Endüstriyel futbolun kalbi geçen hafta çok büyük bir sürprizle sarsıldı. Sezon başında bahisçilerin ‘küme düşmeye oynar’ dedikleri ve şampiyonluğuna 1’e 5 bin verdikleri Leicester City takımı şampiyon oldu.
2010 yılında Taylandlı milyarder iş adamı Vichai Srivaddhanaprabha tarafından sadece 39 milyon sterline(yaklaşık 40 milyon euro) satın alınan yüz otuz iki yıllık tarihinde ilk kez premier lig kupasına uzanan bir kulüpten söz ediyoruz.
Leicester City kulübünün ilk 11’inde yer alan oyuncuların toplam maliyeti yaklaşık 22 milyon sterlin (yaklaşık 28 milyon Euro) bu rakam, Manchester City kulübünün ilk 11’indeki oyuncuların maliyetinin yaklaşık yüzde 10’una eşit. Takımın golcüsü Vardy 2012 yılında 1 milyon sterline, yılın futbolcusu seçilen Cezayirli Riyad Mahrez ise 2 yıl önce Fransa 2. Liginden 400 bin sterline transfer edilmişlerdi.
Futbolun her geçen gün biraz daha fazla para ile anıldığı bir dönemden geçiyoruz. Astronomik transfer ücretleri, naklen yayın ve sponsorluk gelirleri giderek yükseliyor. Buna karşın kulüplerin borç batağına çekilme süreci de hızlanıyor. Futbol artık orta sınıfların çekim alanında bulunan ve bu açıdan biraz daha fazla dikkatleri üzerinde toplayan bir alan/oyun belki de hepsinden önemlisi bir iş.
İş vasıfları ve bu doğrultuda bu güzel oyuna biçilen roller değiştikçe, oyunun şekilsel yönleri törpülenmeye ve giderek televizyona/bilgisayar/telefon ekranlarına dönük hale getirilmeye gayret gösterilmektedir. Kısa bir süre içerisinde olmasa bile önümüzdeki dönemde futbolun bu doğrultuda kendi kalesinde çok sayıda gol göreceği açıktır. Peki böylesine büyük paraların döndüğü ve ekonomik anlamda iş potansiyelinin büyüdüğü bir oyunda nasıl oluyor da, sıradan bir kulüp lig şampiyonluğunu yakalayabiliyor?
Bu durum bizi futbolu güzel kılan sonucun belirsizliği ilkesinin kısmen de olsa halen geçerli olduğu gerçeği ile karşı karşıya bırakmaktadır. Futbolun içinde her türlü otomatizasyona karşın ilgimizi çeken şeyin öyküler olması ve onlar üzerinden aidiyetlerimizi sürdürmemiz son derece önem arz ediyor. Makine gibi oynayan takımları gıpta ile seyrediyoruz ancak Leicester City gibi kulüpler bütün ezberleri bir anda yerle bir edebiliyor hem de bunu elindeki son derece kısıtlı bir bütçe ve futbolun ‘sıradan’ isimleri ile gerçekleştiriyor.
İşte asıl ilgi çekici olan ve tüm gerçek futbolseverlerin antenlerini üzerine çeken nokta da tam da burası. Güçlülerin, muktedirlerin dünyasında paranın her kapıyı açabileceği düşüncesine karşın bir anda sistemin görmezden geldiği bir takım ve onun oyuncuları ‘destan’ yazıyorlar. Aslında bu durum her ne kadar alttakilere umutlu olmaları için bir ışık yaksa da gerçekte kapitalist sistemin ne kadar adaletli olabildiğini göstermesi açısından da kullanılabilir. Sistem herkese fırsat tanıyor yeter ki elinizdekileri doğru kullanın ve hedeflerinize ulaşın. Eğer isterseniz siz de başarabilirsiniz mesajını vermekten çok daha fazlasıdır Leicester City’nin kazandığı şampiyonluk. Endüstriyel futbolun burçlarında önemli bir gedik açmıştır ancak unutmayalım ki bu gediğin açılmasında kulübü satın alan Taylandlı milyarder iş adamının ve onun yönetsel zekasının da büyük etkisi bulunmaktadır.
