Düşününce “eğri oturup doğru konuşmak”, eyleminizin, sözünüzün hesabını vermek olarak anlaşılabilir.
Hesap vermek doğru yönetimin, (governance) dört temelinden biri. Diğerleri, sorumluluk, saydamlık, eşitlik. Söz governance’a gelmişken onun ne olduğuna, nereden çıktığına bir kez daha bakalım, çünkü yaşamımızın önemli bir kuralı ve maalesef “yönetişim” olarak Türkçeleştirilmesiyle içeriğini yitiriyor. Ben doğru yönetim diyorum, herşey doğru sözcüğünde saklı.
Governance tarih boyunca toplumların karşılaştığı bir sorun. 1215’te İngiltere Kralı John, soyluların kendisinin yetkilerini yanlış kullandığından şikayet etmeleri üzerine Magna Carta adlı “şartı” imzalıyor. O dönemde toplumda kralın karşısında soylular var, ama Magna Carta kralın tüm topluma karşı eşit, sorumlu ve saydam davranmasını, edimlerinin hesabını vermesini taahhüt altına alıyor. Kısaca hükümet etmenin şartlarını ifade ediyor. Bu kural devlet yönetiminde olduğu kadar, şirket, aile yönetiminde, hatta bireysel olarak günlük davranışlarımız bakımından da geçerli.
ENRON ve küresel finans krizi
Governance konusu ABD’de Enron şirketinin yöneticilerinin kötü yönetimleriyle şirketi zor duruma sokmaları üzerine 2001 yılında yeniden ve önemle gündeme geliyor. Günümüzde şirket yöneticileri, hükümet yöneticileri kadar önemli. Çünkü edimleriyle hissedarların menfaatlerini etkiliyorlar.
Enron yöneticileri çeşitli muhasebe tekniklerini kullanarak, şirketin borçlarını sakladılar, böylece yükselen kârları muhasebeleştirerek şirket değerini yükselttiler. Hem daha yüksek temettü dağıttılar, hem de daha fazla prim aldılar. Oysa şirketin çeşitli şekillerde “yapısallaştırılan” borçları durduğu yerde duruyordu. Bu işlerin sonunda, denetim şirketi Arthur Anderson kapandı, şirket yöneticileri de ağır hapis cezalarıyla yaptıklarının hesabını verdiler. Neoliberal sistemin günahı, finans sektörünün uygulamalarıyla ortaya çıkmış oldu.
Bu herkes için ders oldu, ülkeler sermaye piyasalarında kullanılmak üzere kurumsal yönetim ilkeleri belirlediler. Türkiye’de Sermaye Piyasası Kurulu aynı yolu izleyerek kurumsal yönetim ilkelerini yayınladı. Bugün şirket yönetim kurullarında görev yapan “bağımsız yönetim kurulu üyeleri”nin görevleri böylece belirlenmiş oldu.
Yönetişsek mi, yönetişmesek mi?
Yönetişim kelimesine gelince, günümüzde moda olan yeni kelime üretme çabalarına uygun olarak bu kelime yaratıldı. Ancak bu yapılırken, kelimelerin etimolojisi, yani kökeni, cümle içindeki anlamının zaman içindeki evrimi incelenmedi. O dönemde danışmanlık çalışma vermek üzere kurduğumuz “iyi şirket Danışmanlık A.Ş.”nin çalışmalarıyla konuya tarafa olduk. Yönetişim kelimesine itiraz edince aldığım yanıt, “inat etme, kelime tuttu” oldu; kelime mayonez mi ki tutup tutmaması önemli olsun.
Ben bilim adamıyım ve sözlüğümde inat yoktur, ispat veya yanılgıyı kabul vardır. Vaktiyle Mülkiye’de iki öğretim üyesi arkadaşımız, koridorda yürürken kelime yaratır, uydururlardı. Daha sonra bu kelimeleri TDK'ya intikal ettirirlerdi. Yazıyı hazırlarken TDK’nın yeni sözcükleri arasında “ödünçleşmek” fiiline rastladım, ödünç alma/vermenin ne günahı vardı? Amaç nedir, zaten okumayan özürlü toplumu tamamen uzaklaştırmak mı?
Yazının amacı ekonomi alanında eğri oturup doğru konuşmaktı. Hafta içinde bir arkadaşımın, bu konuda haklı olarak titizleniyorsun, gerekçeni açıklasana demesi üzerine doğru yönetime biraz zaman ayırdım.
