01 Şubat 2017

Neler oluyor bize!

Şiddeti normalleştiren bir dilin ve o dilin uzantısı olan sokağın, eğitim sisteminin içerisine doğuyoruz

Bazen şarkı sözleri söylemek istediklerimizden çok daha fazlasını anlatacak anlamları içerir. Son bir hafta içerisinde kaderleri birbirine çok benzeyen iki bebeğin başına gelenler sonrasında İlhan Şeşen’in şarkısındaki bir kez daha düşündüm. Bebeklerin çoğu zaman şanslarıyla birlikte dünyaya geldiklerine inanılır ve bebeklerin masumiyeti her türlü kötülüğün, çirkinliğin ötesinde bir etkiyi devreye sokar.

Daha kırkı çıkmadan iki zavallı yavrunun ebeveynleri tarafından hayatlarına son verilmiş olması ve bu hunharca eylemler gerçekleştirilirken onlara yaşatılanlar üzerinde durmak zorundayız. Çünkü her iki olayda da büyüklerin kirli dünyasına alet edilen yavrular söz konusu olanlar. 40 günlük Tuğçe bebek annesi tarafından önce 3 el kuru sıkı tabanca ateşine maruz kalıyor ardından ise denize atılarak hayattan kopartılıyor. İfadeleri okuduğunuzda kanınız donuyor, bu insanlar nasıl ve ne zaman böylesine cani haline gelebildiler diye aklınızdan geçiriyorsunuz. Kutsal olarak atfettiğimiz aile yuvasının içinde yaşanılan dramlar ve onun üzerinden yeniden kurulan hayaller ve çocuğunu öldüren bir anne.

Ahmet Kaya’nın ‘Nerden Baksan Tutarsızlık Nerden Baksan Ahmakça’ diye seslendirdiği bir şarkısı vardı, tam da bugünlerde yaşadıklarımıza cuk oturuyor! Bir diğer acı haber ise Van’dan geldi ve 38 günlük erkek bebeğin kafatasında kırık, vücudunun değişik yerlerinde ısırık, sol gözünde morluk ve cinsel istismar bulgularına rastlandı. 22 saat boyunca müdahale edildi ancak hayata gözlerini yumdu.

Doktorların durumu haber vermesi üzerine polisler, anne ve iki şahsı gözaltına aldılar. Dünya üzerindeki yolculuğu sadece 38 gün sürebilen bir masum yavru ve insanlıktan çıkmış mahlukların yanı sıra yine bir anne var karşımızda. Hayat hepimize eşit davranmıyor ama buna karşın kendi karnında dokuz ay boyunca taşıdığı yavrusunun başına gelenlerin içerisinde dahli olan bir annenin durumu hakikaten psikolojik bir vakadır.

Benim alanımı ilgilendiren kısmı ise işin aile kurumu ve bunun toplumsal hayat içerisindeki karşılığının nasıl bir şekil aldığı meselesidir. Uzun bir zamandan bu yana çocuk meselesine odaklanmış bulunuyoruz ancak ülke içerisindeki evlilik sayılarında yaşanan artışa karşın boşanma sayılarındaki yükselişi çoğu zaman es geçiyoruz!

Görmezden geldiğimiz ya da yeterince kafa yormadığımız bir başka önemli konu ise hiç şüphesiz aile içi şiddet olgusudur. Her geçen yıl bu doğrultuda ölen kadın sayımızın artması ve maalesef bütün bu olup bitenler karşısında gerekenlerin yapılmıyor olması endişe vericidir.

Daha öncede belirtmiş olduğum gibi, bütün şiddet vakalarında kadınların bir kez daha katledilmesine onay veren bir bakış açısının egemen olduğu bir haber dilimiz var. Kurbanların kişilik haklarının göz ardı edildiği buna karşın ise suçluların haklarının gözetildiği bir bakış açısı ile olayları yorumlamayı sürdürüyoruz.

Evde, okulda, sokakta, trafikte, stadyumda kısacası hayatımızın her alanında egemen olan şiddet sorunsalını önemsemiyor ve yaşamlarımıza adeta ipotek koymasına müsaade ediyoruz. Şiddeti sadece yaşanan olaylar olarak düşünmemeliyiz, şiddeti nasıl gördüğümüz yaşanan olayları engellemeden, değerlendirmeye kadar bir dizi yaklaşımı da etkileyecektir. Bu noktada Wieviorka1 şiddeti; kendini ifade etme olanağı bulamayan öznenin kendini anlatma biçimi olarak tanımlar. Burada şiddet her zaman fiziksel boyutları ön planda olan bir kavram olarak yer almaz, zaman zaman sözel boyutlarda ya da psikolojik boyutları ön plana çıkartabilecek şekillerde hayatımızı karartabilir.

Şiddet, Türkiye’de gündelik hayatımızı biçimlendiren ideoloji ve kültürümüzün ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Bu yüzden de toplumsal hayatımızın hemen hemen her alanı şiddeti besleyip büyütücü bir işlevi yerine getirebilmektedir. Gazetelerin üçüncü sayfalarından başlayarak yapacağınız kısa bir gezintiden, televizyonlardaki ana haber bültenlerinde sıkça yer verilen kadın cinayetlerine kadar kafanızı çevirdiğiniz her yerde şiddete rastlayabilirsiniz.

Ayrıca ekranlarda yayınlanan dizilerden evlerimize sokulan şiddet görüntülerini, silahları, öldürme ritüellerini saymıyorum bile. Maalesef şiddet ile olan imtihanımız çoğu zaman daha dünyaya gelmeden anne karnında başlıyor.

