Bu ülkede tüm olup bitenleri akıldan ziyade duygularımızla ve kendi siyasal tercihlerimiz üzerinden açıkladığımız için yaşadıklarımız kadar yaşadıklarımıza verdiğimiz tepkilerimiz de birbirini tekrarlamayı sürdürmekte. Hangi konu olursa olsun yaklaşımımız hiç fark etmeyen bir şekilde aynı minval üzerinde beliriyor ve olayları yorumlama biçimimiz duygusal bir temelde gerçekleşiyor. Böyle olduğu için de çözümlerimiz çoğu zaman güç kullanma ile birlikte ilerlerken, hukuk denilen evrensel nosyon bizim bakış açımıza göre veyahut ‘bize uygun’ bir hale dönüşüyor. Son iki yüz yıldır olmayı istediğimiz yer ile buna ulaşmak için harcadığımız çabaları göz önünde bulundurduğumuz da şu anda yaşadıklarımız kara mizah gibi gözükebilir. Ancak tüm bu sürecin içerisinde yaşadıklarımıza biraz daha yakından baktığımız takdirde ise göstermelik bir uygulamanın ötesine gidemeyen adımların dışında, var’mış gibi sandığımız kurumların aslında hiç olmadıkları ile karşılaşırız. Bu yüzden de bu topraklarda hukuk, demokrasi, insan hakları, işkence, düşünce özgürlüğü lafları her zaman havada uçuşur ancak bu kavramları bütün talep edenler bu kavramları kendilerine göre kullanmanın ötesine geçmezler!
Kendisi gibi olmayan hiçbir fikre saygı temelinde başlamayan yaklaşımlar sonucunda ise daha en baştan bazı görüşler sakıncalı ilan edilirler. Gücün ve güçlünün iktidarını sever, sayar, biat eder ve tüm düzenlemelerimizi de buna uygun olarak hayata geçirmeye gayret gösteririz. O zaman buna uymayan her türlü bakış açısını devre dışı bırakacak olan standartlara ihtiyacımız vardır ki burada devlet aklı devreye girmeye başlar. Devleti kutsayan, bunun karşısında hiçbir zaman vatandaşını ön plana almayı istemeyen bir bakış açısı hepimize gelin buraya demeyi sürdürür. Hak, hukuk, adalet gibi kelimeleri kullananlar değil bu kavramları tanımlayanlar belirlerler. İçerikleri neler olacak, nerede durup nerede durulamayacağını bizlere bildirecek olan işte bu mekanizmadır. İktidarlar değişir buna karşın bu mekanizma bakidir ve yıllar içerisinde bütün iktidar savunucuları eninde sonunda ‘ama-fakat-lakin-zira’ cümleleri ile durumu görünür kılmaya çalışırlar.
Buraya kadar asıl önemli olan kısım ise toplumun bizatihi kendisinin de benzer bir bakış açısı üzerinden olup bitenleri yorumlama gayreti içerisinde bulunuyor olmasıdır. Kategorize edilmiş olan düşünceler üzerinden tüm olan biteni anlamaya çalışan ve bunu yaparken de son derece katı olan bir anlayış burada söz konusu olmaktadır. Doğrular ve yanlışlar adeta hiç değişmez hükmünde konumlandırılmakta ve bunun içerisine girenler ya da girmeyenler üzerinden tüm olanlar değerlendirilmektedir. Bu anlayış ister bir siyasal açıklama için olsun isterse de herhangi bir adli olay için olsun fark etmeyecek şekilde benzerlikler üzerinden işler. Etiketlemelerin devrede olduğu, olayların içerisinde yer alanların hangi pozisyonda bulundukları, giyimleri, saçları, sakalları, mini eteği velhasıl her şey burada etkili olmaktadır. Bir minibüs içerisinde şort giyen kadına saldırıda bulunan kişinin babasının yaptığı açıklama, bu kafa yapısının nasıl işlediğini göstermiş olmaktadır: …O gün oğlum oruçluymuş. Çok iyi niyetli biridir. Mahallede herkes sever. Dolmuşta kadın küfür edince o da elinin tersiyle vurmuş. Ama o kız da gitmiş kısacık şort giymiş. Onun annesi, babası yok mu? Böyle giyinmesini doğru bulmuyorum. Önce kendi oğlunun durumunu anlatıyor ardından sanki oğlu bir kadına vurup gitmemiş gibi var olan durumla ilgili olarak bambaşka bir algı yaratıyor ve suç varsa bunun sebebi de giyim tarzıdır diyerek olaya son noktayı kendi tarafından koymuş oluyor.
