Kadın cinayetleri konusunda her geçen yıl biraz daha katlanarak artan bir sicilimiz var. Yaşanan hunharca şiddet sonrasında aramızdan ayrılan yüzlerce kadının yanı sıra bir tarafı ömür boyu yarım kalacak olan çocuklar, kardeşler, ana ve babalarla birlikte liste uzayıp gidiyor. Fakat asıl noktayı konuşmak yerine yine etrafında dönüp duruyor ve kendi bulunduğumuz pozisyonlar üzerinden angajmanlar üretmeye devam ediyoruz. Erkek şiddetine kurban verdiğimiz kadın sayısı arttıkça benzer cümleler kurmayı ve hemen ardından bir dahaki kurbana kadar olan bitenleri unutmayı seçiyoruz. Böylesi bir kısırdöngü yaşandığı sürece ise verdiğimiz kurban sayısı artıyor buna karşın çözüme yönelik atılması gereken adımlar her zaman olduğu gibi sadece beklenti düzeyinde kalıyor.
Öncelikle yaşananlar karşısında içinde yaşadığımız toplumun kadına ve aile kurumuna karşı yaklaşımında bir sorun olduğu gerçeği ile yüzleşmemiz gerekiyor. Ancak bunu yaparken yine ideolojik zırhlarımızdan sıyrılmak suretiyle topyekûn bir suçlamaya girişmekten de kaçınmalıyız. Yüzyılların getirdiği davranış kalıplarını ortadan kaldırabilmek kolay değildir. Bununla birlikte yeni koşulların varlığını ve bu koşulların yarattığı ortaya çıkardığı gereksinimleri de iyi analiz etmek zorundayız. İçinden geçtiğimiz zaman diliminde her şey öylesine baş döndürücü bir hızla değişiyor ki, bu değişim ve dönüşüm süreci tüm toplumsal yaşamı etkisi altına alıyor. Ve aile dediğimiz kurumun kendisi de bundan muaf değil!
Öyleyse değişen hayat karşısında direnmek yerine bu değişim sürecini daha iyi anlamaya ve buna ilişkin yeni yaklaşımları hayata geçirmeye ihtiyacımız var. Tam bu noktada başta kız çocuklarının olmak üzere kadınlarımızın gerek aile içerisinde gerekse de toplumsal yaşantının içerisindeki yerlerinin geçmişte olduğundan bambaşka bir şekle büründüğünü kabullenmek zorundayız. Artık kadınların yeri yukarıda belirttiğim ideolojik pozisyonlardan bir tanesinde sıkça vurgulanmış olduğu gibi ‘anne’ olmakla sınırlı değil. Hatta anne olmaya hapsedilemeyecek kadar genişlemiş bir kadınlık algısı ve bununla birlikte yürüyen bir kadın bakış açısı söz konusu. İşte bu noktada asıl üzerinde konuşmamız gerekenin kadın değil erkek olduğunu düşünenlerdenim.
Egemen erkek imgesinin dayandığı ataerkil ideolojinin kodları her alanda çözülürken fiziksel, psikolojik ve sözel şiddet toplumsal hayatımızı giderek daha fazla etkisi altına alıyor. Yaşananların ardından ağzını açan herkesin televizyon ekranlarındaki dizilerdeki şiddet görüntülerinin yasaklanmasına ilişkin ifadeleri bu açıdan kıymetli olmakla birlikte eksiktir. Çünkü söz konusu diziler ve bu dizilerin arka planındaki tahayyül gücü de yine bu coğrafyadaki kültürden beslenmektedir. Yaptığımız dizilere, sinema filmlerine biraz da bu açıdan alıcı gözle bakmayı denediğinizde, karşınıza bir örnek bir anlayışın çıktığını göreceksiniz. Aynı konular etrafında dönüp duran dizilerin yanı sıra komedi, melodram ve birkaç istisna dışında çeşidi az sinemamız. O halde bu erkek şiddeti nereden türüyor ve niçin bu kadar çok etkide bulunabiliyor?
Geçtiğimiz günlerde hayvanlarla ilgili bir belgeselde şu cümlenin kullandığını duydum: Dünya üzerinde karşı cinsine eziyet etmeyi adet haline getiren iki türden söz ediyordu. Bunlardan bir tanesi on beş yaşını doldurduktan sonra şempanzeler ve insanlar. Bu insanlar içerisinde erkeklerin yeri ve etkisi tüm dünyada kadınlardan çok ama çok daha fazla. Dünyadaki neredeyse tüm hapishanelerde mahkum olarak bulunan erkek sayısı kadınların sayısından çok ama çok daha yüksek seviyelerde. Yine şiddet olaylarına karışanların istatistikleri de yine aynı oranları bize veriyor. Son bir husus ise erkek şiddetine uğrama istatistiklerinde de kadınlar mağdur durumdalar. Öldürülüyor, sakat bırakılıyor, işkence görüyor, taciz, tecavüz ediliyor ve travmalarla yaşamak zorunda bırakılıyorlar.
