Kültür-Sanat

Yıldıray Oğur: Türkiye, bu zamanların fikri ve siyasi darlığından çıktıkça Adalet Ağaoğlu'nun değerini daha iyi anlayacak 

15 Temmuz 2020 09:39

Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, 91 yaşında hayatını kaybeden Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden Adalet Ağaoğlu'nun ardından kaleme aldığı yazıda, "Türkiye, bu zamanların fikri ve siyasi darlığından çıktıkça onun değerini daha iyi anlayacak" düşüncesini dile getirdi. 

Oğur, "Romanlarının tepesinde demoklesin kılıcı sallanırken yeni romanlar yazdı.  Ülkedeki umutsuzluk, siyasi şiddetten kaçış romanı olan Yazsonu (1980), merceğini yükselen işadamı sınıfına çevirdiği Üç Beş Kişi (1984)  ve “Dar Zamanlar” serisinin üçüncü kitabı Hayır (1987). Ama artık sadece yazarak değil bir aktivist olarak da siyasetin içindeydi. Darbenin ardından yapılması gereken en acil ama en tehlikeli işlerin bir parçası olmaktan çekinmedi. Ayrınlar Dilekçesi’ni imzaladı, 1986’da İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Üstelik eşi Özal tarafından Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü yapan Türk ve Japon konsorsiyumunun genel sekreterliğine atanmışken..." ifadesini kullandı. 

Oğur yazısında şunları kaydetti: 

Bir taraftan da Kürt meselesi, savaş, fail-i meçhullerle ilgili her inisiyatife, düşünce suçuna karşı girişimlere destek veriyor, bu yüzden mahkemelerde yargılanmaktan çekinmiyordu. 90’larda rutin dışına çıkmış devlet politikalarına karşı öfkesini günlüğüne de yazmıştı: 

“Bosna'daki mezalim bizim Güneydoğu'muzdaki T.C. mezalimine eklenince, insanın insan olmaktan hoşnut kalabileceği anlık bir aralık bulamıyorum. Bosna'ya gitmeliyim; orada kendimi vurdurup cesedimi yaktırmalı, küllerimin de Tunceli'ye gönderilip savaş düşkünlerinin gözlerinin içine içine doldurulmasını sağlamalıyım. Bosna'ya gidecek aydınlar. Eğer bu hem din, hem savaşan ruhları tatmin için olacaksa kalsın varsın, kalsın, kalsın ...”

Ama 2005’de PKK altı yıllık çatışmasızlık döneminden sonra yine terör eylemlerine başlayınca, bu şiddete karşı mesafe almadığı için İHD’den istifa edip, kendi mahallesini karşısına alacak kadar da cesurdu:

“Derneğimizin kuruluşundan bu yana toplumumuzda insanlık haklarının korunması için duyarlı kaldım; toplum bilincinin bu yönde aydınlanması için elimden geleni yapmaya çalıştım. Derneğin çabaları da genel anlamda, "özellikle ülkemizin içbarışını büyük ölçüde zedeleyecek şoven-milliyetçi kışkırtıları cesaretlendirecek" bir tutum göstermediği kanısında oldum. Yazık ki bu kanım, İHD'nin İstanbul Başkanı Sayın Emil Galip Sandalcı'nın başkanlığından düşürüldüğü genel kurul toplantısında sarsılmıştır. O günden buyana İHD'nin esprisinde tek yanlı bir 'ırkçı milliyetçi' hak korunmasının belirli hale geldiği izlenimim silinmedi, arttı. Demek üyeliğinden çekilmemi, ülkemiz koşullarını gözönünde tutarak hep "Şimdi sırası değil, şimdi sırası değil!" görüşüm çerçevesinde geciktirdim. Ancak 200 aydınımızın imzasını taşıyan Kaygılıyız-Uyarıyoruz bildirisinde, İHD Başkanlığı'nın da imzası bulunduğu halde, kamuoyunun İHD'nin insan haklarına tek yanlı, etnik gruplar ağırlıklı olarak sahip çıktığı inancının değişmediği izlenimi edindim. Demek ki, etnik milliyetçilik kışkırtılarının, örnekse PKK terörünün yeniden iç barışı tehlikeye attığı bir zamanda dahi, İHD bu cesareti önleyecek yeterli gayreti gösterememiş bulunmakta. Kamuoyunda ülke barışı için olumlu bir fikir yaratamamış İHD'deki üyeliğinin sürmesini, tarihin şu zamanında artık 'mazur göremiyor' istifamın kabulünü diliyorum.”