Şiddeti normalleştiren bir dilin ve o dilin uzantısı olan sokağın, eğitim sisteminin içerisine doğuyoruz. Ataerkil değer yargılarının ve erkekliğin her daim kutsandığı bu yapıda çocuklarımızı öncelikle dayak yememeyi öğütleyerek büyütüyoruz. Ardından gelen bir dizi örnek olay ve uygulamalar çocuklarımızın ailede, okulda, sokakta öğrendikleri şiddet dilinin ve mantalitesinin kafalarına kazınması ile karşılık buluyor. Burada ‘öteki’ diye nitelendirilenlere karşı güç kullanmaktan, onlara hayatı dar etmeye kadar gidebilen bir dizi uygulama ile sık sık karşı karşıya kalabiliyoruz. Buzdağının görünen yüzü hiçbirimizi aldatmasın asıl mesele suyun altında kalan kısımda/kısımlarda gerçekleşiyor. Şiddet ile büyüyenler şiddeti içselleştiriyor ve şiddetin uygulayıcıları olmaktan başka bir modelin olmadığı gerçeği adeta kafalarına kazınıyor. İçinde yaşanılan ekonomik, sosyal ve toplumsal koşulların da etkisi ile birlikte özellikle azgelişmiş yapılarda şiddet çok daha hızlı karşılık bulabiliyor.

Trafikte yol vermeme tartışmasının cinayetle sonlanmasından, küfür ettiği için yaralamalara kadar uzanabilen bir dizi örnek hemen her gün karşımıza çıkabiliyor. Gündelik hayatı yaşanmaz hale getiren ya da aşırı stres yükleyen şeylerden bir tanesi kuralların belirsizliği ya da değişkenliğidir.

Kuralların belirsizliği değerlerin de belirsizleştirilmesine yol açar. Böylesi zamanlarda en sıradan davranış bile karmaşıklaşır, sade vatandaş adeta paranoyak bir hale dönüşür. Değişken kurallara boyun eğme mecburiyeti stresi patlama noktasına taşımak suretiyle, kişileri herhangi bir kurala karşı duyarsız hale getirir ve gerçek kurallara karşı bile bir itiraz hali oluşur. Kurallar güç sahibi olmadan da hak sahibi olmak içindir ve bu yüzden de tüm toplumlar için adalet olmazsa olmaz kavramlardan bir tanesidir.

Herkesin aynı kurallara tabi olduğu ve dili, dini, etnik kökeni ya da sınıfsal pozisyonu nedeniyle farklı bir muameleye maruz kalmadığı ülkeler, yaşanabilir standartların var olduğu yerlerdir. Anti demokratik yapılar şiddeti bastırma temelinde hareket ederler, şiddeti temelinde gereksiz hale getirme gibi bir anlayışları söz konusu değildir.

Herkesin kendisinin haklı olduğunu ve adaletin sadece onun için geçerli olduğuna inandığı bir ülkede şiddetin kol gezmesi kaçınılmazdır. Eyyamcı zihniyet kalıpları şiddeti beslemenin yanı sıra ayrışmayı ve kutuplaşmayı da hızlandırırlar. ‘Kötü yönetim Şiddet’tir.

Masum sabilerimiz daha kırkları çıkmadan hayata veda ediyorlarsa ve başlarına bu süre içerisinde gelmedik şey kalmıyorsa, hepimizin bize neler oluyor sorusunu yüksek sesle dile getirmesinin zamanı çoktan gelmiştir. Bu hesaplaşmayı kendi kendisiyle yapmayan bir toplumun geleceği çok daha problemli ve çok daha sıkıntı verici olacaktır. Ahlaki yozlaşmaya eşlik eden şiddet dalgasını sadece evlilik kurumunu ön plana çıkartarak çözemezsiniz.

Evliliği, aileyi ve çocuğu sağlıklı bir toplumsal yaşamın içerisine yerleştiremediğiniz ve sorunları halledemediğiniz sürece bugün yaşadıklarımız gelecektekilerin yanında çok basit kalacaktır. Vicdanların kararmadığı ve adaletin hayatın her alanında kendisini hissettirdiği bir ülke en çok çocukların yüzünü güldürecektir çünkü onların aydınlık ve güvenli bir geleceğe adım atabilmelerinin koşullarını yaratmış olacaktır.

Demet Lüküslü, Türkiye’de Gençlik Miti,2009, İletişim Yayınları

 

Yazarın Diğer Yazıları

Herkesin haklı olduğu yer

İster futbolda isterse toplumsal hayatımızın diğer bütün alanlarında olup bitenler karşısında sağduyu denilen anlayışı hayata sokamadığımız müddetçe ortak bir zemini inşa edebilmemiz ve buradan sağlıklı bir toplumsal yaşamı başarabilmemiz mümkün olmayacaktır

Sonları beceremeyen ve bunu tartışamayanların ülkesi

İster futbolda ister siyaset dünyasında olsun sorgulanmayan, tartışılmayan ve sistematik bir hale dönüştürülmeyen hiçbir yapının mutluluk getirebilmesi de söz konusu değildir

Yine bir 10 Kasım

Resmi devlet ideolojisinin yarattığı ve katı kurallar içerisinde insani vasıflarından arındırdığı Mustafa Kemal Atatürk imgesinin yıkılmakta olduğunu buna karşın bu ülkenin insanlarının kalplerinde yaşattıkları Mustafa Kemal Atatürk imgesinin ise her geçen 10 Kasım ile biraz daha fazla büyüdüğünü bir kez daha yüksek sesle haykıralım

"
"