Sayın Cumhurbaşkanımızın sözleri üzerine bir kez daha gündeme gelen ve ülkemizin akademik camiasının uzun bir dönemden bu yana en sıkıntılı kesimlerinden bir tanesini oluşturan kadronun adıdır yardımcı doçentlik. 12 Eylül rejiminin ardından kurulan Yüksek Öğretim Kurulu(YÖK) ile birlikte daha önce uygulanmakta olan doktor asistanlık uygulaması rafa kaldırılmış ve yerine bize özgü olarak icat edilmiş bir durumun adıdır. Üzerinden bunca yıl geçmesine karşın gelen her iktidarın kaldırmayı taahhüt etmesine karşın devam ettirdiği YÖK ile birlikte devreye giren bu ara mekanizma, şimdi devletin en üst makamınca ilgilenilmesi için yine aynı kurum görevlendiriliyor. Önümüzdeki günlerde bu durumla ilgili olarak neler yapılacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak üniversitelerimizdeki asıl meselemizin sadece bu yardımcı doçentlik durumu olmadığı gerçeğini de tekrar dile getirmek durumundayız.
Her geçen yıl sayıları artmakla birlikte niteliksel kalite konusunda aynı oranda artış kaydetmeyen bir üniversite sistemine sahibiz. 185 tane üniversitemizin 55 tanesi İstanbul’da bulunuyor ki bu durum bile ülkemizin her alanında olduğu gibi yüksek öğretim alanında da bu kentin çok farklı bir konumda yer aldığını ortaya koymakta. Geçmişte büyük kentlerde bulunan üniversiteler zaman içinde tüm ülke sathına yayıldılar ve özellikle taşrada, toplumsal dönüşümde önemli katkılarda bulundular. Kız öğrencilerimizin sayısının her geçen gün artması ve gündelik hayat içerisinde yer almaları ile birlikte nispeten daha küçük yerleşim birimlerindeki üniversitelerin, kent hayatı içindeki rolleri önem kazandı. Buna karşın hem buralarda öğretim üyesi ve öğretim elemanı sıkıntıları ile birlikte yerel iktidarların etkisi ise çok daha fazla hissedildi.
Kendisinden her dönem şikayet edilen Yüksek Öğretim Kurulu’nun, değişen dünyanın koşullarına ayak uydurabilmek amacıyla zaman zaman reorganizasyon girişimlerinde bulunduğuna da şahit olduk. Buna karşın ülkemizin en ideolojik alanı olan eğitimin özellikle 28 Şubat ile birlikte üniversiteleri de buna uygun bir düzeneğin içerisine sokması ile birlikte ülkemizdeki pek çok üniversitemiz evrenselden ziyade yerel ölçekte hareket eden ve buna göre konum alan bir pozisyona kendisini taşıdı. Süreç içerisinde asıl yapılması gerekenler yerine sürekli olarak göstermelik uygulamalarla idare etme anlayışı devrede tutuldu. Bu ise kaybedilen yılların yanı sıra başta akademik özgürlükler olmak üzere pek çok alanda, geleneğin oluşmasının önünü tıkamaya devam etti.
Ülkemizin üniversite sisteminin yıllar içerisinde sık sık tasfiyelerle birlikte gündeme geldiği gerçeği, sistemin kendisi için tehdit olarak algıladığı üniversite hocaları meselesini de hiçbir zaman aklımızdan çıkartmadı! Yıllar geçti, buna karşın üniversitelerimizin kalitesini arttırdığımızı sanmamıza karşın düzeyi aşağıya doğru çekmeye başladığımızı fark edemedik. Her şeyden öte son yirmi yıl içerisinde ülkenin başına bela olan ve her yerde kendi iktidarını kurumlaştırma yoluna giden bir cemaatin, nasıl bir biçimde üniversitelerimizi ve ülkemizin bilim kuruluşu olan TÜBİTAK’ı ele geçirdiğini de 15 Temmuzla birlikte görmüş olduk. Tabii burada bir parantez açarak bu işleyişin oluşmasında özellikle doçentlik sınav sisteminden başlayarak, TÜBİTAK’ın destek projelerine kadar pek çok alanda işleyen bir mekanizmayı göz ardı etmemeliyiz. En tepede rektörler kanalıyla kadroların nasıl dağıtıldığı meselesinden başlayarak işin eğitimin çok ötesinde bir yerlere doğru uzandığı gerçeğini de yeniden ele almak durumundayız. Liyakat sistemini hayata geçirmenin uzağında olduğunuz sürece ve bilim insanlarını sadece ve sadece ideolojik angajmanlarınıza göre belirlemeye başladığınız andan itibaren, var olan sistemin adına istediğiniz kadar yüksek öğretim diye nitelendirin, böyle olmadığını gayet iyi biliyorsunuz. Ülkemizin farklılıklara en fazla ihtiyaç duyduğu alanların başında hiç şüphesiz üniversitelerimiz gelmektedir. Buraları tek tipleştirmeye çalışmak ve şekilsel hale sokmak ülke olarak bizi daha ileriye götürmeyecektir. Tam tersine çok daha sıkıntılı bir ülke konumuna doğru ilerlememize yol açacaktır. Burada darbe girişimi sonrasında işlerinden olan akademisyenler başta olmak üzere çok daha seçici davranmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatmak isterim. Akademisyenlik zor ve meşakkatli bir süreçtir, ayrıca dışarıdan görüldüğü gibi bir memuriyet ile eşleştirilebilecek bir iş kolu da değildir. Bu açıdan KHK’lar ile işsiz kalan akademisyenlerin söz konusu terör örgütü ile ilişkisi olanlarının dışında kalan kesiminin, bilim dünyasının dışında kalmaları hem kendileri hem de ülkemiz açısından büyük bir kayıp olmaktadır.
