26 Şubat 2018

Bir yansıtma mekanizması olarak sosyal medya

"İnternet bizim insanlığımızı çalmıyor, onu yansıtıyor. İnternet içimizdekine sahip olmuyor, içimizdekini dışarıya gösteriyor"

‘İnternet bizim insanlığımızı çalmıyor, onu yansıtıyor. İnternet içimizdekine sahip olmuyor, içimizdekini dışarıya gösteriyor’. Zygmunt Bauman ile David Lyon’un içinde bulunduğumuz dönemdeki gelişmeleri daha iyi anlayabilmemizi sağlayan akışkan gözetim isimli çalışmalarında Josh Rose ait bu sözü kullanırlar. İnternet ile kurduğumuz bağlantının düzeyi arttıkça ve burada geçirmekte olduğumuz saatler fazlalaştıkça söz konusu mecra üzerinde yapıp ettiklerimiz de daha fazla dikkat çekiyor.

Belki de bu yüzden görme ve göstermenin ötesinde kendimizi ifşa etmenin bin bir yolunu bulabiliyoruz. Geçmişte karşımızdaki kişilerin yüzlerine söyleyemediklerimizi, burada açığa vurabiliyoruz ve sınırların olmadığı bir ortamda kendimizi rahat bırakabiliyoruz. Ama bu rahatlığın öteki ile kurmuş olduğumuz ilişki anlamında son derece sıkıntılı olan bir boyutu olduğunu da yine buradan paylaştıklarımıza yapılan eleştiriler üzerinden görmeye başlıyoruz.

Geçmişte sadece kendimizin bildiği bir takım özelliklerimizi ve gizli yanlarımızı da bu şekilde bilinir hale dönüştürüyoruz. Bauman ve Lyon’a kulak kabartacak olursak; mahremiyet hakkımızı kendi rızamızla katlettiriyoruz. Ya da belki sadece, bize sunulan harikalar karşılığında ödenecek bir bedel olarak mahremiyet kaybına rıza gösteriyoruz…Mahrem olan her şey artık potansiyel olarak kamusal alanda yapılıyor ve kamunun tüketimine açık halde; sayısız sunuculardan herhangi birinde kayıtlı olan herhangi bir şeyi internette ‘unutturmak mümkün olmadığı’ için, sonsuza değin de ulaşılabilir kalacak.1

Geçmişte gazete arşivlerinden çıkartılan belgelerin yerini sosyal medya üzerinden gönderilenlerin depolanmasına bıraktı. Hal böyle olunca internetteki klavye izlerinizi takip ederek sizin ne zaman ne yaptığınızı, ne söylediğinizi veyahut ne söylemediğinizi ortaya koyabilmek çok ama çok kolay. Bir takım kamusal tebligatların bu mecralar aracılığıyla gerçekleştirilmesi kadar yine kamusal anlamda suçun mahiyetine ilişkin bulguların da yine buradan elde edilmesi dönemi de başlamış oldu.

Sözcükler ile kurduğumuz ilişki çoğu kez onların ne anlama geldiklerinden ziyade neyi kast ettikleri veyahut neye vurgu yapmakta olduklarına ilişkindir. İşte bu yüzden de içinde yaşadığımız ülkede aynı sözcüklerin birbirinden çok farklı anlamlara gelebilecek şekilde algılanması ve buna uygun bir zihniyet dünyasının yaratılması mümkün olabilmektedir. Son yıllarda sosyal medya üzerinden yapılan yorumlarda, açıklamalarda tam da bu durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

Yapılan yorumları beğenmekten bile imtina edilen bir dönemden geçiyoruz. Yorum yapmak ve yapılan yorumlar üzerinden polemikler yaşamak ise sıradan hale dönüşüverdi. Herhangi bir olayın altına yapılan yorumlar üzerinden bile nasıl bir öfke ve kinin dolaşımda olduğunu görmek, insanı korkutuyor. Benzer biçimde ölenlerin arkasından yapılan aşağılayıcı yorumlardan, insanların etnik, dinsel kökenlerinden cinsel tercihlerine kadar uzanan bir dizi küçültücü ifadelerin yer aldığı sosyal medya çıkarımlarına da çok sık rastlıyoruz.

Ölüsüyle veya dirisiyle sadece kendisi gibi olmadığı için ‘dalga’ geçebilenlerin var olduğu bir mecra olarak sanal alemde işler, giderek daha tuhaf bir hale bürünüyor. Kamusal olan ile olmayan arasındaki sınırlar giderek esnekleşiyor ve görünme ile gösterme arasındaki ilişkinin boyutları da şekil değiştiriyor. İşte bu noktada sokağa inmeden, inmiş gibi olduğumuz yeni bir destek ve protesto biçimi de bizleri içerisine alıyor. İktidar açısından bu yeni durum hem bilgilere ulaşılabilme olanağının müthiş kolaylaşması hem de gözetimin daha da kalıcı hale dönüşmesi açısından müthiş bir hareket serbestisi ve tahakküm sağlıyor.

