Anlık çözümler üretme konusunda pek bir mahirizdir. İşi kılıfına uydurma durumumuz ise atasözlerimize bile konu olmuştur. Yaşadıkları karşısında almış oldukları pozisyon ve buna uygun olarak üretilen sonuçlar farklı kültürlerde kuşaktan kuşağa aktarıla gelmektedir. Göçebe kültürün etkisini halen sürdürmekte olduğu bir geleneğe sahip olduğumuz için bu durum hayatımızdaki tüm uygulamalara yansımaktadır. Uzun vadeli planlar, ortaya çıkabilecek problemler karşısında alternatif öneriler oluşturmak gibi yaklaşımlar bizde çok fazla karşılık bulmazlar.
Ortada halledilmesi gereken bir sorun duruyorsa bunu çoğunlukla kendi işimize geldiği gibi çözmeyi tercih ederiz. Tabii burada ortak çıkar/yarar meselesini de yine kendimize göre hallederiz. Bizim işimize yarayan ‘uygun’ olarak görülmekte ve çözüm böylece sağlanmış olmaktadır. Bizim çözümümüzün diğerleri için yaratabileceği sorunları ise artık biz değil onlar düşünmelidirler. Nasılsa biz işimizi halletmiş ve kendi rahatımızı sağlamışızdır, ‘bizden sonrası tufan’, ya da ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ sözleri de yine bu anlayışın yansımalarıdır.
Tüm bu olup bitenler bir taraftan da kentin değerleri ile kırsal yapının değerleri arasında gidip gelmeyi hala sürdürmekte olmanın da bir göstergesi olarak okunabilir. Bizim kentlerimizin büyük bir kısmının göç ettiğimiz yerlerin ‘küçük’ birer minyatürü haline dönüştürülmesi gerçeği, sadece yaşanan mekanı değil yaşam biçimini de etkilemeyi sürdürmektedir. Bir taraftan kentleşiyoruz ancak öbür yandan ailelerin geldikleri yer ile olan bağlantıları bir şekilde sürüp gitmeye devam ediyor. Yiyecek maddelerinden, ekilen ürünlerden elde edilen gelirlere kadar pek çok konuda bu rabıta sürmekte.
Kentlerimizin neredeyse tamamına yakınının estetik yoksunu ve son derece kötü bir yapılaşma ile oluşturulması gerçeğinin arkasında bu ruh halinin de etkileri yer alıyor. Şekilsellik üzerinden yürüttüğümüz yaklaşımlarımızı en net kentlerimizde görebiliriz. Muhafaza edemediğimiz geleneksel yapılarımızdan, ecdat miraslarına kadar pek çok örnek bu açıdan durumumuzu ortaya fazlasıyla koymaktadır. Çok katlı bina yapmayı çağdaşlık olarak almak suretiyle kısa bir süre içerisinde tüm kentlerimizi bir örnek haline dönüştürmeyi başardık. Bir tarafta aynı tip anlayışla inşa edilerek pazarlanan steril hayat örnekleri yer alıyor. Öte tarafta ise boyası, badanası olmayan, son derece şekilsiz, eğreti yapılar varlığını sürdürüyor. Ortası neredeyse yok gibi bir şey, çünkü halletme mantığı üzerinden olayları görmeye alıştığımız için başka bir şey de pek mümkün olarak görülmüyor.
Gündelik hayatta yapıp ettiklerimizin arkasında mekanların tasarımı ve kullanımı kadar bütün bunları biçimlendiren zihniyet yapısı yer alıyor. Keseri hep kendine yontma hastalığımız da işte tam bu zihniyet yapısı içerisinde şekillenmek suretiyle tüm olup bitenleri bu doğrultuda görme yanlısı insan tipinin şekillenmesine katkıda bulunuyor.
Kurallara uygun yaşama ilkesi-ki biz bu kavramı Fair Play olarak sadece spor sahalarında kullanılabileceğini zannediyoruz-hayatın her alanında ilişkilerimizi kolaylaştırmaktadır. Kurallar evrensel aklın yansıdığı uygulamalar olarak hem bizlerin arasında yaşanabilecek gerilimlerin, sıkıntıların ortadan kaldırılmasında hem de bizim dışımızdakilerle olan ilişkilerimizin de düzenlenmesinde yol göstericidirler. Burada kişilerin ideolojileri, dinsel mensubiyetleri, cinsiyetleri, cinsel tercihleri, etnik kökenleri vb. gibi pek çok husus ikinci plandadır. Asıl belirleyici olan hepimizin çıkarlarını gözetecek olan kuralların hayata geçirilmesi ve bunun hiçbirimizin aleyhine kullanılmayacak şekilde korunmasıdır. Sistemlerin hayata geçirildiği ve ilkeler temelinde düzenlemelerin belirleyici olduğu toplumlarda, hayat tesadüfler üzerinden yürümez. Ya da bir başka ifadeyle kişilerin hayatlarında tesadüflere yer vardır ancak bu durum tüm toplumu bağlamaz.
Ülkemizde yaşanan örnekler ise genelde yaşanan durumun kendine özgü olması meselesinin çok ötesinde bir seyir göstermektedir. Kendi çıkar ve ikbali için yapmadığını bırakmayan insan tiplemesi ile sık sık karşı karşıya geliriz. Hatta dalgalanmaların yaşandığı dönemlerde bu örnekler artış göstermesinin yanı sıra tüm bu olup bitenlere yönelik onaylama eğilimi de yükselmektedir. Çoğu zaman yok artık dediğimiz bazen de tebessüm ederek okuduğumuz bütün örnekler aslında bu ülkenin gerçeklerinin yansımalarıdır.
Gecekondu yıkımlarında sıkça çocuklarının boğazına bıçak dayamak suretiyle yıkımı engellemeye çalışan ebeveynleri görürüz. Ya da zabıtalara karşı tezgahını vermemek için direnen seyyar satıcı örnekleri. İsterseniz kaçak elektrik kullandığı için jandarma eşliğinde geldikleri beldede saldırıya uğrayan elektrik kurumu teknisyenlerini de anabiliriz.
Bu örneklere çok sayıda ekleyebiliriz ancak dün Şanlıurfa’nın tarihi Haşimiye meydanında bulunan ve kafe olarak işletmeye verilen işyeri tüm bu olup biteni bir başka açıdan yansıtmış oldu. Tarihi yapının üzerine çıktığı inşaatın yıkılması doğrultusunda verilen kararı aşmanın yolu olarak, kaçak yapı boydan boya referandumda ‘evet’ pankartı ile sarmalandı. Tamamen eyyamcı bir zihniyet kalıbının yansıması ile karşı karşıya olduğumuzu gösterdiği için bu son derece etkili bir örnektir. İşini halletmek için ‘gemisini yürüten kaptandır’ deyimini kullanan bir anlayış açısından bu yaklaşım tipik bir inceleme konusunu oluşturmaktadır.
Eyyamcılığın geçerli olduğu toplumlarda hayat her daim kötü sürprizlerle dolu olabilmekte ve ucu belirsizlikler içermektedir. Hallederiz ya da kılıfına uydururuz mantığı beraberinde şiddetin hayatımızın her anına yayılabilmesini kolaylaştırırken, kurallara uyanları da ötekileştirmektedir. Sistemsizliğin sistemleştiği yapılarda, en basit olaylar bile karmaşık hale dönüşebilmekte ve hayat kalitesi sürekli olarak düşmektedir. Uydurulan olaylar, halledilen çözümler sadece gündelik olanı kurtarmaya yararken topyekun bir kaybetmenin ve çürümenin de önünü açmaktadır.