Son bir hafta içerisinde önce Tarık Akan’ın ölümü ile birlikte gündeme gelen/getirilen ‘ölünün arkasından kötü konuşulur/konuşulmaz’ ifadeleri ardından da şort giydiği için saldırıya uğrayan Ayşegül Terzi’nin üzerinden yapılan tartışmalara medya adeta balıklama atladı. Haber medyamızda uzun bir süreden bu yana fikir tartışması yapılmadığı için işin sansasyonel boyutuna odaklanan ve her ne hikmetse bütün konularda konuşabilen yorumcular türedi. Öylesine allame-i cihanlar ki ne sorulursa sorulsun maşallah bu kişiler de yok yok! Siyasetten, ekonomiye, terörden, göçmen hareketlerine, futboldan, çevre hareketlerine kadar her konuda bilgililer! İşin bir diğer ilginç tarafı ise ülkemizin kutuplaşmasına yapılan vurgu arttıkça bu kişilerin ekranlarda bu söyleme sarılma düzeyleri de artıyor.
Klişelere vurgu yaparak günü kurtaran açıklamalar ve adeta mini bir tiyatro sahnesi görünümündeki ekranlarda karşısındakini hiç dinlemeden yapılan yorumlar/dayatmalarla karşı karşıya kalıyoruz. Bir zamanlar saatler süren siyaset meydanı, 32. Gün gibi programlarda gerçek anlamda karşıt fikirlerin birbirleri ile çarpıştığı ve dinleyenlerin söz konusu konu hakkında bir şeyler öğrenebildiği noktanın maalesef çok ama çok uzağındayız. Çoğu zaman söylediklerine kendilerinin bile inanmadığı ama söylemek zorunda olduğunu hissettiğiniz kişiler prime time saatlerinde ekranları işgal ediyorlar.
Konuşulan konunun hassasiyeti ve o konuda konuşabilecek değil ekranlara çıkartılabilecek bir kadın yorumcu var ise onu görebiliyorsunuz. Aksi takdirde kadınların hayatın her alanından olduğu gibi ekranlardan da dışlanmaya başlandığı bir format söz konusu olan. Böylesi bir ortamda ise bir kadına sırf giydiği kıyafet üzerinden yapılan saldırı konusunda ekranlara çıkan bir kadın yorumcunun söyleyecekleri çok daha fazla anlam kazanırken biz de tam tersi oluyor! Sayın yorumcumuz ataerkil anlayışın bir adım ötesine geçmeyen var olan durumu şarlatanlık/meczupluk çizgisinde açıklayarak var olanı normalleştirmeyi becerebiliyor. Programda yer alan bir başka yorumcu ise hemen karşılıklılık ilkesi üzerinden hareketle benzer davranışların başörtüsü giyen kadınlara da yapıldığını vurgulayarak söze başlayarak kendi cenahına mesaj veriyor. Arada ise olan her zamanki gibi yaşam tarzına müdahale edilenlere oluyor.
Bir önceki yazımda belirttiğim hususu tekrar vurgulamak zorundayım, bu ülkede son yüz elli yıldır iki ayrı zihniyet üzerinde şekillenen ve bu doğrultuda yaşamaya çalışan insanlar yer alıyor. Birbirleri konusundaki yaklaşımlarının işin içerisine siyaset fitnesi karışmadığı sürece mutedil olabildiğini tarihsel geçmişimiz defalarca göstermiştir. Ancak ne zaman ki gelenek ile hemhal olan yaklaşımların da etkisiyle siyaset devreye girdiğinde işler çığrından çıkıyor. Yine aynı tarihsel geçmişimiz de utanç sayfaları olan katliamlar, linçler, yerinden sürmeler de yer alıyor. Ölüler üzerinden bile bir araya gelemediğimiz öylesine çok durum söz konusu ki geçen yıl milli maçlarda ölenlerin nasıl ıslıklandığını hepimiz gayet iyi hatırlıyoruz. Kendi ölülerini tekbirlerle defnedenler kadar sloganlarla uğurlayanların da bu ülkede yer aldığını ve hepimizin bir diğerine inanç, ideoloji ve yaşam tarzı üzerinden baskı yapmadan yaşayabileceğimizi hepimizin içine sindirmesi gerekiyor.
Asgari müştereklerde buluşmak için bu konuda gereğini yapmak siyasetçilerin görevidir ancak bu ülkede altımızdaki zemin kaydıkça siyasetçiler kadar bizlerin de yaşananlara müdahil olma zorunluluğumuz ortaya çıkmaktadır. Tarık Akan, Zeki Alasya, Levent Kırca, Kemal Sunal, Yaşar Nuri Öztürk gibi son dönemde ölenlerin ardından yaratılan tartışmaya dikkatle baktığımızda nefret dilinin ön plana geçirildiği ve kendisinin yanıt veremeyeceği konularda ölenlere atfedilen her türlü görüşün insafsızlık olduğunu aslında en iyi bunları söyleyenler biliyor. Ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgide kimin neler yapıp yapmadığına ve nasıl bir biçimde bu dünyayı terk ettiğini yargılayacak olanlar bizler değiliz. Ölünün arkasından kötü konuşulur/konuşulmaz meselesi eğer bugün yaşadıklarımızın arkasından bu kadar yoğun olarak gündeme geliyorsa, bir yerlerde gerçekten yanlışlar yapıyoruz demektir. Zaman zaman ‘biz ne ara bu kadar kötü bir toplum olduk’ ifadesini aslında ‘kötüydük ama bunun dozajı son dönemde yaşadıklarımızla birlikte arttı’ şeklinde de yeniden revize edebiliriz. Çünkü her karşılıklı nefret içeren söylem bir sonraki ölüm, yaralama, patlama gibi olayla birlikte yeniden su yüzüne çıkmakta ve söz konusu olan o, asgari müştereklerde buluşma meselesi biraz daha yara almaktadır. İşin garip yanı sokaktaki insanlarımız kadar ekranlardaki yorumcularımız da benzer saiklerle hareket etmekte ve aynı perdeden konuşmaktadırlar. İşte asıl tehlike de tam bu noktada düğümleniyor, sıradan faşizm olağanlaşıyor ve hızla kitleselleşiyor. Ekranlar ve sosyal medya tüm bu olup bitenlerin hızla kitleselleşmesine ve tuhaflıkların normalleştirilmesine vesile oluyorlar.