28 Mayıs 2021 08:21
T24 Video Servisi
Müzsyen, yazar ve yönetmen Zülfü Livaneli, 1970’lerde solun yükselmesinin ardından darbeye giden süreci değerlendirerek, “Bizim, bu gladyo - NATO komutasındaki subaylar, yüzlerine bir ‘Kemalizm maskesi’ geçirdiler, Mustafa Kemal ile hiç alakası olmayacak biçimde ve sürekli suç işlediler” dedi. ‘Derin devletin bir organizasyon değil, bir anlayış olduğunu’ vurgulayan Livaneli, “Biz, hiçbir zaman demokratik bir ülke olmadık, hep alacakaranlıkta yaşadık” ifadelerini kullandı.
Zülfü Livaneli, 1 Haziran’da çıkacak yeni romanı ‘Balıkçı ve Oğlu’nu ilk kez T24 ekranında Murat Sabuncu’ya anlattı. Video söyleşide Sabuncu’nun sorularını yanıtlayan Livaneli, edebiyatta ‘göç’ ve ‘sürgün’ kavramlarından romanlarındaki kadın kahramanlara, çevre mücadelesinden, neoliberal politikaların sonuçlarına, faili meçhul cinayetlerle yüzleşmekten Türkiye’nin yaşadığı dönüşüme uzanan pek çok konuda açıklamalarda bulundu. Livaneli’nin açıklamaları özetle şöyle:
Zülfü Livaneli’nin son romanı “Balıkçı ve oğlu” önümüzdeki günlerde raflardaki yerini alacak. Livaneli, “Huzusuzluk” romanının ardından yeni romanında da göç ve mültecilerin hikâyesine yer veriyor. Son romanında deniz temasını üzerinde odaklanan Livaneli, şunları söyledi: “Başrolde deniz var. Hepimizin bir deniz özlemi vardır. Orhan Veli’nin dediği gibi, ‘denizden yeni çıkmış ağların kokusu’, balık, martılar bu zaten var kitapta. Bir balıkçının hikâyesi. Başrolde balıkçı Mustafa, yoksul bir balıkçı. Bir de karısı Mesude. Hakikaten iyi insanlar fakat başlarına bir felaket gelmiş. Fakat bize bu kadar güzellikler veren deniz, başkaları için ‘ölüm denizi’ haline geliyor. 16 bin kişi can vermiş Akdeniz’de, 16 bin göçmen. Bunların içinde çocuk sayısı da çok fazla. Romanı, birkaç yıldır yazıyorum, yeni yayınlanıyor, bu arada şunu gördüm, İspanya’da bir çocuk kurtarılmış, resimleri vardı, benim romandaki sahne gibi gerçekten. ‘Huzursuzluk’ta Suriye’den gelen göçmenler, Irak’ta IŞİD zulmünden kaçanlar vardı, Ezidi hikâyeleri vardı. Burada da bizim balıkçılarımızın ailesi ve onların yaşadıkları dolayısıyla onların hayatına değen Afgan göçmenler hikâyesi var.”
Mesaj vermek için roman yazmadığını vurgularken “Roman, roman olmalı” diyen Livaneli, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Romanın roman olması için de karakterlerinin yaşaması gerekiyor. Karakterlerin bilincine ve bilinç altına etki yaptığı kadar romana girecek her şey. Burada da biz olayları, Mustafa’nın ve Mesude’nin bakış açısından kavrıyoruz. Çünkü insan tek başına, soyut, cam fanusun içinde yaşamıyor ki. Hepimizi her şey etkiliyor. Çevre etkiliyor, haberler etkiliyor, doğa etkiliyor, doğa tahribatı etkiliyor, geçim derdimiz etkiliyor. Bütün bunlar, insanı bütün olarak ele aldığınız zaman, bir insanda bunların hepsinin olması lazım. Hayatta aşk var, yoksulluk var, acı var, ölüm var. Romanın konuları da bunlar. Ama bizim gibi ülkelerde işin içine zulüm de giriyor. Çünkü zulüm var. Gündelik hayatımızda var. Kadın cinayetleri var, çocuk… O kelimeyi bile anmak istemiyorum, her türlü saldırı var. Şimdi ben bunlara gözümü kapatıp roman yazamam ki. Ben, dolmuş yolcularını mı yazacağım? Ya da içimin sıkıntılarını mı yazacağım? 20. yüzyılın en büyük iki-üç yazarından biri olan Gabriel Garcia Marquez ile Meksika’da tanışmıştık. Dedim ki ‘Sizin kitabınızda, Yüz Yıllık Yanlızlık’ta, United Fruit Company’nin yaptığı katliam var.’ Dedi ki: ‘Tabii ki olacak, çünkü biz bunu yaşıyoruz, bizim gerçeğimiz bu.’ O yüzden dediğim gibi, mesaj veren romanlar yazmıyorum, insan üzerine yazıyorum ama o insanları etkileyen çevre şartları da var tabii ki.”
