James Montague’nun son derece sürükleyici ve bir o kadar da çarpıcı kitabının adı Oyunun Efendileri1. Kitabı okuduğunuzda anlatılanların sadece futbola ilişkin olmadığını aynı zamanda içinde yaşadığımız küreselleşme süreçlerinin, tüm alanları olduğu gibi futbolu da nasıl tarumar ettiğini bir kez daha anlamış oluyorsunuz. Aslında bu durum çok da şaşırtıcı olmasa gerek çünkü futbol denilen alanın yükselen neo-liberal dalga ile birlikte giderek daha fazla kullanılması sonrasında, oyunda dönen para miktarının artması ile birlikte buradan nemalanmak isteyen çok farklı kesimler, söz konusu kitleselliği kullanma yoluna gittiler. İşte bu kitapta başta Sovyetler Birliği sonrasındaki Doğu Avrupa’daki oligarklar olmak üzere, Amerika’daki para babalarının yanı sıra Asya’dakiler ve tabii ki petrol-doğalgaz zengini şeyhlerin bu alana olan ilgisinin nedenlerini daha iyi kavrayabiliyorsunuz.
Türkçe baskıya yapılan önsözün son paragrafında yazar, kitabı niçin yazdığını öylesine güzel anlatıyor ki: “…dünyanın en zengin adamlarının oyunu nasıl ele geçirdiği ve bunların niyetlerinin nasıl hiç de masum olmadığı. Birileri size spor ve politikanın bir araya gelemeyeceğini söylerse, onlara inanmayın. Şimdi birbirlerine hiç olmadığı kadar bağlılar. Ve bu bağlantılar derinleşecek ve umuyorum bu kitabın ilerideki güncellenmiş baskıları için kaydedilecek. Çünkü nihayetinde yazarlar kitaplarını bitiremezler. Tam olarak değil.” Kitap dedektif Lester Freamon’ın zihin açıcı bir sözü ile başlıyor: “ Uyuşturucuları takip edersen, seni madde bağımlılarına ve tacirlere götürür. Ama parayı takip etmeye başladığında, onun seni hangi cehenneme götüreceğini bilemezsin”.
1989 yılını iki olay açısından futbol tarihinde önemli bir konuma oturtuyor yazar, ilk olay Hillsborough faciası sonrasında Taylor raporu ile İngiltere futbolunun başka bir evreye geçişi. İkincisi ise “futbolun ekonomik evriminde önemli bir rol oynayacak, sismik bir politik ve sosyal sarsıntının da yılıydı, o yılın kasım ayında Berlin duvarı nihayet yıkıldı”(27). Yazar duvarın yıkılması sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri, ilerleyen aşamada ortaya çıkacak olan futbolun dönüşümündeki katkıları açısından farklı bir perspektifle önümüze koyuyor. “Post-komünist yapılanma, tüm dünyada bir özelleştirme ve serbestleştirme sistemine hız vererek, ister Birleşik Krallıkta ister Rusya’da olsun, zenginliği belli ellerde topladı ve eşitsizliği arttırdı. Tarihçi Niall Ferguson’ın Donald Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesinin ardından Boston Globe’da yazdığı gibi, 1989’da kapitalizmin ve liberal demokrasinin zaferine tanıklık ettiğimizi düşündük. Ne yazık ki yanıldık. Anlaşılan kazanan taraf oligarşi ve onu meşru kılan popülizm oldu. Milyonerler milyarder oldular ve futbol, özellikle de Premier League, bu yeni ultra zengin sınıfın ihsanından faydalanmak için doğru yerde doğru zamandaydı”(28).
Aslında futbol ile sermaye arasındaki ilişkinin başlangıcı çok ama çok daha eskilere kadar uzanmaktadır. Buna karşın 1989 yılı sonrası ortaya çıkan gelişmeler beraberinde başka bir evreyi önümüze çıkartırken futbol dünyası için de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. “Chelsea’nin satın alınması sırf İngiliz futbolunda değil tüm küresel oyunda dönüşümü başlatan bir andı. Hesaplar artık geleneksel biçimde dengelenmek zorunda değildi. Abramoviç, tüm hisseleri alıp kulübü özel şirket haline getirmişti. Oyunculara ve ücretlerine harcayabileceği paranın sınırı yoktu. Onlarla yarışmak isteyen, kıyaslanabilir bir gelir kaynağı bulmak zorundaydı. Kulüpler ya zenginleşecek ya da bu uğurda can vereceklerdi. Ama önemli sorular cevapsız kaldı. Roman Abramoviç kimdi? Ve daha önemlisi neden Chelsea’yi satın almıştı?” (45).
