Her geçen gün biraz daha garipleşen ve olup bitenler konusunda ‘artık bu kadar da olmaz’ dedirten gelişmeleri yaşamaktan yorulduk. Olanları anlamlandırma konusundaki basiretimiz giderek kaybolurken, yaşananlar karşısındaki şoka uğrama durumumuz ise adeta tavan yapıyor.
Gündem öylesine yoğun bir şekilde akıp gidiyor ki çok değil birkaç gün önce ne olup bittiğini bile hatırlamıyoruz ve tüm bu olup bitenler karşısındaki ikiye ayrılmış halimiz gün geçtikçe daha da kemikleşiyor. İster siyaset alanından olsun ister popüler kültür isterse ekonomi ya da futbol ruh halimiz hiç ama hiç değişmiyor.
Olup bitenlerin ne anlama geldiğini anlayan varsa lütfen beri gelsin ve hepimize güzel bir anlatsın. Çünkü iletişim kanalı işlevini yerine getirmesi gereken gazete ve televizyonlardaki durum da içler acısı bir görüntüyü ortaya koymakta. Adı tartışma programı olan ama tartışmanın uzağından yakınından geçmeyen program formatları ekranları kaplıyor. Bundan yirmi yıl öncesinde ekranlarda seyrettiğiniz tartışma programlarında gerçekten fikirlerin tartışıldığı düzeyli programlar yapılırken şimdi konuşanların da konuştuklarına inanmadıkları programlara mahkum ediliyoruz. Gazetelerin durumu da televizyonlardan çok farklı değil, herkes kendi tarafında olup bitenlerin ne kadar doğru, mükemmel ve karşı taraftakilerin ne kadar yanlış olduğunu haykırmak üzerine kurulu.
Böylesi bir yapılanmadan ise ülkenin gerçekten ihtiyacı olan fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayacak bir ortamın oluşabilmesi mümkün olmuyor. Hiç kimse kendisi dışındakilerin söylediklerine kulak asma yanlısı değil, hal böyle olunca da işler giderek içinden çıkılmaz bir duruma dönüşüyor. Bir futbol maçında olup bitenlere baktığınızda sanki bir maç oynanmamış gibi davranıldığını hatta adeta bu maç üzerinden ülkenin tüm futbol tarihinin sorgulandığı bir ruh halinin oluştuğunu görebiliyorsunuz. Bu durum sadece futbol ile sınırlı kalsa yine sineye çeker ve olup bitenleri bir şekilde anlamlandırmaya çalışırsınız. Ancak olanlar sadece futbol ile kalmıyor dalga dalga her alanda karşılık buluyor.
Bir bakıyorsunuz hiç olmaması gereken yerlerde ister münferit deyin isterse başka bir şey fark etmez, cami içerisinde imam, kendisini bambaşka bir yerde sanarak mekanı propaganda alanı haline çeviriyor. Yaptığı açıklamaya yönelik tepkiler gelmeye başlayınca da durumu toparlamaya çalışıyor. Ancak ne yazık ki iş işten geçiyor ve camiye siyaset bulaştırılmış oluyor. Bu topraklarda çok kullanılan deyimi hepimiz hatırlarız; şu üç alana siyaset bulaştırılmamalıdır: camiye, kışlaya ve spora.
Oysa son yıllarda yaşadığımız bütün deneyimler bu üç alanın da ne kadar çok siyaset ile hemhal haline sokulduğunu öylesine gözümüzün içine sokuyor ki. Siyasetin siyaset olarak işlemediği yerlerde her türlü mekan ve ortam siyasallaşır.
Kutuplaşmanın önünün açılması için illa ki siyasilerin bir şeyler söylemelerine bile gerek kalmaz. Siyasetin yapması gereken işi, kraldan çok kralcılar yapmaya başlarlarsa ise işler zıvanadan çıkar. Hoşgörü, basiret, saygı, sevgi gibi kelimelerin yerini vatan haini, korkak, şeytan, bölücü gibi kelimeler almaya başlar.
Böylesi bir anlayışın önünü açtığınızda ise hiç ummadığınız şekilde ülke içerisindeki gerilimi tırmandırmaya ve insanları birbirleriyle karşı karşıya getirmeye başlarsınız. Misafirliğin çok önemsendiği Anadolu geleneği içerisinde yer alan daha karpuz kesecektik nereye böyle deyişini fazlasıyla arayacak bir ortamın önünü maalesef ardına kadar açarsınız. Ekranlardan kitleleri birbirine düşürecek açıklamaları yapacakların yine bu coğrafyada çok kullanılan ‘boğaz dokuz boğumdur’ lafını hatırlarından hiç çıkarmamaları için en uygun dönemdeyiz.
Karşımızdakileri incitmemek ve daha sonra söyleyeceklerimizin karşılığında sıkıntıya düşmemek adına konuşmanın şehvetine kapılmamamızı ve ölçüp tarttıktan sonra konuşmamızı öneren bir deyimdir. Gerçi ekranlarda boy gösterenlere baktığınızda bir dakika önce söylediklerini bir sonraki dakikada inkar ettiklerini ve ‘ben onu kast etmemiştim’ sihirli cümlesi ile aradan sıyrıldıklarını görebilirsiniz. Ama yine de konuşanların kendileri kadar karşılarındakileri de düşünerek konuşmaları gerektiği meselesi ortada durmaya devam etmektedir.