Murat Sabuncu’nun, 2001’de yayımlanan “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm” romanının kahramanlarından akademisyen Bülent’in, “Gün gelecek Afrika’dan, Asya’dan insanlar şişme botlara binecek ve Avrupa’ya gidecek” sözlerini anımsatması üzerine Livaneli, “Sezgi demek ki. 1974-75 yıllarında yazdım ben romanı ama içime sinmedi, düzelttim tekrar. İlk adı hatta ‘Düzen düşkünü bir anarşist’ idi. Sonra değişti, dönüştü bu hale geldi, sonra yayınlandı. 75 yılında ben orada göçmen olduğum için, sürgün olduğum için onu da çok rahat izleyebiliyordum. Dünyadan gelen arkadaşlar, darbelerden gelenler, Şili’den gelenler, Yunanistan’dan gelenler bunu gözleyebiliyorduk ve gelir dağılımı adaletsizliği böyle gittiği sürece elbette ki göçler olacak. Bunu anlamak için çok da kâhin olmaya gerek yok” dedi.
Dünyanın bir tarafında muazzam servetler birikirken, diğer tarafında açlık ve yoksulluğun yarattığı sorunlar olduğuna dikkat çeken Livaneli, şöyle devam etti:
“Avrupa ve Amerika’da, o servetler insanları rahat yaşatır ve bir refaha ulaştırırken - ki o servetlerin de altında kolonyalizm dönemi vardır- Asya’dan, Avrupa’dan, bütün ülkelerden, Orta Doğu’dan sömürülen o halkların hazinelerini çalarak o zenginliği yarattı Batı. Bütün bunlar varken, bir tarafta da insanlar aşıya ulaşamıyorsa, temiz suya ulaşamıyorsa, çocuklar ölüyorsa açlıktan burada bir düzen olamaz zaten. Yani terörizm de buna bağlı aslında, diğer konular da buna bağlı, hepsi buna bağlı. En basite getirirsek, Das Kapital de bunu anlatıyor aslında, Piketty de bunu anlatıyor, birçok kitap bunu anlatıyor. Ve bütün bunların anlattıklarını bizim halk da söylemiş, çok basit gibi gelecek ama doğru; biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. Kıyamet kopuyor işte dünyada şimdi. Ve bunu nedense bu büyük şirketler anlamıyor. Global şirketler, trilyonlarına trilyonlar eklemek istiyorlar. Ortada dokunacak altın maltın da yok. Bilgisayarlar üzerinde sıfırlar, sıfırlar. Bunu artık bir spor haline getirmişler. Yani dokunacakları ya da harcayacakları bir para falan değil. Bu yüzden dünya acı çekiyor, insanlık acı çekiyor. Bu yanlış durum, bu kapitalist sömürü ve bu kadar insafsızca gitmesi sürdürülebilir bir durum değil. Bunu sürdüremezler, sürdüremeyecekler. Hep beraber dünyamız acı çekiyor, yok oluyor. Doğamız yok oluyor, insanlarımız çeşitli acılara gömülüyorlar. Nüfus artışı ve bu nüfusun büyük kısmının giderek yoksullaşmakta oluşu, birinci problemi bu dünyanın bence.”
