Biriz, Tekiz, Hep birlikteyiz sözlerini ağzımızdan hiç düşürmediğimiz halde her geçen gün, yaşadıklarımız bunun tam aksini gösterir oldu. ‘Her kim ve ne olursan ol gel’ düşüncesinden gelen bir kültürün bugün gelmiş olduğumuz noktada sadece kendisi gibi olanı/düşüneni içerisine almak istemesi çok manidar. Bir önceki yazımda toplumun ikiye bölünme sürecinin arttığından ve her yapılan karşısında bu ayrışmanın daha da fazlalaştığından söz etmiştim. Gelin bu durumu biraz daha somutlaştıracak örnekler üzerinden gidelim ve buradan yaşadığımız sıkışıklığın üzerinde durmaya çalışalım.
2001 yılında tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birisini yaşayan ülkemiz, aynı dönem içerisinde hem ekonomik kurumlarını güçlendirecek düzenlemeleri hem de Avrupa ile sürdürdüğü görüşmelerdeki uyum yasalarını hızla parlamentosundan geçirmişti. Üç partili bir koalisyona karşın tüm bu yasal düzenlemeler gerçekleştirilmişti ancak araya dönemin başbakanı rahmetli Bülent Ecevit’in hastalığı sonrasında işler bambaşka bir yörüngeye doğru kaymış ve erken seçim kararı alınmıştı. Kuruluşunun üzerinden bir yıldan biraz daha fazla zaman geçmiş olan Adalet ve Kalkınma Partisi yapılan bu seçimden birinci parti olarak çıkmış ve iki partili bir meclisli bir dönem başlamıştı. 28 Şubat kararlarının takipçisi sayın cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve AKP arasında zig zaglar içerisinde geçirilen ve buna anayasa mahkemesinin de dahil olduğu bir dönem yaşanmıştı. Bu süreç içerisinde AKP iktidarı bir taraftan Avrupa birliği ile ilgili düzenlemeleri sürdürmüş öte taraftan ise vesayet rejimine karşı liberal aydınları da saflarına dahil etmişti. Ekonomi, dış politika, iç reel politik kısaca her şey iktidarın istediği minval üzerinde yürüyor ve toplumsal hayat içerisinde zaman zaman gündeme getirilen endişelerin dışında fazla bir ses işitilmiyordu.
İktidar birbiri ardına girdiği seçimlerden başarı ile çıkıyor ve özellikle 27 Nisan e-muhtırasına karşı yaptığı açıklamalarla birlikte gidilen seçimle gücünü perçinliyordu. 367 krizi, başörtüsüz cumhurbaşkanı eşi söylemleri, sözde değil özde laik cumhurbaşkanı taleplerinin hepsi iktidarın daha da güçlenmesine katkıda bulunuyordu. Peki tüm bu olumlu tablo içerisinde ne oldu da işler başka bir mecraya bürünüverdi. Balyoz ve Ergenekon davaları ile birlikte kumpas laflarını duymaya başladık ardından benzer söylemler şike süreci içerisinde de sık sık telaffuz edildi. Ülkenin en önemli görevlerinden birinin başında bulunan genelkurmay başkanı terörist suçlaması ile gözaltına alındı. Çözüm süreci uygulamaları önce başladı ardından yaşanan gelişmeler ile birlikte rafa kaldırıldı. Aslında bugün yaşanan gelişmelerin kıvılcımını yakan olay 2013 yılındaki Gezi Parkında başlayan gelişmelerdi. Dönemin cumhurbaşkanı ve başbakan yardımcısı olanları başka bir dil ile açıklama çabalarına karşın başbakan çok farklı bir dili ortaya koyma yolunu seçiyordu. Başbakanın yurtdışında dönüşünde havaalanında kendisini karşılayanlara yönelik açıklamaları bu durumu çok daha net bir biçimde gözler önüne seriyordu. Ardından 17/25 Aralık süreçleri geldi ve bu kez iktidar ile cemaat arasındaki ilişkiler koptu. O günden sonra yaşadığımız bütün gelişmelere bir kez daha yakından baktığımızda sürekli olarak safların sıklaştırıldığı bir anlayışın devreye sokulduğunu görmekteyiz. Bu beraberinde karşı tarafı ötekileştiren bir dilin devreye sokulmasını ve adım adım yok farz edilmesini getirmiştir.
