Türkiye’de uzun bir süredir her duyduğumuz haber ile birlikte vicdanlarımız biraz daha sızlıyor. Başta hayvanlara, çocuklara, kadınlara, doğaya olmak üzere tüm canlılara yönelik uygulamalar sonrasında ‘yok artık’ cümlelerini daha fazla duyuyoruz. Ancak öte yandın başta sosyal medya olmak üzere yükselen öfke seli, derdimizin dermanı olabilecek bir ışığı bünyesinde barındırmıyor!
Birbirini sevmeyen, hatta nefret eden insanların daha fazla ön plana çıktığı ve kötülüğün dalga dalga yayıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu öylesine büyük bir sıkıntıyı beraberinde getiriyor ki her geçen gün biraz daha fazla yükselen bir umursamazlık yaklaşımına kibir ve had bildirme duyguları da ekleniyor. Hepsi bir araya geldiğinde ise bayağılaşmanın, şiddetin ve ötekine yönelik nefretin dilinin kutsandığı bir süreç adeta hepimizi içerisine çekiveriyor.
Ne yazık ki bütün bu yaşadıklarımızın en büyük sorumluları, siyasetin dilini gerginleştirmek suretiyle kutuplaşmayı arttıranlar fakat onların bıraktığı yerden bayrağı devir alanlar, kimi zaman onları aratmayacak kadar ustalaşmış vaziyetteler. Son örnek Süleyman Demirel üniversitesinden bir fizik profesörünün, kız öğrencilerine dönük attığı iğrenç tweet. Gelen tepkiler üzerine okul yönetimince, soruşturma açıldığı belirtiliyor. Fakat bundan önceki olaylarda meczup, kendini bilmez ilan edilenlerin, genellikle unutulma süresi göz önünde bulundurularak aynı görevlerini sürdürmeye devam ettiklerini gayet iyi biliyoruz.
Üstelik bu kişiler tıpkı son örnekte olduğu gibi kendilerini temize çıkarmak adına akıl almaz ifadelere başvurabiliyorlar. Burada da sayın profesörümüz R harfi yerine T harfini bastığını beyan ediyor. Yani sizleri Parlatıyorlar diyecektim ama sehven Patlatıyorlar yazıverdim diyor. Tabii biz de hepimiz inanıveriyoruz! Koca koca insanların yaptıklarının ardından düşmekte oldukları durumun bizatihi kendisi bile son derece vahimken, bu kişilerin bütün bu olanları idrak etmekten uzak olması ise çok daha korkunç bir sürecin önünü açıyor.
Toplumsal hayatın bir arada sürdürülebilmesi açısından yasalar kadar önemli olan teamüller, davranışlar ve uygulamaları kaybediyoruz. Sadece ve sadece kendi yaptıklarını doğru kabul eden ve buna göre hareket eden bir kitle ile karşı karşıyayız artık. Birbirine güvenmeyen, inanmayan ve ortak bir payda içerisinde yer almak istemeyen kitlelere toplum adını veremeyiz. Profesörün attığı tweet kadar incitici hatta çok daha tehlikeli olan bir gazetecinin yazdığı yazısında iç savaş çağrısında bulunması ve belli kesimleri korkaklıkla suçlayabilmesidir.
Gerçekten aklın aramızdan ayrıldığı, hakkaniyet düşüncesinin rafa kaldırıldığı ve adaletin sadece belli kesimler için istendiği günlerden geçiyoruz. Bir siyasetçi bir başkasını suçlarken ağza alınmayacak hakaretler edebiliyor. Kendisi gibi olmayanları damgalayacak kelimeleri birbiri ardına rahatlıkla sıralayabiliyor. Hatta ülkemizde çok fazlasıyla hassas kabul edilen vatan hainliği, terör gibi kelimeleri karşısındakileri aşağılamak ve onları kitlelerin gözünde küçültmek anlamında kullanabiliyor. Eşitler arası olmayan bir dilin dolaşımda olduğu ve her an bu yaklaşımın biraz daha katmerlendiği bir aşamadan diğerine doğru sıçrıyoruz. Her sıçramanın bizi biraz daha yukarıya değil tam aksine aşağıya doğru çektiğinin ise farkında bile değiliz.
Böylesine ölçünün kaçtığı, her şeyin şirazesinden çıktığı bir ortamda söz konusu olan bitene makul, mantıklı yanıtlar vermeye kalkmanın hiçbir anlamı olmayacağını artık görmek zorundayız. Bu noktada mizahın dili burada önemli bir ezber bozan olarak işlev yüklenebilir. Hakikaten çok kötü sınavlar veriyor ve her defasında biraz daha sonra düşündüğümüzde yüzümüzün kızaracağı cümleleri, birbirinin ardına ekleyiveriyoruz. Oysa sonuç ne olursa olsun 25 Haziran sabahı birbirimizin yüzüne bakacağımızı unutmamamız gerekiyor!
Ölçünün kaçtığı yerde ona eşlik eden adalet, liyakat, insanlık gibi kavramların bir gün hepimize lazım olacağını aklımızdan çıkarmamalıyız. Böylesine kaygan zeminler üzerinde ve çıkarlar temelinde bir araya gelen kitlelerin bir gün yine buluşup, birlikte hareket edebileceği düşüncesi bile yapıp ettiklerimizdeki umarsızlığımızın önüne geçmeli. Başka bir Türkiye yok ve burada yaşamaya devam edeceksek, birbirimize saygı duymak kadar, birbirimize kulak kabartmayı ve iletişim kanallarını açık tutabilecek feraseti gösterebilmeyi başarabilmeliyiz.
Ölçüsüzlük hepimizin ayarlarını bozacak ve yaşamlarımızın birbirleriyle olan temaslarının önünde büyük engeller oluşturacaktır. Bölmeye değil birleştirmeye ihtiyacımız bulunuyor, ölçüyü aradan çekersek konuşacaklarımız ise tam tersi yönde olacaktır, bu yüzden hükümsüz bir gelecekle karşı karşıya kalmamak adına göstermelik değil gerçek anlamda saygıya ve hakkaniyete sarılmalıyız.