Son romanında çevre mücadelesinden de kesitlere yer veren Livaneli, şunları anlattı:
“İnsan anlamakta güçlük çekiyor. Aslan yattığı yerden belli olur, derler. İnsan evini, yaşadığı, soluk aldığı, gözüne görünen manzarayı falan yok etmek ister mi? Ne olacak? Birtakım itibari kâğıtlar falan için. Ortada para yok, bilgisayarda sıfırlar var. Bunu anlamak mümkün değil. Mesela, Kaz Dağları’nı İda’dan delen, Sarıkız efsaneleriyle falan oluşmuş, ya insanın vicdanı titrer be! Yani gerçekten içi titrer, vicdanı sızlar. Sen orayı git del, siyanürlerle bilmem ne yap, oraları akıt, yok et. Bizim ülkemiz, gerçekten yok ediliyor. Yavaş yavaş da değil, çok hızlanan biçimde yok ediliyor. Çünkü hangi birini söyleyeceğimizi artık unutuyoruz. Niçin yok ediliyor İkizdere, güzelim Doğu Karadeniz? Artvin’e gittiğim zaman, dede memleketim, içim sızlıyor. 300-500 maden ruhsatı, HES’ler, her yer delik deşik. Eskiden güzel çavlanlar akan yerler falan bozulmuş ama Sarp’tan Gürcistan’a geçiyorsunuz yemyeşil. Bir sınır geçerek oluyor, bu yönetim meselesi. Eğer, Al Gore ve George W. Bush seçiminde Al Gore seçilseydi mutlaka bu çevre konusunda çok daha farklı şeyler olacaktı. Taa o dönem başlayacaktı. Trump, biliyorsunuz Paris İklim Anlaşması falan filan, adam hiç… Onun da kafası; ‘para kazanayım, para kazanayım.’ Bol bol inşaat, kum, çakıl, kamyon, ‘ben bunu kazanayım, satayım.’ Başka bir şey düşünmüyorlar. Bir de topoğrafyamız bozuluyor. Tepelerimizi alıyorlar, diyorsun ki ‘bu küçük bir tepe, bir iki ev yapar herhalde.’ Hayır, tepeyi yok ediyor, kesiyor, oradan kendine müthiş bir alan açıyor ve oraya yüzlerce bilmem ne koyuyor. Bodrum yarımadasında çok var mesela her yerde görüyoruz bunları. Akıl alacak bir şey değil. İnsan, kendi ülkesini, kendi toprağını, suyunu, ağacını niye katleder? İnsan gerçekten isyan ediyor. Ben böyle konuşan bir insan değilim ama lanet olsun o paranıza, lanet olsun o paranıza! Hepsi de yaşlı adamlar bunlar. Yahu geçip gideceksin işte. Nedir bu hırs? Niçin bunu yapmaya çalışıyorsun? Arkandan lanet okutmak için. Bu konuda dertliyiz?”
Pandemi ve yaşanan ekolojik felaketlere değinen Livaneli, şu görüşleri dile getirdi:
“Mesela balıklar çok tehlikeli hale geldi. Balon balıkları burayı bastı. Burada da müsilaj, deniz salyası başladı. Marmara Denizi zaten deniz salyasına boğuldu, bütün doğal hayatı yok ediyor. Ayrıca yediğiniz balık da plastik yiyor. Siz de onu alıyorsunuz, ağır metalleri alıyorsunuz. Yani insanlık kendi kendini de öldürüyor. Balon balığı ve müsilaj aslında iki sembol. Balon gibi semirmek şişmek isteyen şirketlerin ağızlarının salyası akıyor. O yüzden bu balon balığı ve müsilaj var bizim başımızda. Ben buna engel olmama meselesini anlamıyorum. Pandemi adı üstünde, bütün insanlığın tamamını tehdit eden bir virüs var, insanlığın da toplu olarak buna mücadele vermesi lazım. Virüs, sınır mı tanıyor kardeşim? Yarın öbür gün çok arttığı zaman, elbette ki Vuhan’dan sana geldi, gene gelir. Biçim değiştirir gelir, evrimin kuralı bu. Virüs, şu anda insanlardan daha akıllı görünüyor. En azından hükümetlerden daha akıllı görünüyor bu virüs. Bu inanılacak gibi bir şey değil.”