Tipik bir o zaten bunu hak etmişti anlayışı ile karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha görüyoruz. Suçu işleyenlerin suçlarının olmadığı veya efendim herhangi bir suç varsa da bunun nedeni şudur anlayışı üzerinden giden bir bakış açısı var ortada. Son bir yıl içerisinde kadınlarımızın karşı karşıya kaldığı yaşam tarzları ile ilgili saldırı sayısı artarken bu ve buna benzer yaklaşımlarla normalleştirilmeye çalışılan haberlerin sayısı da artıyor. Tabii bir de yaptıkları sonrasında toplumdan gelen tepki ile gözaltına alınıp daha sonra bir alınıp tekrar bırakılan olayın failleri var. Bu bile yaşadıklarımızla bizi çevreleyen hukuk anlayışımız arasında nasıl bir uyumsuzluk olduğunun göstergesi aslında. Hukuku kişiye göre, ideolojiye, göre, cinsiyete göre yürütemezsiniz. Yürütmeye kalktığınız noktalarda ise elinizi ayağınızı her geçen gün biraz daha bağlamaya başlayan kurallar silsilesi ile karşı karşıya kalırsınız. Sizin dışınızda olup bitenlere oh olsun diyebilmek kendi geleceğinizde yaşayacaklarınıza oh olsun diyebileceklerin önünü açmak anlamına gelecektir. Kuralların evrensel aklı temsil ettiği meselesi ile bugüne kadar maalesef yeterince yol kat edemedik. Kuralları eğip, bükerek, kendimize uygun hale getirip, istediğimiz sonuçları alabileceğimizi sandık. Oysa bu biçimde alınan her sonuç biraz daha içinden çıkılmaz bir ülkenin oluşmasına yol açtı. Kuralların belirsizleştiği ve gücün kurallarının egemen olduğu bir rejime siz istediğiniz kadar demokrasi diyecek olan fark etmez. Bu yapı demokrasinin önünü değil baskının önünü açacaktır, çünkü burada kurallar değil kendine has tutumlar, teamüller ön plana çıkmaktadır.
Bir diğer örnek ise Ahmet Altan’ın yaptığı savunma sonrasında sosyal medyada yaşanan tartışmalarla ilgili. Burada da tartışma yapılan savunmanın biçimi üzerinden yürümemekte. Tıpkı şortlu saldırıda olduğu gibi geçmişteki tutumlar, yaklaşımlar ve olup bitenlerin buraya taşınması üzerinden sürdürülmektedir. Yetmez ama evetçilerin bu ülkeyi bu hale getirdiklerinden, askeri vesayetin kaldırılmasına destek olanların şimdi pişman olduklarına kadar giden pek çok olay buraya eklenmektedir. Durumu değil onun dolayımındaki pek çok konuyu konuşmaya başladığımız her ortamda olduğu gibi burada da tipik bir sulandırma yaklaşımı görmekteyiz. Yaptıklarının, yazdıklarının veya konuştuklarının bedelini insanlar kendileri öderler. Bütün bunlar ise kendi bulundukları durumları ile alakalı şekilde gerçekleştirirler. Burada karşımızdaki insanı daha önce söyledikleri nedeniyle şimdi söylemiş olduklarının bir önemi yokmuş gibi göstermek veya davranmak hiç de insaflı olmayacaktır. Kişinin daha önce yaptıkları ile ilgili getirilecek olan eleştiriler başkadır şu anda olup bitenler üzerinde söyledikleri ile ilgili yapılacak olanlar başkadır. Biz genelde bu ikisini birbirine karıştırdığımız ve geçmiş üzerinden sürekli olarak bugünü yargıladığımız için ortak bir payda etrafında buluşmayı başaramıyoruz. Veya bir başka deyişle bu ülkede yaşayan farklı düşüncede olan insanlar bir türlü bir araya gelebilecek bir düşünsel zemin bulamıyorlar. Bu ise muktedirlerin elini güçlendiriyor ve eleştirilerin seslerinin cılızlaşmasına yol açıyor. Sadece şimdi yaşadıklarımızla ilgili olmayan bir durumdan söz ediyorum, bu her daim böyleydi ve böyle olduğu için de her toplumsal kesim sadece kendi sesini duymanın ötesine geçemiyordu.
Rilke, hayatın her duruma hakkının olduğunu söyler, bu topraklarda ise hayat insanlarımıza hep başkalarının hayatı üzerinden kendisinin haklarını gözetmeyi öğretiyor. Oysa evrenin duygulu hali olan insanın, bu coğrafyada en fazla ihtiyacı olan kendisi kadar ötekinin varlığı. Bunu bir anlayabilsek durumumuz bambaşka bir hale bürünüverecek.