Toplumsal hayatın içerisinde bir arada yaşayabilmenin kurallarını oluştururken tarihsel sürecin farklı yönetsel dönemlerde farklı egemenlik biçimlerini oluşturduğunu Weber’in analizinden öğreniriz. Buna göre egemenlik, tabi konumundakilerin verilen emirlere itaatlerini sağlayacak ve onların ilişkilerini düzenleyecek örgütsel düzenleri gerektirir. Üç egemenlik biçimi belirler: Geleneksel, Karizmatik ve Rasyonel-hukuki egemenlik. Sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan egemenlik biçimi rasyonel–hukuki egemenliktir ve burada insanlar konumlarını bilgileri, deneyimleri temelinde elde ederler.
Hukuk kuralları herkesi bağlayıcı bir biçimde işlev görür, tam da bu noktada liyakat dediğimiz anlayış devreye girer. Kişilerin hangi görüşten olup olmadıkları, ideolojileri, etnik ya da dinsel kökenleri, cinsel tercihleri değil o alandaki yetkinlikleri belirleyicidir. Uzun bir süreden beri ülke olarak liyakatı değil söz konusu diğer tercihleri ön plana çıkartan bir anlayışı hayata geçirdik. Deneyimi, yetkinliği, bilgiyi değil kişisellik üzerinden yürüyen liyakatsizliği tercih ettik. İnsani ilişkilerimizin ne kadar yozlaştığı, ne kadar kötücül bir anlayışın etrafımızı sardığına dair çok sayıda örnek sıralayabiliriz.
Nepotizm, akraba kayırma veya adam kayırma, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık şeklinde tanımlanabilir. Bu anlayışın yerleşiklik kazandığı toplumlarda hem bireysel ilişkiler hem de kurumsal ilişkilerin içerisine hiç ummadığınız şekilde tuhaf uygulamalar görebilme olasılığınız artar. Geleneksel yapının egemenliğinin sürdüğünün ve işleyişin, sistemli bir yapıya değil tamamıyla keyfiyet ilişkileri temelinde yürütüldüğünü yine bu uygulamadan anlayabilirsiniz.
Çünkü kuralların herkesi bağladığı ve liyakatın öne çıkartıldığı yapılarda, kişiler istedikleri gibi at koşturabilme olanağını bulamazlar. İşe alımlardan tutun da seçmelerin yapıldığı bütün uygulamalar içerisinde keyfiyet, torpil, hamili kart yakınımdır anlayışı işleyememektedir. Sistemin defolarından, eksikliklerinden yararlanarak kendi çıkarına kullanma durumu ile tüm olup biteni istediği gibi şekillendirme olanağı arasında büyük farklılıklar söz konusudur.
Türkiye, özellikle siyaset temelli kayırmacılığın yoğun bir şekilde işletildiği bir ülke görünümünde olmaktan bir türlü kurtulabilmiş değildir. Devlete kapılanma anlayışının, kişilerin kendi kimliklerini kendi bireysel yetenekleri ve eğitimleri sonucunda elde etmelerinin yerine tepeden inme bir biçimde yerleştirilebilmelerini sağlayabilmektedir. Zaten böyle olduğu için de ülke olarak sürekli bir biçimde yapılan bütün sınavlardaki, işe alımlardaki şaibeleri konuşmaktan da geri durmayız. Ama öte yandan bunlardan şikayet eden kitlenin, fırsatını bulduğunda aynı uygulama ile yerini sağlamlaştırmak için uğraşacak olmaları da bize özgü bir durumun göstergesidir.
Son dönemde özellikle akademi dünyasında birbiri ardına patlayan kayırmacılık örneklerini okumaktan adeta yorulduk! En çok objektifliğin işletilmesi gereken yer olarak düşündüğümüz üniversitelerdeki uygulamaların, küçük işletmelerin bile gerisine düşmüş olmasına şaşırdık. Halbuki bu ülkenin genel yansıması olan iliklerimize dek işleyen kayırmacılık gerçeği her yerde ve her zeminde karşılık bulmayı sürdürmektedir. Biz sadece bunun böyle olabileceğini kondurmak istemedik, o kadar!
