Yaşadıklarımızı anlatmak için başvurduğumuz kelimelerin kafi gelmediği dönemlerden geçmek herhalde bizlerin kaderi olsa gerek! Hayatın akışı içerisinde hepimiz oradan oraya savrulup dururken, bizlere de cennet diye nitelediğimiz bir coğrafyada, cehennemi yaşamak düştü. Elimizden geldiği ölçüde hayatı hem kendimize hem de etrafımızdakilere çekilmez hale getirebilmek için her şeyi yaptığımız için de, buradan çıkış pek o kadar da kolay değil.
Küçük dünyalarımızda büyük büyük rüyalar görüyor ve bunların olması için çabalamak, çalışmak yerine çoğu kez başkalarının hayatlarına müdahil olmayı seçiyoruz. Elimizde hiç kullanmayı seçmediğimiz ama işimize geldiği gibi eğip bükmekten hoşlandığımız ‘iletişim’ denilen bir de enstrümanımız var. Yaşadıklarımızı birbirimizle ilişki içerisinde olduklarımızla paylaşmak ve karşımızdakilere sormak yerine çamur atmayı tercih ediyoruz.
Çok klasik olacak bir niteleme bu toprakların olmazsa olmazı olarak, hayatlarımız boyunca bizi hiç terk etmiyor: Yargısız infaz yapmak. Daha en baştan sormadan, soruşturmadan, gerçek olup olmadığını öğrenmeden, kafamıza göre takılmak işimize geliyor. Bu yüzden de buralarda toplu bir güzelliği bir türlü yaşayabilecek bir hale gelemiyoruz. Hiçbir başarının cezasız kalmadığı, hiçbir güzelliğin karalanmadığı bir durumla karşı karşıya kalabilmemiz de bu yüzden mümkün olmuyor.
Nobel ödülünü de kazansanız, dünyanın en prestijli dergilerinden birine de yazsanız veyahut yıllar sonra ilk kez kupa kaldırma başarısı da gösterseniz, sizin başarınız takdir edilmeyecektir. Çok hızla devreye sokulan karalama kampanyaları ile birlikte bu başarının arkasında yatan ‘asıl’ saikler konuşulmaya başlanacak ve başarıların, başarısızlıklar gibi konumlandırıldığı bir ortam yaratılacaktır.
Ayrılıkların da sevdalara dahil olduğu bir dünyada her nedense biz, hep kahırdan yana üzüntüden yana olan kısmı seçmeyi maharet zannetmişizdir. Neşeli şarkılardan çok kederli şarkıların prim yapması ve onlar üzerinden iç çekilmesi de tesadüf değildir. Ruh halimizin yansıması olan müziği ortaya çıkartmamız ve onu da yerden yere yıllarca vurmamız da kaderin bir cilvesi olsa gerektir.
Ayrışmak ve kendimizi benzerlerimizden ayrı olduğunu ispat edebilmek için onlarca alanı devreye sokarken bile dürüst olmadığımız için her an olmadığımız gibi davranıp, inanmadığımız gibi yaşamak durumunda kalırız. Bu öylesine tuhaf bir ruh halidir ki, içinde bulunduğumuz pozisyonun aksini savunur durumda olmanın verdiği huzursuzlukla, hem kendimizi hem de çevremizdekileri alt üst ederiz.
İnanmadığımız yalanları doğru gibi haykırmak bu konudaki en bilindik durumlardan bir tanesidir. Ekranlarda görmekte olduğumuz pek çok örnek tam da bu noktada önümüzde durmaktadırlar. Maskelerle dolaşan ve maskelerin içinden seslenen yüz binlerce insanın olduğu bir ülkede, iletişimin kendisi de bir nevi maskeleme mekanizması haline dönüşecektir. İletişimi bu şekilde kullanmaya başladığınız en iddialı mecra ise hiç kuşkusuz: sosyal medyadır.
Klavye başında ahkam kesmenin dayanılmaz hafifliği içerisinde etrafındakilere amiyane tabiri ile ‘giydirmek’ suretiyle tatmin olanların sayısı hızla artmaktadır. Buna karşın yaratılan tahribatta hızla çoğalmakta ve gerçekliğin, sahiciliğin yerini sahte kahramanlıklar ve mağduriyetten beslenenler almaktadır. Siz ne söylerseniz söyleyin ya da nasıl kendinizi anlatmaya çalışırsanız çalışın, onlar açısından tek bir doğru vardır: Kendilerinin doğruları!
Bu uğurda kelimeleri birer makineli tüfek edası ile kullanmaktan ve karalamaktan da çekinmezler! Her şeyin ‘en’i mutlaka onlar’dır, aksi durumlarda bile kendilerini temize çekmeyi gayet iyi bilirler. En demokrat, en insancıl, en adaletli velhasıl enlerin eni hep onlardır. Bunun aksini söylediğiniz anda ise sizi itham etmekten ve sizin nasıl bir insan olduğunuza yönelik karalamalar yapmaktan da çekinmezler.
Evrensel değerlere vurgu yaparlar ama buna karşın sizin hangi kanala konuşup konuşmayacağınıza karar verebilme hakkını kendilerinde görürler. Hatta sizin konuşma özgürlüğünüzü gasp ettiklerinde bile bunu demokrasi adına yaptıklarını anlatırlar. Ayrımcılık karşıtlığı üzerinden gidip daha en başından kendilerine yakın olan ve olmayanlara göre insanları kamplara ayırmaya bayılırlar.
Eğer bugün bu ülkede giderek artan bir ayrışma yaşıyor ve gittikçe birbirimizden uzaklaşıyorsak, bunda her şeyin en iyisini ben bilirim mantığı ile hareket eden ve kendileri dışında kalanları küçük görenlerin de büyük bir etkisi olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir ülke haline dönmek istemiyorsak, bir an önce sanal değil gerçek anlamda iletişime ihtiyacımız olduğunu anlamalıyız.
Hayatın akışı içerisinde tüm ideolojik angajmanlarına karşın sadece insan olarak bakmak suretiyle birbirimizle konuşabilmenin önünü açmalıyız. Boşluk dolar, zaman akar, hayatlar hayatlara temas eder. Buna karşın ölümün olduğu bir dünyada yaşadığımız gerçeğini en çok kendi vazgeçilmezliğine inanların idrak etmesi gerekir. Kendiniz dışında kalanları ötekileştirdiğiniz her ortamın sizleri de ötekileştireceği gerçeğini unutmayın! Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde insanlar da kifayetsiz kalmaya ve bununla yaşamaya mecbur olacaklardır.