Yazar kitabın bu bölümünde tıpkı diğer alt bölümlerde yaptığı gibi sadece futbol kulüplerinin satın alınmasına odaklanmıyor. Bir anlamda bizim önümüze bu kişilerin geldiği yerlerdeki yönetim tarzından tutun da ekonomik ve siyasal anlamda yaşanan gelişmelere kadar bir dizi olaydan haberdar olmamızı sağlıyor. Abramoviç’i anlatırken Putin yönetimine ve bu yönetimin aşırı zenginleşen kişilerle olan tuhaf bağlantılarını da gözler önüne seriyor. “Chealsea Abramoviç’e, Berezovski ve Hodorkovski’nin sunamadığı bir fırsatı sunuyordu: uluslararası görünürlük. Chealsea FC, Abramoviç’in sigorta poliçesiydi”(55).
Soçi’de yapılan 2014 Kış olimpiyatlarının Rusya için bir ekonomik ve sportif güç gösterisi olması hedeflenmişti. Ama bu konuda Boris Nemstov’un hazırladığı rapora göre Putin ve arkadaşlarının ve müttefiklerinin projenin maliyetini tavana vurdurarak kendilerini nasıl zenginleştirdiğini ortaya koyuyordu. “Putin sporun bir politik oluşturmadaki önemini her zaman bilmişti. 2000 Sidney olimpiyatlarına giden atletleri selamlarken: ‘spordaki zaferler bir ulusu birbirine bağlamak için yüz politik slogandan daha etkilidirler’ dedi. İyi bir judocu ve buz hokeyi oyuncusuydu. 2018 Dünya kupası gibi büyük turnuvalara ev sahipliği yapmanın prestijine büyük önem veriyordu. Orijinal teklif belgesinde Soçi olimpiyatlarının maliyetinin 14 milyar doların biraz üstünde olacağı tahmin ediliyordu. 51 milyar dolarlık maliyetiyle açık ara tarihin en pahalı olimpiyatı oldu”(59).
Kitabın içerisinde Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan gerilimin yansıdığı yerlerden biri olarak Kırım’daki futbol takımlarının durumu da yer alıyor. Hatta ilginç bir biçimde buranın takımlarının Rusya ligine alınması gibi bir durumun ortaya çıkmış olması bile, futbol denilen alanın aslında ne kadar politik bir alan olarak kullanılmakta olduğunu bir kez daha ispatlamış oluyor. Abramoviç’in yanı sıra Usmanov ve Akhmetov’un farklı ülkelerden ve çok farklı geçmişlerden gelmiş, paralarını farklı endüstrilerden kazanmış olabilecekleri belirtildikten sonra asıl vurucu ifade ile karşılaşıyoruz: “Ama onlar aynı kulübün üyeleri. Puslu koşullarda yaptıkları servetlerinden yüklü meblağları futbola akıtarak, karanlık bölgelerle dolu ticari kariyerlerine meşruiyet şeridi çekenlerin kulübü”(76).
Bu noktada paranın dolaşımı ile birlikte söz konusu olan eşitsiz ilişkiler ve görmezden gelinen acayiplikler de hepimizi şaşırtmaya başlıyor. Rus doğal gazı bir savaş malzemesi olarak kullanılabilirken, Şampiyonlar liginin Gazprom reklamları ile sarıp sarmalanmasını nasıl karşılamamız gerektiğini kitap bize bir kez daha hatırlatıyor. Futbola odaklanmışken futbolun üzerini örttüğü hatta çoğu kez görmemizi engellediği unsurların aslında bizi hem bu büyülü oyuna yabancılaştırdığını hem de kendimize yabancılaşmamıza aracılık ettiğini bir kez daha anlamış oluyoruz.
Kitabın ikinci bölümü Amerika Birleşik Devletlerindeki para babalarının spora özellikle de futbola olan ilgisine odaklanıyor. Amerikan sermayesinin futbola olan bakışı ve yaklaşımı söz konusu olan alanın bambaşka bir pozisyona oturtulması ile sonuçlanacak. “Premier League televizyon gelirlerinin katlanarak artması şimdi farklı türde bir yatırımcıyı çekmeye başladı. NFL, MLB ve NBA’de kar etmeyi öğrenen bir Amerikan işadamı sürüsü…Spor takımları, markalar, iple bağlı değiller: Bunlar birer eğlencelik ürün; her sezon, en az The Wire veya The Sopranos kadar sürükleyici, sonu gelmez bir dizinin üretildiği bir stüdyo. Ve en iyi tarafı ne? Kanal onu asla iptal etmeyecek(95)”. Kitapta Amerika’daki spora yaklaşım tarzının kıta Avrupa’sından ne kadar farklı olduğunu ve sermayenin bu işten nasıl karlı çıkacak yollar ürettiğini de öğreniyoruz. Ayrıca Glazer’ın Manchester United’ı satın alması ile ortaya çıkan aşırı borçluluk durumu ile taraftarların bu duruma ilişkin protestoları da yol gösterici olacak cinsten.