UEFA Avrupa liginde Sevilla kulübünün son on yıl içerisinde dört kez kupayı kazandığını ve bunu düşük bütçelerle gerçekleştirdiğini gördük. Şampiyonlar liginde Avrupa’nın önde gelen takımları kupaları kazanırken Avrupa liginde durum daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Burada ülke tarihimizin en büyük başarılarından birisi olan Galatasaray’ın, Arsenal’i geçerek kupayı kazandığını ve ardından süper kupa finalinde Real Madrid’i de geçtiğini tekrar hatırlayalım. Tam on altı yıldan bu yana takımlarımızın uluslar arası alandaki karşılaşmalarında bir türlü bekleneni verememeleri ve her yıl biraz daha borç batağına saplanmaları bir yerlerde yanlışlıklar yaptığımızı göstermektedir. Ülkemizde futbolun kendisinden çok daha fazla futbolun etrafındaki unsurların tartışılması ile zaman geçirilmektedir. Bu yüzden yüz yılı aşkın futbol serüvenimize rağmen futbola dair ne özgün bir söz söyleyebildik, ne de futbol dünyasına bizden bir şey armağan edebildik. Oynadığımız futbolun ne olduğu konusunda bile bir uzlaşıya sahip değiliz. Her an her şeyi yapabilen bir ülke olmakla övünüyoruz, ‘biz bitti demeden bitmez’ diyoruz, ancak sürekli olarak başkalarının yapıp ettiklerine bakarak ilerleyebiliyoruz. Ülke futbolunun son dönemdeki futbol yöneticilerine baktığınızda aynı yüzlerin, aynı sözlerin ve benzer tartışmaların ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulduğunu görürüsünüz. 90 dakika sonrasında 180 dakika maçın tartışıldığı, hakemlerin taraftarların önüne atıldığı bir futbol medyasına sahibiz. Böylesi bir format sayesinde taraftarların büyük bir çoğunluğu hakemlerin maçlardaki kararlarda yanlı olduğunu ve skoru etkilediğini düşünüyor(2011 yaptığımız bir çalışmada “Hakemlerin vermiş oldukları kararlarıyla maçların kaderini etkilediğin düşünüyor musunuz?” sorusuna taraftarların yüzde 88,7’lik bir oranı “evet, çoğu zaman” yanıtını vermişlerdi) Adaletin sahada gerçekleşmediğini düşünen ve kendisinin takımının haklarını savunmak zorunda kaldığı için eyleme geçen taraftarların bulunduğu bir futbol ülkesiyiz. İşin federasyon tarafını ve uygulamalarını da düşündüğümüzde özellikle şike süreci sonrasında gerilimin tırmandığı bir futbol iklimi hepimizi adeta esir aldı.
Taraftarların deplasmana götürülmediği, şiddetin kanıksandığı, hakemlerin odalara kilitlendiği ya da saldırıya uğradığı futbol dünyamızda Leicester örneğini hayata geçirebilmek pek de mümkün gözükmemektedir. Daha baştan Anadolu takımlarının ligde kalma üzerinden kendi hedeflerini belirledikleri ve kümede kalmayı başarı gördükleri bir atmosfer söz konusudur. Hakemlerin büyük-küçük takım ayrımı üzerinden vermiş oldukları kararların ne kadar standart dışı olduğunun yüzlerce örneği bulunmaktadır. Benzer durum federasyonun takımlara yönelik verdiği cezalarda ve hakemlerin büyük takımların maçlarına atanamamasında da geçerlidir. İşin bir de medya boyutu bulunmaktadır ki, burada tam anlamıyla evlere şenlik bir durum yaşanmaktadır. Lig lideri olsanız bile maçlarınızın tartışılmadığı, galibiyetinizin değil büyük olan rakibinizin mağlubiyet gerekçelerinin konuşulduğu kısacası yok sayıldığınız bir futbol medyamız var. Bu medya için varsa yoksa Fenerbahçe ve Galatasaray vardır, Beşiktaş kulübü arada elde ettiği başarılar sayesinde bu kervana dahil edilir. Büyük olarak lanse edilen Trabzonspor ve Bursaspor ise bu takımların yanına bile yanaşamazlar. Her yılın başında otomatik olarak şampiyon ilan edilen üç takımın taraftarlarına yönelik bir yayın politikası üzerinden yürütülen bir lig ve o ligin tartışmaları bizleri içine çekmektedir. Bütün takımların eşit ama bazılarının daha eşit olarak görüldüğü bir ülkede tıpkı güçlünün her şeyi yapmaya muktedir olabilmesi gibi söz konusu takımlarda başlarına buyruk davranabilmektedirler. Leicester City’nin yaptıkları, bizim ülkemizdeki futbolu seven ve futbolun öykü kısmıyla ilgilenenler açısından ilgi çekicidir. Ancak bu ülkenin futbol ikliminde ve toplumsal yaşamında hakim anlayış açısından olan bitenlere baktığımızda söz konusu bu başarının, bu topraklarda karşılık bulabilmesi pek de mümkün gibi gözükmemektedir!