Çünkü izlerimizi bilerek ve isteyerek bizatihi bizler bırakıyor ve kendimizi ortaya çıkartmış oluyoruz. “Eski panoptik kabus (‘hiçbir zaman yalnız değilim’) şimdilerde ‘bir daha asla yalnız kalmama’(terk edilmeme, görmezden gelinmeme ve ihmal edilmeme, damgalanmama ve dışlanmama) umuduna dönüşüyor; ifşa edilme korkusu fark edilme hazzı tarafından bastırılıyor…Mahremiyetin ifşa veya ihlal edilme ihtimali bizi çok da fazla korkutmuyor, hatta tam tersine çıkış kanallarının kapanması korkutuyor. Mahremiyet alanı gittikçe bir hapsedilme alanına dönüşürken, özel alanın sahibi de kendi özsuyunda kaynamaya mahkum ediliyor; sırlarını bulundukları mahremiyet duvarlarının arkasından söküp çıkaracak, kamusal alanda görünür kılacak, herkesin ortak malı olan ve herkesin paylaşmak isteyeceği bir mal haline getirecek hevesli dinleyicilerin bulunmadığı bir duruma itiliyor”1.

Bu yeni durumla birlikte gerek gündelik hayat içerisindeki ilişkilerimiz gerekse de kamusal alan içerisindeki durumumuz sarsıntıya uğramıştır. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bir dönemin içerisindeyiz. Birbirimizle daha fazla ilişkiye geçebilme olanaklarına sahip olmamıza karşın yalnızlığımızın her geçen gün biraz daha fazla arttığı bir pozisyonun içerisine hapsediliyoruz. Aynı evin içerisinde, aynı masada veya aynı iş ortamında birbiri ile konuşmak yerine ellerindeki telefonlar aracılığıyla iletişime geçmeyi seçmeyi tercih ettik. Bu anlamda Bauman ve Lyon’ın yerinde tespiti ile ‘teknolojiden daha çok ve birbirimizden daha az şey bekliyoruz… Sosyal medya bizi aynı zamanda hem yakınlaştırıyor hem de uzaklaştırıyor’1.

İçlerimizde taşıdığımız kötülükleri yansıtma mekanizması olarak sosyal medya mesajlarına artık çok daha fazla bağımlıyız. Sürekli olarak yaptıklarımızın bilinmesini, değerimizin anlaşılmasını, bulunduğumuz pozisyonu diğerlerinin takdir etmelerini istiyoruz. Bunun için de fotoğraf paylaşmaktan, ileri geri yorumlar üretmeye ve insanlık dışı bir takım açıklamaları, uygulamaları onaylamaya kadar gidebilecek bir dizi anlayışın içerisinde olabilmeyi seçiyoruz.

Ölümün ve yaşamın sıradanlaştırıldığı bu yeni dönemde artık her birimiz bir diğerinin ötekisi olarak doğrudan olmasa bile dolaylı biçimlerde ifşa edilecek varlığa dönüştürülüyor. Siyah ile beyaz arasında tercih yapmak durumunda bırakılıyor ve zorlanıyorsunuz. Farklı renklere, tonlara ve görüşlere tahammül ihtimali giderek azalıyor. Saflarınızı belirlemek ve kendi olmanıza müsaade edilmeyen bir ortamda yaşayabilmek için pozisyon almaya mecbur bırakılıyorsunuz.

Geçmişin içi dışı bir insanlarının yerini içi dışı yüz seksen derece farklı oynak zeminde hareket eden insanlarına bırakıyor. Bu yeni aynaya yansıtılan hepimizin geleceği ve burası giderek daha da karanlıklaşan, kötüleşen bir duygu durumunu, yaygınlaştırır hale dönüşüyor. Mahremiyetin ölümü aynı zamanda insanlığın insanlıktan uzaklaşmasının ve birbirinin seslerini duyabilmesinin önünün kesilmesinin de yolunu açıyor. Çığlıklarımız karşısında bile kulaklarımızın sağırlığı hayret verici bir şekle bürünmüş halde. Gördüklerimiz ise görmeyi istediklerimiz ile sınırlı bir alemle ve an’la sınırlandırılmış vaziyette.

1 Zygmunt Bauman&David Lyon-Akışkan Gözetim, Elçin Yılmaz, Ayrıntı Yay, İstanbul, 2016

Yazarın Diğer Yazıları

Sonları beceremeyen ve bunu tartışamayanların ülkesi

İster futbolda ister siyaset dünyasında olsun sorgulanmayan, tartışılmayan ve sistematik bir hale dönüştürülmeyen hiçbir yapının mutluluk getirebilmesi de söz konusu değildir

Yine bir 10 Kasım

Resmi devlet ideolojisinin yarattığı ve katı kurallar içerisinde insani vasıflarından arındırdığı Mustafa Kemal Atatürk imgesinin yıkılmakta olduğunu buna karşın bu ülkenin insanlarının kalplerinde yaşattıkları Mustafa Kemal Atatürk imgesinin ise her geçen 10 Kasım ile biraz daha fazla büyüdüğünü bir kez daha yüksek sesle haykıralım

Yüz birinci yılında Cumhuriyet

Yüz birinci yılda cumhuriyetin en çok halkın çaba ve uğraşlarıyla kazanılacağını ve eğer bunlar gösterilmezse kaybedileceğini aklımızdan hiç ama hiç çıkartmamalıyız. Şikâyet etmekte olduğumuz bütün olumsuzluklar karşısında özellikle de hukuk, özgürlük, hoşgörü ve laiklik konusunda cumhuriyete sıkı sıkı sarılmak durumundayız

"
"