Yine enflasyon
Enflasyon konusu, alınan önlemlerin yetersizliği sürekli olarak tartışılıyor. Zaman zaman yapısal önlemlerden, hukuk, adaletten söz ediliyor. Geçim zorlukları toplumun önemli kesimini etkiliyor; ancak burada tuhaf bir durum var. İktidarın nakit yönetimi, hükümet etmesi diyemeyeceğim, hem kentlerde hem kırsalda seçmenini kimi zaman göstermelik çay paketi, kimi zaman ayda 3-5 bin TL dağıtarak elde tutması ve bunun üstüne yapılan sosyal transferler kimin geçim zorluğu çektiği sorusunu karşımıza getiriyor. (1)
Fiyat düzeylerini, astronotların aya veya bir başka gezegene ayak basması veya bir başka ender rastlanan doğa olayı gibi izliyoruz. Duyarlığımızı yitirdik. Nereden medet umacağımızı şaşırmış durumdayız. Korkarım “alışıyoruz”, tıpkı anayasanın delinmesine alıştığımız gibi. Ama dikkat edelim, böyle giderse bir metre 100 santimetra olmaktan, bir kilogram 1.000 gram olmaktan çıkar, kendimizi avcı, toplayıcı dönemde buluruz.
Kara Pazartesi
Bunlar olurken, ABD’de FED’in olası faiz politikasının, işsizlik göstergelerinin uyarmasından panik olan Japon Merkez Bankası’nın yarım puanlık faiz yükseltmesi her yerde şaşkınlık yarattı. Japon Merkez Bankası panik olmakta haklı, çünkü ABD hazine kağıtlarının iki önemli yatırımcısından biri Çin, diğeri Japon Merkez Bankası. ABD aksırırsa, bu iki ülke zatürre olur.
Ama bize ne oluyor? Dünyada doğru ekonomi yönetimleri 3-5 puanlık enflasyon verileriyle uğraşırken, kimisine göre 66, kimisine göre 110 puanlık enflasyon ortamında yaşayan bir ülkede böyle olaylar nasıl oluyor da kendisini hissettiriyor? Çünkü 21 Aralık 2021 günü, zamanın Ekonomi Bakanı’nın büyük buluşu, ülkenin yeni uyuşturucusu, TCMB’nin zarar kaynağı “Kambiyo Korumalı Mevduat” KKM maskaralığından sonra girilen yolda bu kez ülke, hâlâ doğrudan yatırımların gerektirdiği yapısal düzenlemeleri yapmadığı için, para politikası “carry trade” denilen uygulamaya ev sahipliği yapıyor. Bunlar çok kötü hastalıklar, kurtulmak zor ve pahalı.
Oyuncular paranın ucuz (faizin sıfır, yarım) olduğu yerde borçlanıp, bu paraları yüzde 50 faiz ödeyen Türkiye ve benzer ülkelere taşıdılar. Japon Merkez Bankası'nın faiz oranını yükseltmesi, oyunu etkiledi. Eloğlu ekonomisini yarım puanlık ayarlamalarla yönetirken, biz 50’lerde, 60’larda dolaşıyoruz. Yarım puanlık düzenleme, %50 oranına göre yapılan hesapları fena çarptı. (Tabii olayın “parayı taşıyan” oyuncu üzerindeki etkisini hesaplarken, geçen zaman içinde TL'nin ne kadar değer yitirdiğini de hesaplamak gerekir) Oyuncuların ne olduğunu doğru anlamaması da bunda etkili oldu. Bunun neden böyle olduğunu tartışan, bu duruma duyarlık gösteren bir kamu yetkilisine rastladınız mı, ben rastlamadım.
Hassas bölge: Maliye politikası
Bunlar sorunun para politikası tarafı. Maliye politikası tarafı çok daha vahim. Süleyman Demirel 1970’li yıllarda başbakanlığı döneminde, Türkiye mutad enflasyonlarının birisini yaşarken, “kalkınan ülkelerde enflasyon doğaldır” demişti. Herkes bunu doğal karşıladı. Büyüklerine, yöneticilerine her zaman saygılı, onları sorgulamayan toplum bu lafı da sorgulamadı, “NAS bu ötesi var mı” lafını da.
