16 Aralık 2016

Betonsever memleket

Beton aşkı ile yola çıkan ve bu uğurda hiçbir sınır tanımayan anlayış...

Ülkemizdeki beton tutkusu ve onun yarattığı etkiler her geçen gün biraz daha artıyor. Yeşil kavramının bir türlü karşılık bulmadığı ve bunun yanında eski’nin günümüze taşınmasına da pek değer verilmediği bir anlayışla karşı karşıyayız. Betonu medeniyet olarak görmek ve atılan beton binalar, yollar, köprüler ile övünmek ilginç bir ruh hali olsa gerektir.

Bizden çok daha önce betonla tanışan ve betonun insan hayatı içerisinde yaratabileceği etkileri özellikle de deprem nedeniyle hayatlarından çıkaran ülkeleri düşündüğümüzde, bu konudaki ısrarımızı açıklayabilecek çok da fazla bir şey kalmıyor. Sonradan yaratılan bir coğrafya olarak kentler üzerinde durup düşünmeye başladığımızda içinde yaşadığımız kentlerimizin en büyük eksikliğinin hiç kuşkusuz ‘meydan’ yoksunluğu olduğunu görürüz.

Meydanların olmadığı, kentte yaşayanların rahatlıkla nefes alabilecekleri yeşil alanların devre dışı bırakıldığı ve ne yazık ki sahil şeritlerinin de adım adım yok edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Ülkemizin denize kıyısı olan kentlerinin neredeyse tamamının bir zamanlar denize girilebilir alanlarının ve sahil bantlarının önce kirletildiği ardından da doldurulduğu bir dönemden geçtik. Bugün deniz kenti olarak adlandırabileceğimiz kent sayımız maalesef bir elin parmaklarını geçmeyecektir.

Denizin nimetlerinden yararlanılamayan, kent sakinlerinin deniz ile buluşamadıkları denize kıyısı olan kentler var artık elimizde. Hatta o kentlerin yıllar içerisinde sadece rantı düşünen yerel yöneticileri sayesinde geleceğe dönük hiçbir öngörüde bulunmadan yapılaşmanın ötesine geçmeyen bir şehircilik anlayışı ile kaplandığını söyleyebiliriz. Ülkemizde bütün yerel yönetimlerin sürekli olarak taş döşemekle meşgul oldukları ve her yeni dönemle birlikte en çok yapılan işin bu olduğuna yıllardır tanıklık etmekteyiz.

Bütün varlığını taşa ve toprağa gömen buna karşın kentinin başta alt yapı sorunları olmak üzere, asli meselelerini bir türlü çözemeyen belediyecilik anlayışının karşılığıdır tüm bu yaşadıklarımız. Ama işin ilginç boyutu kentlerin sakinleri olarak bizlerin de asil derdimiz kentimizin daha yaşanası bir yer olabilmesi adına seçimlerde bulunmak ve bu yönde bir anlayış ile hayatımızı sürdürmek olmadığını da belirtmeliyiz.

Üsküdar Belediyesi ilçe içerisinde meydan kavramının ortadan kalktığını gerekçe göstererek almış olduğu bir kararla Şemsi Paşa Camisi ile Üsküdar İskelesi arasını kazıklı sistem teras alanıyla doldurmak suretiyle 12 bin metrekarelik bir alan kazanmış olacak. Belediye meclisinde kabul edilen düzenleme ile ayrıca bu doldurulacak olan alanın deprem zamanlarında toplanma merkezi olarak da kullanılabileceği belirtilmiştir. Birinci derecede deprem bölgesi olan bir kentin, yerel yönetiminden sorumlu olanların dolgu alanı deprem toplanma alanı olarak gösterme düşüncesi için söylenebilecek hiçbir şey yok!

Nasıl bir kent hayal ettiğimiz meselesi beraberinde buna uygun düzenlemeleri yapacak uygulamaları da beraberinde getirecektir. Sürekli olarak büyük kentlere yığdığımız nüfusun yarattığı tahribatın hala farkında olmayan yönetim anlayışımız, kentlerimizi daha da içinden çıkılmaz mekanlar haline dönüştürmeyi sürdürüyor. Nüfus artışının beraberinde getirdiği başta trafik sorunu olmak üzere, çevre tahribatı ve kirlilik gibi pek çok konu giderek daha fazla alanı etkilemek suretiyle işimizi daha da sıkıntılı bir hale büründürüyor. İnşaat üzerinden sürdürdüğümüz büyüme hamlemiz sayesinde betona olan bağımlılığımız artarken fark etmediğimiz bu betonlaşmanın ve büyümenin bir türlü istediğimiz hayatı bize sun(a)madığıdır. Bütün ev ilanlarında bizlere ‘yeni bir hayat’ ve ‘yeni bir kimlik’ satmaya kalkan zihniyetin eni konu sunduğu yegane şey betonun cilalanmasından ibarettir. İstedikleri kadar doğayla uyumlu, kentin merkezine beş dakika mesafede bulunuyor reklamını yapsınlar.

