
Tekrar darbeler tarihimize ve ardından yaşananlara döndüğümüzde göreceğimiz en net durum ise hiç şüphesiz olan bitenler konusunda çok ama çok az kişinin sesinin yükselmiş olduğudur. Nasılsa beni ilgilendirmiyor, atılanlar komünist, faşist, İslamcı, Kemalist vb. gibi diyerek yaftalanarak görevden uzaklaştırılırken ya da işkencelere uğrarken gerçekten demokrasiyi savunan az sayıda demokratımız vardı.
Partilerimiz demokrasiyi iktidar olmak için göklere çıkartırlarken demokratik teamülleri ve yaşam tarzını her seferinde görmezden geldiler. Halkımız açısından ise demokrasi kendi siyasal tercihinin ve bu sayede kendi pozisyonunun sağlamlaştırılmasından öte bir anlam taşımadı. Bu yüzden de bu topraklarda kendisi gibi olmayanların haklarının gözetilmesi hususunda bir diğerinin sesinin çıktığı pek görülmedi.
Ya da çıkan sesler çok ama çok cılız kaldılar ve hızla gürültü kirliliği içerisinde net olarak duyulamadılar. Oysa bizim gerçekten demokratik bir ülke olabilmemiz için farklı görüşlere, bakış açılarına, inançlara, ideolojilere sahip olan insanların karşı karşıya geldikleri evrensel olmayan uygulamalar karşısında seslerini ‘öteki’nin yerine yükseltebilmeleri gerekir. Bu ise kendinden olmayana kulak kabartacak ve onun haklarını da kendi hakların kadar önemli ve savunulması gereken olarak görecek bir anlayıştan geçer.
Ne yazık ki bu coğrafya üzerinde yıllar boyunca her defasında kötü sınavlar verdik ve halen de vermeyi sürdürüyoruz. Ötekilerin dertleri hiçbir zaman derdimiz olmadı ve olmadığı için de hepimiz ötekileştirilmeye devam ediliyoruz.
Uygarlık tarihi içerisinde geçirdiğimiz aşamalarda özgürlük fikri kadar adalet ve eşitlik kavramları da ufuk açıcı olmuştur. Tarih içerisinde gücün yarattığı etkiden çok daha fazlasını bu söz konusu kavramların yarattığını ve bu kavramların eşlik ettiği dünya algısının ön planda olduğunu biliyoruz. Birileri görmezden geldiği ya da izin vermediği sürece bütün bu kavramlar ortadan kalkmayacaklar. Tam tersine etkilerini ve önemlerini hissettirmeye devam edecekler. Yaşamın kısa ve basit buna karşın tarihin uzun ve karmaşık olduğu gerçeğini anlayamadığımız için kendimizi vazgeçilmez olarak görüyoruz. Oysa milyonlarca yıllık dünya tarihi içerisinde homo sapiens olarak sadece altmış bin yıldır varız.