Kendi kuşağının mücadelesiyle günümüzdeki yaşananları karşılaştıran Livaneli, şöyle devam etti:
“Ben İsveç’te görürdüm Vietnam için yürüyüşler yapardı gençler. Paris’te inanılmaz yürüyüşler protestolar, Amerika’da biliyorsunuz üniversiteler hükümetleri sarsardı. Çünkü bir dayanışma ruhu içinde davranılırdı. Bu dayanışma ruhundan çok korktular hükümetler, çok korktular. Ve bunları böyle bastırmaya çalıştılar ve dağıtmaya çalıştılar. Bizim ülkemizde daha da sert oldu. Çünkü, Soğuk Savaş döneminde Amerikan nükleer füzeleri burada böyle hazır durumda beklerken bizim memleketimizde, Rusya’nın / Sovyetler Birliği’nin komşusu olmak, burada yani ileri karakol durumundaydı. İleri karakolda solculuk en büyük düşman haline geldi. ‘Aman sol olmasın, aman soldan bahsetmeyin, karşısına Ülkücüler’i çıkaralım, karşısına Müslümanlar, tespih çekenler, karşısına bilmem neler’ diye diye bu hale getirdiler işte memleketi. Oysa bu dayanışma solun işidir.”
Dünya, neoliberal bir mantıkla kimlik üzerinden tanımlanmaya çalışıldığı için çok yanlış yere gelindiğin anlatan Livaneli, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Her şey sınıfsaldır. Ve buna sınıfsal baktığın zaman dayanışmasını da kurabilirsin. Diyelim ki Mecidiyeköy’de yağmurlu bir gün, akşam üstü bir kadıncağız ev temizliğinden çıkmış, iki ev temizlemiş, üç otobüs değiştirip evine gidecek, orada da kocasına, çocuklarına yemek yapacak. Dünyadan bezmiş ama başörtülü, türbanlı bir kadın. Oradan da başka bir kadın geçiyor. Range Rover’ın içinde, oradan da çamur sıçratıyor buna ama o da türbanlı. Şimdi biz bunları ‘türbanlılar’ diye ayırırsak ve bunları bu kimlik üzerinden tanımlamaya çalışırsak, şu son yıllarda çok yapıldı bu, en büyük yanlışı yaparız. Hayır, onların arasında bir sınıf mücadelesi var. O kadın mutlaka işçi örgütlerine dahil olmak zorunda ve mücadelesini oradan vermek zorunda, türban değil. ‘Niye sen Range Rover’ın içindesin, niye ben akşama kadar bu kadar emeğimin karşılığını alamıyorum’ diye. Sosyalizmin çok kötü uygulamaları da oldu dünyada tabii, fakat geriye dönmek, Karl Marks’a dönmek, 1844 el yazmalarından başlayarak, dünyayı yeniden tanımlamak gerekiyor. Çünkü şu anda hâlâ en geçerli şey o, Das Kapital değil. Kapital çünkü İngiltere’de sanayileşme ve sermaye birikimi zamanlarında, dokuz yaşında çocukların çalıştırıldığı madenlerde falan, yani rakamlarla ilgili. O değil. Tabii ki artı değer, tabii ki sömürü, o kavramlar duruyor da rakamlar ve çalışma koşulları değişti. Aslında bence dünya oraya gidiyor, gitmek zorunda. Zaten, kapitalizmin en son ve en yüksek aşaması demiyor muydu? Kapitalizm kendi kendini bitiriyor ve mutlaka daha adil, daha hakça bir düzen kurulacak.”
Murat Sabuncu’nun romanlarındaki güçlü kadın karakterleri hatırlatarak, kadınların dünyayı değiştirme ve dönüştürme gücünü sorduğu Zülfü Livaneli, şu yanıtı verdi:
“Kadınların, mutlaka toplumda daha fazla söz sahibi olması gerekiyor. Çünkü doğal olarak erkekler savaşır, savaşlar açar, insanlar ölür. Yaşlı erkekler savaş kararı alırlar, genç erkekleri ölüme gönderirler, dünya yok olur. Sonra kadınlar yine hayatı kurar, devam ettirir. Çünkü, bir çocuk doğurmak o canın kıymetini bilmek demek. Ne güçlüklerle doğruluyor, o sancılarla doğruluyor, sonra büyütülüyor ediliyor, şöyle bir metal parçasını gönderiyorsun o çocuk yok oluyor. O kadar büyük acı var ki bu memlekette her konuda. O yüzden benim kadın karakterlerim, bilinçli olarak yapmadım bunu ama sonra romanlarıma baktığım zaman en güçlü çünkü ben çözümü, dünyada da çözümü kadınların güçlü olmasına bağlıyorum, güçlenmesine bağlıyorum. Ama bu tabii her kadın demek değil. Mesela Madam Curie gibi mi her kadın? Mesela ülkemizde bir talihsizlik yaşandı. ‘Kadınlar yönetimde olsun’ dedik, bir kadın Başbakan geldi. Bu sefer kadın hareketini onlarca yıl geri attı. Hiç gelmeseydi daha iyiydi, çünkü erkeklerden neredeyse daha kötü şeyler sergiledi. Dolaysıyla kadın ama kadın da tabii hangi kadın dememiz lazım. Ama genel olarak kadınların içindeki duygular erkeklerden daha yoğun, daha çevrenin farkında.”