Diyanet işleri başkanlığı Cuma hutbesinde evlilik programlarına yer veriyor ve yıllardan bu yana bu programların yüzü olarak ekranlarda bulunan bir sunucu twitter hesabından pozisyonuyla örtüşmeyen açıklamalar yapıyor:
“Programların meclis komisyonunda ve Cuma hutbesinde konuşuluyor olması 2 yıllık çığlığımın farkına varılması demek. Kesinlikle katılıyorum, amin. Artık pes etmiştim. Bu haberlerle anılıyor olmak ağrıma gidiyor! 2007 yılından beri yaptığım yayının geldiği nokta. Yoruldum ve bıktım! Evliliklerin olmadığı evlilik programları.”
İkinci açıklama yine geçtiğimiz hafta arasında Aile ve Sosyal politikalar bakanından geldi. Sayın bakanımız hukuk yoluyla çocuk istismarının önüne geçemediğimizi ve bunun için çocuğa kendisini korumayı öğretileceğini belirtiyordu. Hatta ülkemizde uygulanan yasaların Avrupa Birliği ortalamalarının üzerinde olduğunu dile getiriyor buna karşın ise çok çarpıcı şu sözleri kullanıyordu:
“…Ama hukuki yaptırımla bunun üstesinden gelemiyoruz maalesef. Farkındalık oluşturacağız, çocuklarımızı koruyacağız ve eğitim vereceğiz.”
Mahremiyet eğitiminin müfredata girmesi için çalıştıklarını dile getiren sayın bakanımıza göre; “Çocuklar kendisini korumayı öğrenecek, çünkü biliyorsunuz artık kız çocuğuna da erkek çocuğuna da taciz olaylarını sıklıkla duyuyoruz. Çocuk kendi bedenini korumayı öğrenecek, bir yabancıya bedenini dokundurmayacak, onun izni olmadan bedenine dokunulmasına izin vermeyecek. Bununla ilgili çalışıyoruz. Bunun yolu eğitimden geçer.” Her iki açıklamada da anlaşılmayan öyle çok noktalar var ki, popüler kültürün yarattığı birisinin kendi var oluş nedeni karşısında böylesine tweetler atması kadar tuhaf bir durum olabilir mi? Evliliklerin olmadığı evlilik programları cümlesini kullanan birisinin bu programı hem sürdürmesi hem de çığlık atması anlaşılır gibi değil. Aileden sorumlu bakanın hukuki yaptırımlardan şikayet etmesi ve çözüm yolu olarak çocukları adres göstermesi ise sorunları ortadan kaldırmaz tam tersine daha da içinden çıkılmaz bir hale büründürür. Taciz, tecavüz ve şiddet konusunda gereken yaptırımları hayata geçirmek yerine olaylara maruz kalanların kendilerini korumalarını istemek daha başından topu taca atmak demektir. Elbette çocuklarımıza bu söylenen eğitimler verilmeli ve çocuklarımızın farkındalıkları arttırılmalıdır. Ancak asıl sorumluluk sahibi olması gereken yetkililer de görevlerini yerine getirmeli ve reşit olmayan çocukları çözümün adresi olarak göstermemelidirler.
Yazıyı tamamlamak üzereyken İstanbul belediyesi Soğanlık mezarlıklar müdürlüğünde görevli on bir imam, Karacaahmet’teki arkadaşlarını ‘güçlü bir Türkiye için evet’ demeye çağıran videolarını sosyal medyada paylaşmışlardı. Daha henüz referandum kampanyaları başlamadan atılan bu adımların ve verilen mesajlardaki ayrıştırmanın çok ama çok tehlikeli olduğunu görmeliyiz. İçerisine her türlü olumlu yanı soktuğunu zannederek atılan böylesi adımların, kendileri gibi düşünmeyenleri nasıl bir konuma indirgediğini ve zan altına soktuğu gerçeğini acilen kavramak zorundayız.
Aksi halde önümüzdeki günler çok daha ağır ithamların devreye gireceği ve tartışmaların daha da büyüyebileceği bir ortama gebe olacaktır. Hiç kimsenin bir diğerinin ne siyasal tercihini ne de vatan sevgisini sorgulayabilme hakkı bulunmamaktadır. Bulunduğumuz pozisyonlar üzerinden diğerlerini yok farz edecek açıklamalarda bulunmak, ithamlar yaymak, aşağılamak vb. gibi anlayışları hayata sokmak hepimize zarar verecektir. Hayatı giderek içinden çıkılmaz bir hale sokmaya başladığınızda bu sadece sizin gibi olmayanların hayatına yönelik bir etkide bulunmakla kalmayacaktır. Bumerang etkisi gibi tüm ülkedeki olan bitene sirayet edecek ve söylenenlerin tam tersi bir ortamın yaratılmasına katkıda bulunacaktır.