Sözün doğrusu şuydu: Enflasyon bir tür vergidir. Bu vergiyi ödeyenler sabit gelirliler, yani devlet memurlarıdır. Yani Mehmet her zaman nöbettedir. Fiyatları yönetme gücüne sahip olanlar bu yoldan, yani fiyatları, yani gelirlerini yükselterek işlerini, yaşamlarını sürdürürler. Hem onlar, daha önemli olarak, ödeyecekleri vergiyi yönetmek gücüne, becerisine sahiptir. Vergi kaçırmaktan söz etmiyorum, yönetmek diyorum. (2) Onların sorunu, yatırımların geri ödemesini planlamakta karşılaştıkları zorluktur. O da basit bir finans hesaplamasıdır.
Buna karşılık şu söylenir. Devlet memurlarının yüksek vergi ödediği bir yanılgıdır, çünkü o her zaman vergisi ödenmiş NET gelir kazanır. Oysa iş insanının geliri veya ileri ülkelerdeki bordrolunun ücreti yıllık olarak hesaplanır, sözleşmesi ona göre yapılır. Daha sonra gelir beyannamesini düzenler, vergisini öder. Yani giderlerini yazarak vergisini yönetir. Kısaca, bizim gibi ülkelerde vergi, gelir elde edenden ve bunu dürüst olarak beyan edenden alınır. Bordolular zaten farklı bir gruptur, onlara yaşamak için “gerekli ve yeterli “olan gelir ödenir.
Vergi her zaman tartışmalıdır. Gerçek bir kapitalistin dünyasında “vergi olmamalıdır”. Herkes başının çaresine bakmalıdır. Piyasanın gizli eli en iyiyi sağlayacaktır.
Teoriye göre ücretli geliri tüketime harcanır, tasarruf edilmez, yatırıma gitmez. İş insanının tüketim talebi yüksek gelirine oranla sınırlıdır, o gelirinin önemli kısmını yatırıma yöneltir. Bu yatırım yüksek getirili, katma değeri önemli alanlara yapılır. Kamu geliri ise bürokratik harcamalara ve uzun vadede geri dönen altyapı yapı yatırımlarına harcanır. Yüksek gelirlilerin desteklediği muhafazakar partiler” vergi yanlısı olduğu için tercih edilmez. Almanya, Fransa, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, Japonya gibi güçlü kapitalist ülkelerde devlet de güçlüdür. Kamu organlarının alacağı önlemlerin, uygulayacağı maliye politikaların, herkesin yararına olduğu inancı yerleşmiştir.
Bitmeyen yakınma
Gelelim enflasyona; en kaba tanımıyla talebin arzdan fazla olması halinde fiyatlar yükselerek denge sağlanır. Gelir dağılımı bozulmaya devam eder. Kamu özellikle bizim gibi maliye politikası UYGULANMAYAN, DOLAYSIZ VERGİ ALAMAYAN, ülkelerde, özel tüketim vergisi, katma değer vergisi ve diğer çeşitli adlarla yurttaşın harcamaları vergilenir. Bu yapılırken ülkede ekonominin, endüstrinin rekabet gücü, yeni ürün geliştirme gücü tahrip edilir. Ne gam, kamu (ülkede hükümet olmadığı için böyle diyorum) olaylı vergilerle, itibar koruma, sürdürme harcamalarını yapmaktadır.
Aslında sorun ekonomi bakanında değil, bu maskaralığı görüp tahammül eden, pazar, pazar dolaşııp sebze, gramla et almayı kabul eden ve daha sonra zaman zaman bahşedilen bayram harçlıkları karşılığında oyunu satan bordoluda, fındık üreticisinde, tarlada soğan torbalarının başında bekleyen “Memet”lerde, ”Fatma’larda. Onlarda bu mazlumluk varken, bu düzen daha çok devam eder.
Pırıl pırıl güneşli pazar gününü kendime zehir ettim, bu zaten her gün böyle. Sizler de bu yazıyı eğer okursanız, çarşamba günü aynı duyguları tadacaksınız.
Var mı bunun çaresi?
Elbette, eğri oturup doğru konuşalım. Devlet adamı İhsan Sabri Çağlayangil, “meseleyi mesele etmezsen mesele olmaz” demiş; tersinden düşünelim, meseleyi mesele edelim ve onu kaynağından yok edelim. Meselenin köküne inersek, nedenleri sorgularsak, çare bulmamak imkânsız. Ama sorgulamayıp, Süleyman Demirel’in söylediği gibi, palyatif davranır, olanları doğal kabul edersek, nedenler de, sorunlar da devam edecektir. Seçim sizin.
Ancak toplumda sorgulamak yasak. Ne diye durup dururken sorgulayıp, hem dünyanı karartıyorsun, hem de cennetini riske atıyorsun. Hem orada ne para var, ne fiyat!!