Üniversiteleri giderek tek bir kişinin söz söylediği ve geri kalanların koşulsuz biat ettiği mekanlar haline dönüştürdüğünüz andan itibaren bunun sadece akademik alanda kalmayacağı gerçeğini de baştan kabul etmişsiniz demektir. Atanacak olan kişilerin seçiminden tutun da, kontenjanların belirlenmesine kadar gidebilecek pek çok aşamada kurumsallık değil kayırmacılık rahatça işleyebilecek bir ortam bulacaktır.
Ülkemizdeki örneklerin giderek çoğalıyor olmasına baktığımızda da bu ortamın giderek fütursuz bir hale büründüğünü hissediyoruz. Bir rektörün, dekan olarak eşini, rektör yardımcısı olarak akrabasını, bir diğer dekanlık için onun eşini, bir başka akrabasını enstitü müdürü olarak bir başka akrabasını ve yüksekokul müdürü olarak da onun eşini atamasına da gördük! Gerçi geçmiş dönemlerde rektörlüğü bırakmamak için koltuğu eşine bırakarak yönetimi terk etmeyenler de olmuştu.
Bir başka rektörümüz ise yatay geçiş kontenjanlarını değiştirerek oğlunun yönettiği üniversiteye geçebilmesinin önünü açabiliyor. Masum gibi görülen değişikliğin aslında bir yerlere için yapıldığını öğrenenlerin hayal kırıklığının hesabını kim/kimler verecekler? Veya verebilecekler mi? Ayrıca tüm bu yaşadıklarımız sadece rektörlerle sınırlı kalmamakta aynı zamanda dekanlara da sirayet etmektedir.
Başka bir üniversitenin tıp fakültesinin dekanı ise kardeşini öğretim görevlisi, uzman doktor olan eşini Yardımcı Doçent ve oğlunu da inşaat mühendisi olarak işe alıyor. Sınavlarda işlemesi gereken hakkaniyet kurallarının işleyip işlemediği meselesi can yakıcı soru olarak orta yerde dururken, tüm bu keyfiyete dayalı uygulamalar hız kesmeden sürüp gidiyor! Akademik ilanların durumu da işe alımlardan çok farklı değil, orada da istenilen nitelikler içerisinde henüz sadece kişinin ismi yazmıyor-ki bu uygulamayı da gördük- ama bunun yerine kişinin yaptığı doktora tezinin başlığı zikredilebiliyor.
Kimsenin kimseye güvenmediği bir toplum haline geldiğinizde ve toplumsal anlamda ortadan ikiye yarılan bir kutuplaşma içerisine girdiğinizde, yaşananlardan herkes ama herkes kendi payına üzerine düşeni alacaktır. Onur, Şeref, Gurur, Haysiyet gibi kelimelerin içi boşaldıkça vicdansızlığın önü daha da açılacak liyakatsizlik tavan yapacaktır. Liyakatsizliğin önünü açtığınızda ise sistemin defoları hayatlarımızı her geçen gün biraz daha karartmayı sürdüreceklerdir.
Tıpkı ağacın kurdu gibi kayırmacılık da toplumu içerden çürüten bir hastalıktır. Liyakatı sağlayamadığınız ve insanları yapılan işlerin dürüstlüğüne inandıramadığınız bütün yapılarda adam kayırmacılığı filizlenecek alanları kolayca bulacaklardır. Ülke olarak bu alandaki en büyük sorunumuz ise var olan anlayışımızın dürüstlüğü, doğruluğu ve liyakatı değil işini görmeyi, sorunu kendi lehine çözmeyi ve amaca giden yolda her türlü uygulamayı mübah olarak görebilmemizdir.
Böylesi yapılar komploların havada uçuşmasına, kağıttan kaplanların kahramanlık hikayeleri ile bir yerlere yerleştirilebilmelerine ve insanların değil makamların yükseltilmesine yol açarlar. Hiç kimse yapılanlara sonuna kadar güvenmez ve elinden geldiğince aynı yollar üzerinden kendini kurtarmanın fırsatını arar durur. Oysa, gerçek çok daha basit bir yerde ortada durmaktadır. Ama kayırmacılık sayesinde çürüyen toplumsal ilişkilerimiz, buna ulaşabilmemize olanak sağlamaz. Çünkü bize aşılanan toplu bir kurtuluş değil bireysel yırtma, paçayı nasıl olursa olsun kurtarma düşüncesidir.