Kadınların neleri yapıp neleri yapamayacağı veya nelerin onlara yakışıp nelerin yakışmadığı meselesinin erkekler tarafından bu kadar çok gündeme getirilmesi herhalde tesadüf olmasa gerektir!
Ülkemizde kadının yerinin ve konumunun erkek zihniyet kalıpları üzerinden sürekli olarak üretilmesi anlayışı içerisinde bu mesele her daim ön planda tutulmaktadır. Gündelik hayattan siyasete kadar bütün alanlar üzerinde tahakkümün kadın ve kadın bedeni üzerinden yürütülmesi durumuyla karşı karşıyayız. Kadının yerinin kocasının ve babasının yanı olması anlayışı değişmez tabu şeklinde konumlandırılmaya devam etmektedir.
“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” sözünü sık sık duymamız ve kadınlığın sürekli olarak annelik üzerinden tarif edilmesi de yine ataerkil ideolojik kalıpları beslemektedir. Bu noktada kadının neleri yapması ve neleri yapmaması ya da yapamaması gerektiğini tarif etmek demek aynı zamanda toplumsal hayat içerisinde kadının konumunu da işaret etmek anlamına gelmektedir.
Şu kıyafetleri giymeli, şunları giymemeli, şu saatte sokağa çıkmalı şu saatler arasında ise evinde olmalı gibi yaklaşımlar daha çok küçük yaşlardan itibaren kız çocuklarına ezberletilmektedir. Sosyalizasyon süreci içerisinde ev içi hizmet aktivitelerini kızların yapmalarının öğretilmesi de yine bu yaklaşımın uzantısıdır.
Aslında bütün toplumsal kurumların işleyişi içerisinde bu anlayışın uzantıları ile karşı karşıya kalırız. Son yirmi yıl içerisinde Türkiye’de medya sektöründe ön plana çıkan bütün dizi karakterlerinin erkekler temelinde yükselmesi ve erkekliği yüceltmesi bu açıdan hiç de şaşırtıcı değildir. Buna karşın yine bu süreçteki dizilerde kadın karakterlerinin içerisinde ön plana çıkartılanların neredeyse tamamına yakını fettan kadın tiplemesi ile gösterilen seksi, yuva yıkan kadınlardır.
Şehnaz Tango’dan bu yana bir kadın karakterin başrolde olduğu ve tüm diziyi sürüklediğini hatırlamıyorum. Yine bu dönemde erkekliği öne alan mafyatik dizilerin, ağalığın gösterildiği dizilerin daha çok talep görmeleri de dikkat çekicidir.
Medyada bize gösterilenler aslında gündelik olanın farklı bir biçimde karakterize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu açıdan kadınların tüm toplumsal hayatın içerisinde var olmalarına karşın yokmuşlar gibi karşılanmaları veyahut bulundukları kamusal alan içerisinde dışlanmaya maruz kalmaları üzerinde daha fazla durmak zorundayız.
Çünkü işsizlik rakamlarından, okullaşma rakamlarına kadar pek çok alanda kadını sistemin içerisinde tutabilecek düzenlemelerin hala çok uzağındayız. Nüfusun yarısını oluşturan kadınlarımızın ülkenin siyasal temsil mekanizmaları içerisinde nasıl bir pozisyon içerisinde bulunduklarına bakarak durumu daha iyi görebiliriz. Maalesef durum hiç açıcı değil ve bütün bu sıkıntıların yanı sıra olup biten tartışmalar da her seferinde kadınlar ve kadın bedeni üzerinden yapılmaya devam ediliyor.
Bir ülkenin toplumsal kurumları arasında eşgüdüm söz konusudur ve bütün kurumlar arasındaki ilişkiler o ülkenin insan tipinin üretilmesine katkıda bulunur. Bu açıdan ülkemizin aile kurumu başta olmak üzere siyasetine, medyasına baktığınızda ortaya çıkan tablonun spor sahaları içerisinde de farklı olmadığını görebilirsiniz.
Kadınlarımızın spor sahalarındaki temsil rakamları erkeklerimizin çok ama çok gerisinde kalmayı sürdürmektedir. Buna karşın var oldukları alanlar içerisinde bile son derece zor koşullarda ayakta kalabilme mücadeleleri vermektedirler.
Tabii bir de televizyonlarda oturdukları yerden ahkam kesmek suretiyle kadına yakışan spor dalı şudur ya da budur diyerek matah bir şey yaptığını zannedenler var!
Aslında bu gruptakilerin kadınların futbol oynamalarına, güreşmelerine veyahut halter kaldırmalarına ilişkin tutumları sadece bu spor dalları ile ilişkili değildir. Aynı zamanda kadının yerinin ne olması gerektiği durumuyla da yakından bağlantılıdır.
Kadın Futbol milli takımımızın Lüksemburg’u 9-1 mağlup etmesini ekrana taşıyan futbol yorumcusunun ‘Kadınlar da milli olur’ ifadesini kullanması bile erkeksi söylemin bir uzantısıdır.