Artık giderek daha da somutlaşan bir hayat tarzı farklılığından başlayarak oturulan yerlerden, gidilen alışveriş mekanlarına, oturulan cafelere, seyredilen televizyon kanallarına kadar sirayet eden bir ayrışma ile karşı karşıyayız. Bu durum sanki hiç yokmuş gibi davrananlar kadar bu durum üzerinden tüm olup biteni anlamlandırmaya çalışan bir kitlenin de varlığı ile karşı karşıyayız. Eğitimli bir kesimin ülkede olup bitenler sonrasında umudunu keserek yurt dışına göç etmek için fırsat aradığını ve bunu yakalayanların hızla ülkeyi terk ettiklerini de bu süreç bize fazlasıyla gösterdi. Tabii burada bir zamanlar çok şikayet edilen medyanın tutumu üzerinde de durmak gerekiyor çünkü gücün yanında olan ve her zaman da öyle davranan bir medyamız olduğunu unutmamalıyız. 28 Şubat sürecinde askerlerin gözüne girmek için yapılan yayınları hatırladığımızda şimdi olup bitenlerin ilk olmadığını daha iyi anlıyorsunuz. Öte yandan safların sıklaştırılması anlayışı, karşıtlığın prim yapmasına ve ötekileştirme sürecinin hızlandırılmasına vesile olurken; medya burada en dikkat çekici unsur olarak öne çıkmaktadır. Gezi parkında penguen belgeselleri sunan medyadan, adalet yürüyüşünde bir sene önceki mitingin görüntülerini veren medyaya kadar durum çok da değişmiş değil. Hatta giderek daha da tek tipleşmiş bir hale doğru evriliyor!
Peki bu kadar çok karşıtlıktan nasıl bir birliktelik yaratabileceğiz? Herhalde bu sorunun yanıtı üzerinde kafa yormaya başladığınız anda işimizin çok da kolay olmadığı gerçeği ile bir hesaplaşmamız gerektiğinin farkındasınızdır! Birlikte oturmak istemeyen, aynı mekanlarda bulunmaktan imtina eden, aynı sitede oturmamak için taşınan, belli bir görüşün destekçisi olduğu düşünüldüğü için gidilmeyen yerlerden söz ediyoruz. Hatta bu durum sadece büyükler açısından değil çocuklar açısından bile dikkat çekici olmaya başladı. Hangi alışveriş merkezinin kime ait olduğu ve oradan alışveriş yapıldığı takdirde paraların kime gittiği konusunda çocuklar, ana babalarını uyarıyorlar. Gündelik hayatın her alanına sirayet eden ve adeta bir virüs gibi yayılan bir durumdan söz ediyoruz. Kimse kendisi gibi olmayan, düşünmeyen birisi ile birlikte olmayı istemiyor( komşu olmak, aynı mekanda yemek yemek, alışveriş merkezine gitmek vb. gibi) bir taraftan birliğe vurguyu arttırıyoruz öte taraftan bir arada olmamak için elimizden gelen her şeyi yapmaya başlıyoruz! Bu ikilemimizi çözebilecek merkezi bir siyasal oluşumda ortada gözükmediğine göre işimiz tam anlamıyla Allaha kalmış vaziyette! Adalet yürüyüşü ülke içerisinde yine bir kesim açısından umut yaratmış gibi gözükebilir ancak temas ettiği kitle içerisinde bile birbiri ile bir arada olmaktan imtina edenler olduğu gerçeği, sorunlarımızı çözmekten uzak olduğunu da ortaya koymaktadır. Laikler, Kemalistler, İslamcılar, Türk ve Kürt Milliyetçileri, Aleviler, Sünniler, Ulusalcılar, Sosyalistler, Liberaller kısacası ülkenin her bir kesimi kendisi dışında yek diğeri ile birlikte olmak istemiyor. Ya da kendisinin başta olduğu ve kuralları koyduğu bir düzenin hayata geçirilmesini arzu ediyor. Yani her kim olursan ol gel düşüncesinden sadece benim düşünceme göre yaşayacaksan burada olabilirsin anlayışına doğru değişen bir yaklaşımımız söz konusu.
200 yıllık bir modernleşme deneyimi olan ve kesintilerine karşın demokratik deneyimini azımsayamayacağımız bir ülkenin üzerinden tam bir yıl geçmesine karşın yaşadığı hain darbe girişiminden sonra geleceği yer burası mı olmalıydı? Yenikapı mitinginde verilen görüntü sonrasında ayrışmanın dilinin tavan yaptığı ve ötekileştirmenin hızlandığı bir süreci yaşıyoruz. Bu aynı zamanda öylesine utanç verici yaklaşımları/söylemleri de beraberinde getiren bir ayrışma ki, 1980’lerin ortasında FETÖ’yü anlatan rahmetli Uğur Mumcu ile ilgili olarak kendisi de sıcağı severdi tweeti atabilecek kadar insanlıktan bir haber hale getirebiliyor. Ortadan ikiye ayrılan bir yapının içerisinde millet olma vasfından uzaklaştıkça devletimizi ayakta tutabilme gücümüz de sekteye uğrayacaktır. Lügat parçalamanın ötesine geçerek zor zamanlardan geçen ülkemizi ayakta tutmak durumundayız. Benzerini kurtuluş savaşında yaşadık ancak bugün bunu aynı şekilde yaşadığımız takdirde aynı biçimde bir araya gelebilecek miyiz? Sorusu bile durumumuzun ne kadar sıkıntılı olduğunu ortaya koyuyor.