Ülkemiz açısından da durum iç açıcı değil ve yaşananlar karşısındaki kanıksama anlayışımız ortadan kalkmadığı sürece, bu durum her geçen yıl katlanarak daha da kötü bir görünüm almayı sürdürecektir. İşte bu noktada dinsel, etnik, cinsel ve her türlü ideolojik yaklaşımların ötesinde yaşamakta olduğumuz erkeklik sorununu çözmek zorundayız. Bu sorunun arkasında zaman zaman dinsel ögelerle birleştirilmiş fakat din ile uzaktan yakından alakası bulunmayan inanışlardan tutun da hurafelere kadar uzanan bir dizi kabulleniş de yatıyor. Ahlakın bir türlü gerçek anlamda toplumsal ve bireysel anlamda din dışı bir alan olarak kabullenilmemiş olmasının büyük bir etkisi bulunuyor.
Evlilik kurumunun ne olursa olsun son bulmaması gibi bir yaklaşımla soslanan ve buna eşlik eden ‘ya benimsin ya toprağın’ mantığı ile sürüp giden yaklaşımların payını da unutmamalıyız. Emine Bulut olayında yüreğimizi sızlatan ve iliklerimize işleyen kızının bağırışlarını bir başka açıdan bu ülkede çocukların da gerçekten değeri olmadığı şeklinde görebiliriz. Çünkü kendi çocuğunun ömür boyu yaşayacağı bir travmayı bile umursamayacak kadar gözü dönmüş bir baba var karşımızda. Ve maalesef ülkemizde her fırsatta kutsallık atfettiğimiz aile kurumundaki sevgi ve saygı temelli olduğunu iddia ettiğimiz yapı, bize sevgi değil acı olarak geri dönebiliyor. Kadını, çocuğu birer sayı olarak gören ve ölümleri karşısında da yine aynı yaklaşımla gününü yaşamaya devam eden bir anlayışın uzantıları ile karşı karşıyayız.
Bunun karşısında ise başka türlü bir şeylerin de olabileceğini düşünen, hayatı, dünyayı bambaşka görüp yaşamak isteyenler de bulunuyor. İşte bu noktada insana dair umudu yitirmeden ve şiddet fenomeninin hepimizin hayatlarına kastettiği gerçeğini unutmadan yaşamalıyız. Bu ülkenin kız çocuklarına ve kadınlarına ihtiyacı var ve yine bu ülkenin şiddeti bir yaşam biçimi olmaktan çıkarmaya ihtiyacı her geçen gün biraz daha fazla artmakta. Belki de bu yüzden bugün daha çok birbirimizle konuşmanın, anlaşmanın yollarını bulmalıyız. Bunun yolu ne sadece eğitim sistemini gözden geçirmekten geçiyor ne de sadece cezai yaptırımları artırmaktan. Daha fazlasına muhtacız ve her şeyden önce kadınların birer eşya olmadığına ve sadece ev hanımı olarak içinde yaşadıkları toplumda bulunmayacakları gerçeğini idrak etmeliyiz.
Son yıllarda ülkemizde her alanda söz söyleyen ve çoğu kez boş konuşan bir kitle türedi, bu boş konuşmanın yanı sıra bir yerlere mesaj veren tiplerin asıl tehlikelisi okumuş cahil diyebileceğimiz olanlarıdır. Onlar kadını, kız çocuklarını kendi iktidarları uğruna başta eve olmak üzere son derece kısıtlı bir alana hapsetmeyi uygun bulduklarını her fırsatta ortaya koyuyorlar. Fakat buna karşın hayat, onların sözünü ettiği ve olmasını istedikleri gibi bir dönemde olmadığımızı bize her fırsatta göstermeyi sürdürüyor. Yine bu tipler, yaşanan şiddetin, tecavüzün, tacizin ve ölümlerin ardından da bahaneler üretme yolunu seçiyorlar. Ölümü değil yaşamı öne çıkartmalı ve kadınlarımızın yaşam haklarını sonuna kadar savunmalıyız. Hayatın değerinin olmadığı ülkelerde ölümün öne çıkartılması tesadüf değildir. Buna karşın ölümler sadece bir canın hayatının son bulması değildir aynı zamanda o canların içinde yaşadığı toplumların da çürümelerinin birer göstergeleridir. Namus, ahlaksızlık, edepsizlik üzerinden üretilen her türlü bahanenin asıl amacı öldürmenin gizlenmesidir. Perdeyi çekmek ve şiddet olgusunu görünür kılmanın yanı sıra kanıksamıyoruz demek zorundayız.