Murat Sabuncu’nun 1990’larda işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili suç örgütü lideri Sedat Peker’in açıklamaları üzerine yaşanan tartışmayı sorması üzerine Livaneli, Batı’da devletin ‘civil servant’ yani ‘halka hizmet’ etmekle görevli görüldüğünü, ancak doğu toplumlarında ise devletin Tanrı’dan gücünü alan sanki ilahi bir güç gibi algılandığını vurguladı. Livaneli, özetle şunları söyledi:
“Türkiye’de devletten, sopadan korktuğu için insanlar böyle davranıyorlar. Biraz da tabii hakları var, çünkü geçmişimiz… İttihat ve Teraki zamanında ne kadar çok gazeteci öldürüldü. Sonra Sabahattin Ali, devletin öldürttüğünü biliyoruz. Bütün yazarları hapislere tıkmalar, bir de bu 80’lerde özellikle ne kadar çok arkadaşımız öldü, değil mi? 50’den fazla arkadaşım öldürüldü benim. Yani tesadüfen yaşamışız demek ki. Bunları düşündüğümüz zaman neden olduğunu bunun, bizim bugünkü gençliğin sorması lazım. O dönemlerde sol hareketler bütün dünyadaki gibi yükseliyordu. Fakat tabii bizim bu gladyo NATO komutasındaki subaylar yüzlerine bir Kemalizm maskesi geçirdiler, Mustafa Kemal ile hiç alakası olmayacak biçimde ve sürekli suç işlediler, kimliği bilinmiyor. Nedir kimliği bilinmeyen? O sıralarda bir şarkı bestelemiştim, ‘Kimliği bilinmeyenler’ diye. Sonu şöyle bitiyordu; ‘kimlikleri ayan beyan.’ O dönemden beri bakın hiçbir şey olamadı onlara. Çünkü, ‘devlet adına kurşun atan şereflidir’ denebiliyorsa bir Başbakan tarafından, bunlar devlet adına adam öldürmek.
90’larda ne kadar çok kişiyi katlettiler. Hiç ondan ceza gören var mı? Tahkikat açsalar bile göstermelik. Yani devlette böyle bir iç kafa var. ‘Derin devlet nedir’ deniyor ya tek bir organizasyon aramayın, bir anlayış bu derin devlet. Devletle vatandaş arasında bir sorun varsa devlet haklıdır. Bizim yargımızda da bu var, diğerlerinde de bu var. Biz hiçbir zaman demokratik bir ülke olmadık, hep alaca karanlıkta yaşadık. Franco, falan gibi de olmadığı için kendimizi de böyle şey gibi gördük, biz demokrasiye bazen geçiyoruz, seçim oluyor falan. O değil. Hep alaca karanlıktı, hep yarı faşizmde yaşadık. Ve şu anda da tabii, iki yıl önce T24’e yazdığım yazıda söylediğim gibi, tarihimizde ilk defa faşizmin sac ayağı yani sermaye, ordu ve cami birleşti. Eskiden camiyle ordu arasında hep bir fark vardı. Laik orduyla, bu din, tarikatlar arasında hep bir çelişkiler vardı. Şimdi onları da giderip birleştirdiler, daha uzun süreli bir baskı rejimine girdik.”