Futbolun Uzak Doğu ülkeleri ile olan bağlantısı yine Premier League ekipleri tarafından farklı bir aşamaya getirilmiştir. Hatta bu durum için kitapta kullanılan ifade son derece zihin açıcı: “2009 yazına gelindiğinde Asya’ya yapılan sezon öncesi hac yolculukları klişeleşmişti” (156). Asya ülkelerinin zenginleri futbolun yarattığı havanın önemini fark eder etmez harekete geçtiler. Erick Thohir 2013 yılında İnter Milan’ı satın aldı. Thohir oyunda herkesin bildiği önemli bir şey gördü: “ Futbol artık sadece bir para tuzağı değildi. Futbolun meselesi bir kulüp veya bir stadyum hatta oyuncular ve taraftarlar da değil, medyaydı. İçerikti. Daha uçucu ve kolayca paylaşılan, bitmeyen bir televizyon dizisi gibi bir şey”(167).
“Küreselleşme, coğrafyaya ve uzmanlığa bakmaksızın dünyadaki tüm pazarları herkese açtı…Bir futbol kulübü görünürlük demektir ve görünürlük sigortadır. Sigorta, servetinizin keyfi olarak elinizden alınamamasını sağlar”(169). Kitabın içerisinde yeni dönemin gözde futbol ülkesi Çin ve buraya ayrılan devasa kaynaklara ilişkin de çok ilginç detaylar yer alıyor. “Ne kadar harcandığına bakılmaksızın çok para harcanıyor. Para harcanılan malın değeriyle fiyatı arasında politik bir fark var. Tüm bu para politik nedenlerle harcanıyor. Miktarı, zenginler listesinin kaçıncı sırasında olduğuna göre değişiyor”(175).
2014’te Çin’in en büyük e-ticaret sitesi Alibaba’nın kurucusu Jack Ma, Guangzhou Evergrande kulübünün yüzde 50 hissesini 200 milyon dolarak satın aldı. Şirketi için ilginç olan bu kararla ilgili olarak yaptığı açıklama ise çok daha manidardı: “ Futbola yatırım yapmıyoruz, eğlenceye yatırım yapıyoruz”(189). Çin gibi küresel ekonomik bir gücün futbol alanında da kendisini göstermek istemesi ve bu uğurda büyük paralar dökmesi ilgi çekici. Burada ayrıca yine bir taraf için kendi geleceğine yönelik yatırımlarda bulunma arzusuna rastlanırken karşı taraf ise bu pazara girebilmenin yolları olarak olan bitenlerden yararlanma yoluna gidiyor.
Kitabın son bölümü ise Orta Doğu’daki prensler ve şeyhlerin yeni gözdesi olarak futbol kulüpleri satın almalarına ve futbola ilişkin yaklaşımlarına ayrılmış ki, bu durum bizi de yakından ilgilendiriyor. 2022 yılında yapılacak olan dünya kupasının Katar’a getirilmesi için yapılanların yanı sıra dünyanın önde gelen kulüplerinin satın alınmasına ve naklen yayın pazarına giriş yapılmasına kadar bir dizi uygulamanın arka planını bu satırlardan daha iyi öğrenmiş oluyoruz. İşte bu noktada futbolun görünmez bir etki yaratma gücü devreye sokuluyor. “BAE’de her şey birbirine bağlı ve bu şans eseri değil. İş dünyası, yatırım, güvenlik ve güç tamamen derinden bağlı. BAE dünyanın en antidemokratik ülkelerinden biri. İşkence ve keyfi uygulamalar yaygın. En tepede tümünün paraları aynı yerden gelen küçük, birbiriyle bağlantılı bir kraliyet eliti var. Ve bunların merkezinde insanların aklında bambaşka bir izlenim uyandıran Manchester City FC yer alıyor. İnsan hakları izleme komitesine göre kulüp, Abu Dabi’nin itibarının yükseltilmesini sağlayarak, ‘halkla ilişkiler aracı olarak ilerici, dinamik, bir körfez ülkesi imajı oluşturuyor ve dikkatleri gerçekte ülkede yaşananlardan başka bir yere çekiyor”(253).