Kentlere dolmayı ve kentlerimizi doldurmayı sürdürdüğümüz sürece bu betonseverlik başımıza şimdi olduğundan çok daha fazla dertler açmayı sürdürecektir. Çünkü toplumsal hayatımızdaki zemberek öylesine acı bir biçimde kırıldı ki, hiçbir işimizin ve değerimizin anlamına ulaşabilme düşüncemiz kalmadı! Bir zamanlar ‘mana ehli’ olmakla övünen bu toprakların insanlarının gözleri ‘maddiyat’ çukurunda yükselen beton dehlizleri ile kaplandı.

Onlara geçmişlerini hatırlatan yapılar, tarihi binalar, ecdat yadigarlarının mirasları bile gereksiz olarak görülmeye ve yerlerine çok katlı binalar kondurulmak suretiyle ‘modern’ olunacağını zanneden bir anlayış zerk edildi. Daha yükseğe çıktıkça ve daha çok betonla buluştukça zenginleştiğimizi, tıpkı filmlerde gördüğümüz ülkelerdeki gibi olabileceğimizi düşünüp daha fazla yıkmaya, geçmişi ortadan kaldırmaya giriştik. Aksi durumun peşinde koşmuş olsaydık şimdilerde sayın cumhurbaşkanının da şikayet ettiği tarihi silüeti delen o ucube görüntülerle karşı karşıya kalmazdık!

Ülkemizin hemen her tarafında benzer görüntülerle karşı karşıya kalıyor olmak ise işin en acı tarafını oluşturuyor. Tarihi üç bin yıl öncesine giden bir kalenin hemen arkasında yükselen ve onun ihtişamını hissetmenizi, görmenizi yok eden bakış açısı bu topraklarda sıkça karşınıza çıkıyor. Dikkat edin bütün devlet binalarımızı sürekli olarak büyük, hantal, işlevsiz bir biçimde inşa etmeyi ve ardından bu binalardan şikayet etmeyi sürdürüyoruz. 17 Ağustos depreminde en çok yıkılan binaların devlet binaları olması ise tüm bu olup bitenlerin çok daha derinlerde bir yerlerde sorun yumağı oluşturduğunun bir göstergesidir.

Maalesef hiçbir zaman o sorun yumağı ile uğraşmayı düşünmedik ve seçtiğimiz hiçbir yerel yöneticinin de gerçek anlamda kentlerimizin yaşanabilir mekanlar haline dönüşmesine katkıda bulunmasını arzu etmedik.

Yaşadığımız kentlerimizle kurduğumuz zihinsel ilişkinin düzeyi tıpkı kendi hayatlarımız içerisinde önem atfettiğimiz diğer bütün alanlarla kurduğumuz düzey kadar belirsiz ve muğlak olmayı sürdürmekte. Allaha emanet yaşamlarımız gibi kentlerimiz de benzer biçimde konumlanmakta ve hiçbir önlem düşünülmeden sistemsiz bir büyümenin pençesinde biraz daha fazla yağmalanmayı sürdürmektedirler.

Beton aşkı ile yola çıkan ve bu uğurda hiçbir sınır tanımayan anlayış sayesinde ilk olarak tarihsel geçmişimizin belleğimizde yarattığı izler olan mekanları yitiriyoruz. İkinci olarak ise çevre ile kurduğumuz daha doğrusu kuramadığımız ilişkimiz sayesinde çevreyi her geçen gün biraz daha yok etmeyi sürdürüyoruz. Doğada yarattığımız tahribatın sonucu her yıl yaşadığımız sel baskını, heyelan gibi olayların ardından daha fazla insanımızın hayatını kaybettiğine ve mallarımızın, ürünlerimizin yok olduğuna şahit olmak zorunda kalıyoruz. Peki tüm bu yaşadıklarımızdan ders alıyor muyuz?

Kesinlikle hayır, hız kesmeden betonlaşmaya, yeşili yok etmeye, doğal su kaynaklarımızı ortadan kaldırmaya devam ediyoruz. Beton tutkumuz böyle sürdüğü takdirde ilerleyen aşamada içinden geldiğimizi düşündüğümüz ve oraya gideceğimizi söylediğimiz bir ‘kara toprağımız’ bile kalmayacak!

Yazarın Diğer Yazıları

Olimpiyat oyunları iki yüzlülüğün gölgesinde başlıyor

Sporun bir toplumsal inşa süreci olduğu gerçeğini aklımızdan hiç ama hiç çıkarmadan büyük organizasyonların arka planındaki ekonomik ve medyatik yapılara daha fazla odaklanmak durumundayız

Türkiye Futbol Federasyonu seçimi üzerine...

Yeni yönetimi ve bu yönetimin etrafındaki tartışmaları izlemeye devam edin. Görün bakın orada neler olup bitecek! Aslında aynı tas ve aynı hamam şeklindeki filmin yeni versiyonunu izlemenin ötesine ne yazık ki geçemeyeceğiz

Pisi pisine ölümler ülkesi

İnsanların nasıl yaşadıkları kadar nasıl öldükleri de gelişmişlik denilen kavram ile yakından bağlantılıdır ve ülke olarak biz bu kategoride sürekli olarak gol yemeye devam ediyoruz