“Franco, yürüdüğü zaman yanında papazlar yürürdü” diyen Livaneli, “Papadopulos, yürüdüğü zaman yanında tütsü sallayan papazlar olurdu. Yani oralarda, kilise, ordu ve sermaye beraberdi. Bizde hep ayrıydı. Bu sefer dikkat edin bizde birleştirdiler. Din deyince tabii ki inançlıyız, ben inanan insanlardan falan söz etmiyorum. Ben de Kuran kursuna gittim, ben de din eğitimi gördüm, fakat bu din değil bu başka bir şey. İnsanın iki tane kutsal kavramı var. Biri dini, biri de milliyetçilik. Şimdi bu din ve milliyetçilik o kadar kolay silahlar ki alıp kullandığınız zaman genç insanların beynini yıkıyorsunuz, ölüme gönderiyorsunuz. Ve Türkiye’de de maalesef en kaba biçimiyle kullanılıyor bu” diye konuştu.
Murat Sabuncu’nun, “Türkiye’de kutuplaştırılan kitleler nasıl tekrar ortak bir hikâyede, ortak bir gelecek için yan yana gelirler” sorusuna yanıt veren Livaneli, 12 Mart döneminde Erdal Öz, Altan Öymen, Uğur Mumcu ve Emil Galip Sandalcı ile birlikte Deniz Gezmiş’lerin idamına karşı imza topladıkları için tutuklandıklarını ve Sofya’ya uçak kaçırmak ile suçlanarak yargılandıklarını, ondan önce de ‘titrek hamsi örgütü’ iddiasıyla içeri alındığını anlattı. Livaneli, şöyle devam etti:
“Hukuk çoğu zaman hep böyleydi. Şimdi daha da iyice beter hale geldi. Bu kutuplaşma da sadece AKP’nin eseri değil. Kutuplaşma çok daha önce başladı. Türkiye’de sağ ve sol vardı. 50’li yıllarda İsmet İnönü seçim gezileri yaparken Yaşar Kemal de Cumhuriyet gazetesi adına takip ediyor. Bir gün çağırıyor onu, ‘Göğceli gel’ diyor. Yaşar Abi anlatmıştı bunu. ‘Tek kanatlı kuş uçar mı’ diyor. ‘Uçmaz paşam’ diyor, ‘Biz işte tek kanatlı kuş uçurmaya kalktık, olmadı’ diyor. Ve diyor ki; ‘Bir demokrasinin sağ ve sol kanatları olur ve bu iki kanatla uçar.’
Şimdi bunu dediğimiz zaman, insanları aklına şiddet yılları, adam öldürmeler, sağcı-solcu gençler sokaklarda falan filan o gelmesin. Amerika’ya bakın, merkez sağ var, bir de merkez sol var. Yani onlara göre sol Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti. İngiltere’ye bakın. Fransa’ya bakın, İtalya’ya, İspanya’ya. Demokrasi diyebileceğimiz her yerde merkez sağ ve sol vardır, çünkü bunlar insan için, ekonomik bakış, biraz kültüre değişik bakış, değiştirilebilir, çok temele inmeyen şeylerdir. Ama siz insanları etnik temellerine, dini, mezhepsel temellerine indirirseniz, orada ölüme gider işte o. Orada değiştirmek falan olmaz. Oysa seçimde değiştirirsin. ‘Bunlar, bana iyi hizmet etmedi, ben bu sefer buna vereyim’ dersin.”
Darbelerin Türkiye’yi üç kutuplu hale getirdiğini anlatan Livaneli, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Biz bunu iyi kötü yakalamıştık. Demokrat Parti- Halk Partisi diye iki çizgi vardı. Yani ortanın solu ve daha liberal olan Demokrat Parti gibi. Fakat sonra darbeler bu partileri kapata kapata geldiler ve işi üç kutuplu Türkiye’ye indirdiler. Benim 90’lı yılların başından itibaren, dilimde tüy biterek yüz kez yazdığım bir teşhistir bu. Hatta CHP Parti Meclisi’ne de anlattım. Türkiye’ye sağ- sol diye bakmayın. Artık yeni Türkiye üç kutuplu oluşuyor. Yani siyasal İslamcılar, laikler ki onlar da milliyetçiliğe kaydı maalesef, bir de Kürtler. Bu üçüne böldüğün zaman burada millet kalmaz zaten. Şu anda da kalmama noktasına geldik. Bunun çözümü de kısaca, siyasetin restore edilmesi. Yani Batı demokrasileri gibi. Demokrasi nedir? Merkez sağ- merkez soldur. Obama, niçin bir siyahi partiden seçimlere girmedi de Demokrat Parti’den girdi? Çünkü iki ana akım içinde kendine yer buluyor. Biz de de öyleydi. Ahmet Türk, CHP (SHP) milletvekiliydi. Dolayısıyla şimdi. Kürt bazlı parti, İslam bazlı parti, Atatürkçü, laik. Hepsinin bir kere Atatürk’ü kurucu değer olarak başta kabul etmesi lazım.”