Akademimizin kadro sorunlarından başlayarak çözülmesi gereken çok sayıda büyük önceliği bulunmaktadır. Ancak bu konuda en önemli husus hiç şüphesiz, mahalle baskısı haline dönüşen anlayışın akademiden uzaklaştırılması gerekliliğidir. İkinci olarak, FETÖ tehlikesi ile birlikte alınan asistanların durumunun ne olacağı sorunu orta yerde durmaya devam etmektedir. Türkiye’de çalışan çalışmayan ayrımını sistematik haline getiremediğimiz için üniversitelerimize alınan öğretim elemanlarının, doktoraları bitiminde nasıl bir pozisyonda olacağı meselesini de henüz çözebilmiş değiliz. Bir diğer sıkıntılı konumuz, akademik yükseltme hiyerarşisi içerisinde sürekli olarak yapılan düzenlemelerin, nitelikten ziyade niceliği ön plana çıkartma eğiliminde olmasıdır. Bu ise hızla olmayan dergiler, kitaplar ya da parayla basılan kitaplar, dergiler şeklinde karşılık bulmaktadır. Kendisinden başka hiç kimseye yararı olmayan bir anlayışın, fil dişi kuleler içerisinde ‘bilim’ yaptığını zannetmesinden öteye gitmeyen bir anlayışın egemen olmasına yardımcı olan bir durumu bu şekilde yaratmış olmaktayız. Yabancı dil sınavını aşamayan akademisyenlerden, aşıp da yayın yapamayan akademisyenlere kadar pek çok kişiyi içerisine alan bir heyula ile karşı karşıyayız. Ast ve üst ilişkilerinin giderek daha fazla hiyerarşik bir hale büründüğü ve sistemin yetkileri merkezi bir hale dönüştürdüğü bir yapı var karşımızda. Üniversitelerimizin seçim yapmaktan çok daha öteye gitmek durumunda olduğu gerçeğini bile tartışmaktan uzağız. Öğrencilerimizin her geçen yıl biraz daha fazla sınavlar konusunda uzmanlaşma yoluna gitmeleri, buna karşın eğitimimizin kalitesinin çok daha öncelerden bozulduğu bir sistemimiz var. Milyonlarca öğrencimizi üniversiteli yapmaya çalışıyoruz, buna karşın bu çocuklarımıza nasıl bir gelecek vereceğimiz konusunda en ufak bir planlamamız bulunmuyor!
Sayın cumhurbaşkanımız, yardımcı doçentlerin konumu ile ilgili yapmış olduğu eleştirilerin de son derece haklı. Buna karşın iş sadece onlarla bitecek gibi değil, tam tersine üniversite sistemimizi a’dan z’ye masaya yatırmak ve yaşadığımız sıkıntıları çok daha niteliksel bir düzeyde tartışmak durumundayız.
Türkiye’nin yüksek liselere değil evrensel nitelikte adının hakkını veren bilim yuvalarına ihtiyacı bulunuyor. Daha nitelikli akademisyenler yetiştirmeli, elimizdeki değerleri kaybetmemeli ve şekilsellikten uzaklaşarak farklılıkları öne alan bir yapıyı hayata geçirmeliyiz. Konuşan, düşünen ve tartışan bir akademik mekanizma olmazsa olmazımız olmak durumundadır. Zaman içerisinde uydurulan kadrolardan ve tuhaf mekanizmalardan kurtulmalıyız. Türkiye’nin bugün her zaman olduğundan çok daha fazla akademiye ihtiyacı bulunuyor ve akademi ile ülkemizin arasındaki bağlantıyı güçlendirmenin önünü hızla açmalıyız.