Gündemin içerisinde bazen öylesine ilginç açıklamalarla karşı karşıya bırakılıyoruz ki, neresinden tutacağınızı ve ne yorumda bulunacağınızı şaşırıyorsunuz. Topyekûn bir akıl tutulması yaşıyoruz ve bu böyle nasıl devam edebilir hususunda hiçbirimizin makul bir açıklaması da bulunmuyor. Yaşadıklarımızı hazmedebilmemiz ve bunun üzerinden bir şeyler söyleyebilmemiz de giderek güçleşiyor.
Zaten böyle olduğu için de, her gün bir öncekine benzeyen ama bir doz daha artmış hale dönüşen bir gündemi yaşamak zorunda kalıyoruz. Bu öylesine yoğun ve her yanı kaplayan bir tarz halini almış vaziyette ki, artık siyasetten gündelik hayatımıza kadar her yanımız işgal edilmiş durumda. Giderek önceliklerimiz değişiyor ve tabii ki bunlar değişirken bir zamanlar gündemimizde olanların bir kısmı da yerlerini terk etmek durumunda kalıyorlar.
Saçma’nın normal kabul edildiği bir gündeme uyanıyor ve gün boyunca yepyeni saçmalıkları, normalleştirmek suretiyle uykuya dalıyoruz. Aslında bir nevi ayakta uyuma halini hiç ama hiç terk etmiyoruz da diyebiliriz. Dünyanın bir parçası olan Türkiye’de güne başlıyoruz ve tüm gün boyunca ülkenin bir kısmı ‘bunlar sadece Türkiye’de olabilir’ cümleleri kurarak hayatlarını sürdürüyorlar. Ama en az onlar kadar olan bir diğer kısmı da ‘bize diz çöktürtmek istiyorlar, bizi bölmek istiyorlar’ cümleleri kuruyorlar.
‘Aynı gemide miyiz, değil miyiz?’ cümlelerinin bu kadar konuşuluyor olması bile içinde bulunduğumuz ahval ve şeraitin ne kadar karmaşık olduğunu göstermiyor mu? Sırf bu kadarla kalsa iyi her gün biraz daha birbirinden uzaklaşmakta olan kitleler söz konusu. Bir de araya giren tuhaf ve bir o kadar da utanç verici sözler var tabii: 9 aylık hamile Suriyeli komşusunu ve çocuğunu kaçırıp öldürenlerin arkasından ‘en güzelini yapmışlar. Suriyelilere mükemmel bir ölüm şekli’ yazabilecek kadar insanlıktan uzak olanların yazdıklarını görüyorsunuz.
Samsun Valisi’nin internet üzerinden arama yapıldığında Samsung markasının Samsun kentinin önüne geçmesin şeklindeki sözleri, kenti öne çıkartmaya dair bir espri olarak kabul edilebilir belki. Ama öte yandan öne geçenlerin her seferinde biraz daha fazla kötülük barındıran olaylar olması durumunu nereye koyacağız? Ölenlerin arkasından kötü söz söylemeye bayılanlara, ağızlarını her açtıklarında kem söz söyleyenlere ne diyeceğiz?
Kötülük yapanın kötülük bulacağı düşüncesi Anadolu’da çok yaygındır. Hatta şu sözleri sık sık duyabilirsiniz.
“İyilik eden iyilik bulur
Kemler belasını bulur
Eden bulur,
Sanma kalır,
Bir gün olur,
Vakti gelir.”
Hepimiz daha iyi yerlerde yaşamak, daha iyi koşullarda bir hayat sürmek, daha çok tüketebilecek olanaklara sahip olmak istiyoruz. İsteklerimizle elimizdekiler arasındaki mesafe açıldıkça bir taraftan hayatımızda öne geçenler ve geçip de gitmeyenler meselesi de giderek daha tuhaf bir görünüm almaya başlıyor. Anlam arayışı içerisinde yanıp tutuşuyor buna karşın anlamsızlığın içerisinde istemediğimiz hayatlar yaşamak zorunda kalıyoruz.
Bize gösterilen ve siz de onlar gibi olabilirsiniz denilen ihtişamlı hayatların dünyasına özeniyor buna karşın kendi çukurumuzda debelenip duruyoruz. İşte tam bu noktada devreye dünya ile bağımızı güçlendiren hatta bir nevi bizi dünya haline getiren medya giriveriyor. Belli bir yaşın üzerindeki nüfusumuz açısından televizyon olmazsa olmaz bir alet olarak, evimizin başköşesindeki yerini hiç ama hiç kaybetmeden durmaya devam ediyor. Hatta ne olursa olsun bizim olsun mantığıyla izlenildiği için de oradan öğrenmek, haber almak isteyenler için varlığını güçlü bir şekilde sürdürebiliyor.
