Yıllar önce seyrettiğim bir filmde geçen sözü hiç unutmadım, şöyle diyordu: ‘Adalet, örümcek ağına benzer. Sineği yakalar fakat kartalı kaçırır’.Bu topraklarda oldum olası, hepimizin adalet ile olan ilişkisi, özendiğimiz ülkeler gibi olamadı! Hep bir şeyler eksik kaldı ve eksikleri tamamlayacağımız yerde maalesef biz, onları daha da arttırma yoluna gittik. Ülkemizin toplumsal tarihi boyunca yapacağımız yolculuk boyunca karşımıza çıkacak olanın her seferinde adaletsiz uygulamalar olması tesadüf olmasa gerektir.
Adalet Dairesi geleneğinden gelmemize karşın dünyanın adalet üzerinde duracağı gerçeğini bir türlü idrak edemedik. Adalet kavramının her geçen gün biraz daha fazla erezyona uğradığı bir ülkede yaşıyor olmanın hem psikolojik hem de sosyolojik bir takım sorunları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Her şeyden önce adalete güvenmeyen bir toplumun, adaletli olabilmesi mümkün değildir. Adaletin güç üzerinden meşrulaştırıldığı bütün yapılarda, iktidara yakın olmak avantaj sebebiyken bunun tersi de mağduriyeti beraberinde getirmektedir.
Sabaha karşı evinden yaka paça alınanların görüntülerini gayet iyi hatırlıyoruz, benzer şekilde ters kelepçe ile götürülen akademisyenler, iş adamları hatta milletvekilleri. Buna karşın daha on yedisinde gencecik bir kızımızın hayatına kıyan bir caniyi ise ellerini kollarını sallayarak götürüldüğünü de görüyoruz. Bir yerlerde yaptığımız yanlışlar hiç değişmiyor ve ne yazık ki bu yanlışlar her seferinde ‘kamu vicdanı’ dediğimiz o şey, her ne ise rencide etmeye devam ediyor!
Sahaya atlayıp hakeme arkadan yumruk atan kişinin karakolda kendisine ‘neden yüzünü örtüyorsun ki, sen kötü bir şey yapmadın’ diyen polislerden sonra yüzünü açtığını biliyoruz. Benzer bir durumu Hrant Dink’in katilleri ile bayrak önünde muzaffer pozlar çektirenler için de yaşamıştık. Tamam da neden bir öyle bir böyle uygulamalarla karşı karşıya kalıp duruyoruz. Neden biz ülke olarak hiçbir zaman standartlar geliştirip, bunlar üzerinden gidemiyoruz? Hayatımızın her alanında benzer sıkıntılarımız olduğu için, adalet ve adaletin tecelli etme süreçleri de aynı şekilde daha baştan yara almaya başlıyor.
Hayatın basit bir akışı bulunduğu gerçeği yerine sürekli olarak komplike davranma yolunu seçen bir anlayış üzerinden inşa edilen yaklaşımla yetiştiriliyoruz. Basitlik, işlevsel olma fikri daha baştan çizik yiyiyor. Bunun karşısında ise kendi sınırlarının farkında olup davranmak yerine, sürekli olarak olduğundan farklı davranan kişiler çıkmaya başlıyor. Kendini bilmeyi değil, etrafındakilerin neler diyeceğini önemseyen yaklaşımlar sayesinde, durumumuz her defasında daha da kötüleşiyor. Buna karşın kuyruğu dik tutmaya veya tüm yaşadıklarımızı kader üzerinden açıklayarak rahatlamayı seçiveriyoruz.
Kitaplarla haşır neşir olup bambaşka dünyalara kapı aralamak zaten bize, çok yakışan bir durum olarak görülmüyor. Bunun yanında çok gezmek de belirli bir maliyet gerektirdiği için, bu da bizim için çok uygun düşmüyor. İnsanlarla haşır neşir olma ve hiç değilse bu şekilde kendini yetiştirmeyi becerenlerimizin sayısı ise son derece sınırlı kalıyor. Geriye her şeyi bildiğini zanneden buna karşın başta kendisi olmak üzere hiçbir şey bilmeyen milyonlar kalıyor. İşte bu noktada gündelik olanın ağırlığı ile devam edegelen ve hemen hemen hiç bitmeyen bir kısır döngü içerisinde yaşamak zorunluluğu hepimizi boğmaya başlıyor.
Adalet işin sadece bir yönünü teşkil ediyor, oysaki hayatlarımızın tamamı bu sıradanlığın baskısı altında inim inim inleyerek ömür denilen süreyi tamamlamak durumunda yaşıyor. Bu noktada Çetin Altan ustanın söyledikleri tam da bizi tarif ediyor; Hayat yaşandığı kadar vardır. 'Gerisi ya hafızalardaki hatıra, ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta’.
Burası hep hayatlarımızın başkalarını düşünerek ertelendiği, feda edildiği bir ülke olduğu sürece, yaşadığımız bütün terslikler katlanarak sürmeye devam edecektir. Çünkü yaşadığımız bu yanlışları düzeltme doğrultusunda bir irade gösterme gibi bir derdimiz hiçbir zaman olmayacaktır.