“Atatürk konusu turnusol kâğıdı gibi” diyen Livaneli, bu konudaki düşüncelerini şöyle anlattı:
“Bizim biliyorsun son bir moda da olmuştu bu 2000’li yılardan sonra Atatürk’e hakaret etmek. Ben şuna benzettim bunu; bir çocuk büyürken önce ‘benim babam en kuvvetli, dünyayı yener’, sonra bir yere gelir bakar ki onun da zayıflıkları falan berbat eder, olmadığı kadar yerin dibine sokar. Sonra dengelenir, babadır, değerini anlar, saygısını anlar. Türkiye, bu dönemlerden geçiyor, geçti. Atatürk dediğiniz zaman insanların hemen şöyle bilim adamları bile böyle diyor; ‘Sever misin? Sevmem.’ Sevmek, sevmemek diye bir şey mi olur? Kurucu liderler böyle prizma gibidir. Sen mesela diyebilirsin ki, ‘ben laiklik tarafını ve bu reformist tarafını benimsiyorum elbette, çağdaş yaşam için. Mesela milliyetçilik konusundaki uygulamaları, Takrir-i Sükûn’u ben beğenmedim’ diyebilirsin. Bunlar konuşabilir ama toptan ret, Atatürkçü müsün, karşı mısın? Böyle düşünce dünyası olmaz. Bizde maalesef böyle.”
“Eğer demokrasimiz tekrar merkez sağ, merkez sol olarak iki ana partiye doğru götürülürse ve partiler arasında ayrılık olmazsa, bu kadar -yani öldürücü- ayrılık olmazsa, o zaman biz siyaset yapabiliriz” diyen Livaneli, şu ifadeleri kullandı:
“Şu anda Türkiye’de yapılan siyaset değil. Görüyoruz, partiler vardır Batı’da, bizde de var. Hayır, bizde rejim kavgası var. Orada, ‘ülkeyi nasıl yönetelim’ diye mücadele ediyorlar. Bizde diyorlar ki; ‘ülkeyi, bozalım, yıkalım, yeniden kuralım.’ Kimi diyor ki; ‘İslami esaslara göre kuralım.’ Öbürü diyor ki; ‘biz kurucu unsuruz ona göre kuralım.’ Öbür taraf diyor ki; ‘kılına dokundurtmam.’ Bunlarla biz bir yere varamayız. Bu ülke sonunda, Serdari Baba'nın dediği gibi, ‘Akıbet dağılır ilimiz bizim’ dedi, Osmanlı döneminde dağıldı. Şimdi de dağılabilir. Osmanlı’da neler oldu, Allah aşkına. Selanik göz bebeğiydi, İzmir gibi bir yerdi, oraları kaybettiler. Yani nasıl olur? Olur. Allah korusun yani. Bence Türkiye’nin sağ duyusu, halkın sağ duyusu gene kurtarır da şu siyasi yapının düzelmesi lazım. Çünkü orada yapılan her şey aşağıda daha büyük akis buluyor. Bu halkın arasında büyük bir dert yokken ben şeyi de hatırlıyorum, Demokrat Parti - Vatan Cephesi. Radyoda hep isimler, isimler; o kadar cepheleştirmişlerdi ki CHP ve Demokrat Partililer kahvelerde birbirlerini vurur hale gelmişlerdi. Biz bu sefer sivil çözüm bulacağız. Askeri çözüm, olmaz, olmaz. Askeri çözümler mahvetti Türkiye’yi, mahvetti. Bu sefer sivil.”
Zülfü Livaneli, ‘Balıkçı ve Oğlu’ndan sonra yayınlanacak romanını da T24’te anlattı. Yaklaşık beş yıldır Abdülhamit üzerine çalıştığını anlatan Zülfü Livaneli, ‘iktidar’ kavramını işlediğini vurguladığı romanı yılbaşı gibi yayınlamayı planladığını sözlerine ekledi.
© Tüm hakları saklıdır.