Buna karşın diğer yorumcunun ‘sakın ayrımcılık yaptığımı sanmayın. İmkânım olsa boksu yasaklardım, kadın halterini ve kadınların futbol oynamasını da istemem’ cümlesini kullanmıştır. Ardından futbolun kadınlara yakışmadığını, buna karşın atletizm, voleybol, yüzme, basketbol gibi spor dallarının kadına çok daha fazla yakıştığı söylemiş ve güreşin de kadına uymadığını belirtmiştir.
Spor en başından itibaren cinsiyet temelinde yükselmiş bir alandır. Spor alanı erkek egemen zihniyet kalıplarının üretilmesine ve yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktadır. Kadınların spor sahalarındaki mücadeleleri tıpkı toplumsal hayattaki mücadeleleri gibi çok meşakkatli bir süreçten geçerek gelmiştir.
Kadın futbolu ile ilgili vereceğim bilgileri Hacettepe Üniversitesi Spor Bilimleri ve Teknolojisi programı doktora öğrencisi Pınar Öztürk’ün ‘Kadın Futbolcuların Futbol Alanındaki Deneyimleri’ isimli doktora çalışmasından aldım. Pınar’ın bu harika çalışmasının bir an önce kitap haline dönüşmesini ve okuyucularıyla buluşmasını temenni ediyorum.
Dünyada modern futbolun beşiği olan İngiltere’de İngiltere Futbol Birliği 5 Aralık 1921 yılında 53 bin kişinin izlediği kadın futbol maçının ardından, ‘futbol oyunu kadınlar için uygun değildir ve teşvik edilmemelidir’ gerekçesiyle kadınların futbol oynamasını yasaklamıştır. Benzer yasaklamalar dünyanın pek çok futbol ülkesinde kendisini göstermiş ve 1970’li yıllara kadar bu durum sürmüştür.
90’lı yıllar futbol organizasyonlarının ve otoritelerinin, futbola kadınları dahil etmeye başladığı yıllar olacaktır. UEFA’nın 2015-2016 Kadın Futbolu raporuna göre Almanya’da 197 bin, Fransa’da 85,500, İspanya’da 31 bin kayıtlı futbolcu varken, Kazakistan’da 2,300, Bosna Hersek’te 943, Arnavutluk’ta ise 360 kayıtlı futbolcu bulunmaktadır.
FIFA ise tüm dünyada 4 milyon 801 bin 360 kadının lisanslı olarak, tüm statüleri temel alarak ise 29 milyon kadının ve kız çocuğunun futbol oynadığını ve bu sayının her geçen gün arttığını belirtmektedir. Ayrıca kadın futbolunun tribünlerde ve ekranlardaki ratingi de artmaktadır.
2012 Londra Olimpiyatları’ndaki ABD ve Japonya arasındaki final karşılaşmasını 80 bin kişi tribünlerden izlemiştir. 2015 yılında Kanada’da düzenlenen FİFA Dünya Kadınlar Şampiyonasındaki 52 maçı, stadyumlarda 1 milyon 353 bin 506 seyirci izlemiştir ki tribünlere katılım ortalaması 26,029’dur. Kanada televizyonlarında ortalama 3,2 milyon izleyici ile kupa izlenme rekoru da kırılmıştır.
Türkiye’de kadın futbolunda 2006-2007 sezonunda lig takımlarında oynayan lisanslı futbolcu sayısı 296 iken, 2015 yılında 5087, 2016’da ise 6202’dir. Ayrıca okul takımları ve Grassroots etkinlikleri kapsamında futbol oynayan kadın sayısı 2015 verilerine göre 62,516’dır.
Türkiye’de kadın futbolunun yaşadığı deneyimleri alandakilerin gözünden yansıtan doktora çalışması ile aslında çok önemli bir katkı sağlanmıştır. Pierre Bourdieu’nun kavramlarının uyarlandığı çalışmada futbolun kendi habitusunun kadın futbol dünyası içindeki alanın sınırlarını da nasıl belirlemekte olduğu ortaya konulmuştur. Kadınların narin vücut yapıları veyahut annelik üzerinden konumlandırma girişimleri toplumsal hayatın bütün alanlarında olduğu gibi spor sahası içerisinde de karşılık bulmaktadır. Aynı zamanda bu anlayış kadınların nerede durması gerektiğini ve nasıl bir pozisyon almaları gerektiği hususunda da sürekli olarak erkek egemen değerlerin üretildiği bir anlayışı dolaşıma sokmaktadır.
Kadınların yok farz edildiği ya da erkeklerle aynı konumda düşünülmediği bütün bakış açıları yıkılmaya mahkumdur. Kadınlar toplumsal hayatın bütün alanlarında olduğu gibi spor alanında da var olduklarını ortaya koymak zorunda bırakılmamalıdırlar. Ayrıca kadın bedenleri üzerinden ahkam kesilerek bir konuma yerleştirilme çabalarının arkasında daima erkeksi değer yargılarının ve erkek egemen ideolojiyi yücelten bakış açısının olduğu gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz. Çünkü bu zihniyet aynı durumda erkeklerin neler yapması ya da neleri yapmaması hususunda görüş beyan etmemektedir. Zira onlara göre erkekler her şeyi yapmaya muktedirler!