Başka bir Türkiye’nin mümkün olabileceğinin en somut örneğini oluşturan gençlerimiz açısından ise durum aslında çok daha trajikomik bir hal arz ediyor. Çünkü onların sosyal medya ile olan bağlantıları ve mizah duyguları bizimkinden çok daha farklı bir pozisyon oluşturmakta. Ama öte yandan içinde yaşadıkları ülkedeki bu ağır sıkıntı halinden en fazla etkilenenler de yine onlar. Çünkü ne var olan koşullar beklentileri ile örtüşüyor ne de kendileri dışında kimse onları anlayabilecek bir bakış açısını, onların önüne koyabiliyor.
Bu sıkıntı ve açmaz halinin yarattığı etki arttıkça daha fazla kendilerine dönüyorlar. Okulmuş, sınav sistemi hengamesiymiş bunların hiçbirisi onların yaşadıklarını anlamlandırabilecek bir boyutu ortaya çıkartamıyor. Çok daha farklı bir şeyler istiyorlar, buna karşın onlara verdiklerimiz bir zamanlar maneviyat üzerinde yükselirken şimdilerde sadece maddiyat ve tüketimde karşılık bulabiliyor.
Geçmişte olduğundan çok daha fazla eşyaya sahibiz buna karşın geçmişe duyduğumuz özlem duygumuz her yıl biraz daha artmaya devam ediyor. Tükettikçe mutlu olmadığımız gibi kıymetini bilemediklerimiz, unuttuklarımız, hayatımızdan çıkarttıklarımıza yönelik özlemlerimiz de hiç geçecek gibi değiller. Bizlere gerek öğrenim hayatımızda gerekse de gündelik hayatımız da başarılı olmak için pek çok şey öğrettiler. Buna karşın mutluluğun çoğul olduğunu, birlikte büyütülebileceğini ve bir arada daha da güçlü bir etkide bulunabileceğini hiç ama hiç öğretmediler!
Düşüncelerin ne kadar önemli olduğunu ve düşünce mirası olmayan toplumların vicdanlarının da eksik kalacağının ayırdına da hiç varamadık! Güçlü bir azınlığın veya düşüncesiz bir çoğunluğun yıkıcılığının/yok ediciliğinin karşısına ancak duygu ve düşünce mirasında yaratmış olduğumuz cümlelerimizle çıkabileceğimizi ise hala öne çıkartamıyoruz. Bu ülkede yaşayan insanların ömürleri tamamlandıktan sonra bile aynı cümleler konuşulmaya devam ediyorsa ve ‘kader’leri hiç değişmiyorsa önüne arkasına değil yaşadıklarımızın tamamına yeniden bakmamız gerekmektedir.
Birbiri ile didişmesi hiç bitmeyen bir ülkenin çocukları olmak ve sürekli olarak aynı olayları tekrar tekrar yaşamak durumunda bırakılmak-en güzel örneklerinden birisi hiç kuşkusuz bitmeyen kaldırım ve çevre düzenlemesi yapma sevdamızdır-zaten yeterince can acıtıcı! Yaklaşık kırk yıl sonra hala çarpı işareti konmuş evleri konuşuyorsak, siyasilerin üslupları yine geçmişteki gibi bir söylemi sürdürüyorsa, sağ-sol kamplaşması yerini bir başka kamplaşmaya bırakıyorsa, o zaman sürekli bir dejavu halinde yaşayan ülke olmakla ilgili bir sıkıntımız var demektir.
İçinde yaşadığımız zaman diliminde birleşemiyoruz, gelecek tahayyüllerimiz de örtüşmüyor o halde geçmişte bir yerlerde yaşadıklarımızla ilgili halledemediklerimize yeniden dönmemiz gerekebilir. Sevgili meslektaşım Besim Dellaloğlu’nun1 son çalışmasında tam da bunu anlatan şu cümleler yol gösterici olabilir: “ Ufukta her gelen gün kötü geliyorsa önüne bakmanın anlamı yok artık. Kurtuluş belki geridedir, unuttuğun, vazgeçtiğin, önemsemediğin şeylerin içindeki önemli olanı yeniden devşirebilmektedir”.
1 Besim Dellaloğlu “Zamanın İçinden Zamanın Dışından, Gelenek ile Modernlik Arasında” Heretik Yayınları 2017 Ankara, s.80