“Orta Doğu’nun petrol zengini aileleri sporun hayati bir yumuşak güç aracı olduğunu hemen öğrendiler. Manchester City’nin satın alınması ve ardından Abu Dabi Markası için ileri operasyon merkezi olarak imajının tazelenmesi bu nokta açısından bir örnek…BAE’nin Manchester City ile ilişkisinin futbol aşkıyla hiçbir alakası yok. Mesele City’nin kendilerine getireceği kar; kulübe veya şehre duydukları duygusal bir bağ değil”(278). Benzer durum Katar’ın 2022 dünya kupasını ülkesinde düzenlemek için girişilen ve ağır bir dille eleştirilen organizasyonla ilgili. Heidi Blake ve Jonathan Calvert yazdıkları kitabın başlığı bu durumu net bir biçimde gözler önüne seriyor: Çirkin Oyun: Katar’ın Dünya kupasını satın alma dümeni.
İşin içerisinde Fransa eski cumhurbaşkanı Sarkozy ile yapılan pazarlıklardan UEFA başkanı Platini’ye ve FİFA başkanı Blatter’e kadar çok tanıdık isimler yer alıyor. Hatta Şeyh Tamim’in Platini’nin 2022 için Katar’a oy vermesi karşılığında Paris Saint German’i satın alıp kulübün borçlarını temizleme sözü verdiği de iddia ediliyor. Ve tam bu noktada Bein Sports adlı yeni bir kanal kurulacak ve bu kanal Fransa liginin yayın haklarını satın alacaktı. İşte bu nokta bizi de yakından ilgilendiren ve ligimizin yanı sıra orada yer alan bazı takımlarımızın söz konusu olan şeyhlerin radarına daha yakından girmesine de vesile olan kısmına denk geliyor.
Katar’ın Dünya Kupası’na ev sahipliği yapması için hazırlanan stadyumlarda çalışan işçilerin yaşam koşullarının insanlık dışı olduğunun yanı sıra bu insanlara adeta köle muamelesi yapılmakta olduğuna ilişkin bilgileri de yine bu bölümde bulabilirsiniz. Ayrıca dünya kupası sırasında buraya gelecek olan ülkelerin taraftarlarının alkol kullanımı ve taşkınlıkla ilgili sorunlar karşısında yaşanabilecek olan gelişmeler konusundaki belirsizliğin de ürkütücü olduğu yine kitap içerisinde dile getiriliyor.
Kitabı özgül kılan husus hiç kuşkusuz futbolu öne çıkartıyor olması değil hatta tam tersine zaman zaman bir futbol kitabı okuduğunuzu bile unutacak kadar yoğun ve ilgi çekici anekdotlarla karşılaşabiliyorsunuz. Asıl önemli nokta paranın işin içerisine girmesi sonrasında futbolun küresel sermayenin elinde adeta bir oyuncak haline dönüşmüş olmasında gizli. Futbol kulübü sahipliği bu kişilerin kirli ellerinin görülmesini engelleyebildiği gibi bazen yaşanan gelişmelerin üzerinin örtülmesine de katkıda bulunabiliyor. Taraftarların arma sevdaları, kimlik hassasiyetleri ve rekabet duyguları bu keşmekeş içerisinde giderek kaybolan birer anıya dönüşmeye başlıyor. Elimizden her geçen gün biraz daha kayıp gitmekte olan futbolun ardından baktığımızı zannederken bile gol yemeye devam ediyoruz. Futbolun küreselleşmesi, zenginliğin ve eşitsizliğin daha da katlanılabilir olmasına katkıda bulunuyor. Oyun iş haline dönüşmüş iken taraftarlık duyguları da televizyon şovunun parçası olarak kullanılan sanal bir kimliğe hapis ediliyor. Bir zamanların kitleleri bir araya getiren oyunu giderek ayrıştıran ve bölen bir yapının içerisine sokuluyor. Efendiler daha fazla kar elde ederlerken tribünlerde ve evlerinde oturanların kayıpları sadece maddi alanlar temelinde gerçekleşmiyor asıl kayıplarımız hayata dair olanlar.
Türkiye’de sporcuların/futbolcuların sakatlıkları sırasında en çok başvurduğu isimlerden birisi olan Dr. Bülent Zeren’i ebediyete uğurladık. Baki kalan bu kubbede hoş bir sada bırakabilen kişilerden birisi olarak anılacaktır. Nurlar içinde yatsın, mekanı cennet olsun.
1 James Montague- Oyunun Efendileri: Futbolun süper zenginlerinin önlenemez yükselişi, Çev. Doruk Yurdesin. İthaki 2018