2005’de ünlü Diyarbakır gezisinden önce Başbakan Erdoğan’la Kürt sorununun çözümü için görüşen heyetin içinde yer almaktan, 2006’da Hrant Dink tehdit edilirken ona destek için Agos’un önüne kadar gitmekten, 2007’de e-muhtıraya karşı çıkmaktan, 2008’de 27 Nisan muhtırasında tepki olarak ne derler diye düşünmeden Abdullah Gül’ün davetiyle Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyona katılmaktan da çekinmedi.

Bütün ömrünü resmi ideolojiyle, darbelerle, katı siyasi pozisyonlarla mücadeleyle geçirmiş bir entelektüel olarak AK Parti’nin demokratikleşme ve sivilleşme mücadelesine önyargısız destek vermesi de sürpriz değildi.

Bu yüzden 2010’da 12 Eylül referandumunda Evet’i aktif bir şekilde savundu, bu yüzden 71 yaşında katıldığı bir konferansta üzerine yumurta ve boya atıldı. 

Ama 2013’den sonra artan şiddette, AK Parti’nin Türkiye’yi demokratikleştirme ihtimaline verdiği bu destek yüzünden duyduğu pişmanlığı, ölümünden sonra bile onu tekmelemeye çalışan fikir yobazlarının ömürleri boyunca yapmaya cesaret edemeyeceği bir sertlikte ifade etmekten de çekinmedi.

91 yaşında bile, “keşke bu kadar çok yaşayıp, dünyanın bu halini görmeseydim” dediği son aylarında verdiği son röportajında kendi kendisini acımasızca eleştirmekten geri durmadı.

Türkiye ortalamasının çok üstünde bir fikri olgunluğa ve entelektüel ahlaka sahipti.  

Bu fikri olgunluğun ve entelektüel ahlakın kökeni hakkında 40’ıncı yaş gününde günlüğüne yazdığı satırlar bir fikir veriyor:

“Doğum günüm. Yaş 40. İşte böyle. Aile, bütün sevdiklerim öğle yemeğine geldiler. Babam her zamanki gibi 'mukaddes hediyesi'ni verdi. Annem nefis yün yelek yapmış . Güner, bugün genel provası olduğu için dün uğrayıp bana Maxime Rodinson'un Hazret-i Muhammet adlı kitabını armağan etmişti. Çok ilginç. İnsan sanki bir islam sosyalizmi olabilirmiş sanıyor. (Batı'nın Doğu bakışı.) Bir yanda Marcuse, bir yanda Maoizm. Bir yanda da Maxime Rodinson; Hepsinin üstünde ülkede türlü biçimde yorumlanan Marx ve her derde şifa Atatürk! Gramsci'nin ne zaman, nerde Gerçek her zaman devrimcidir, dediğini biliyorum. Bilginin de yaşamdaki yerini, karşılığını bulmak, bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek saymamak gerek.”

“Bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek saymamak.” 

Okununca kolay ama hayatta uygulanması çok zor bir prensip.

Aldanma, hata yapma, bu yüzden suçlanma, kalabalıkları karşına alma riski büyük, ama yalnız kalma pahasına da olsa, hatada ısrar etme, tarihin karanlık tarafında kalma riski yok. 

Adalet Hanım bu yüzden bir süre yolunun Adalet ve Kalkınma Partisi ile de kesişmesinden de yüksünmedi. Adalet ve Kalkınma Partisi, Adalet Hanım’ın uzun yıllar önce keşfettiği, üzerine romanlar yazdığı travmaların bir sonucuydu. Onun ümidi bu travmalardan, bir daha kimsenin benzer travmalara maruz kalmayacağı bir demokrasiye varılmasıydı. AK Parti ise bir süre gittiği bu yoldan sonra başka bilindik, denenmiş yollara sapmayı tercih etti. AK Parti, adaletten uzaklaştıkça, Adalet Hanım’dan da uzaklaştı. 2010’da geçmişle yüzleşme, hesaplaşma atmosferinde verdiği bir röportajda gençliğinde babasının hafız olmasından utandığını söylediğine bile 10 yıl sonra pişman oldu. Çünkü bu 10 yılda herkesin kendi geçmişiyle bu kadar derin bir yüzleşme yaşamadığı, bu özeleştirilerin yeni bir yer inşa etmek için değil, kadim kavgalara odun olarak atılmak üzere kullanıldığı ortaya çıkmıştı.

1996 yılında Sarıyer’de sahilde yürürken bir araba çarpması üzerine ağır yaralanarak, iki yıl hastanelerde tedavi gören Adalet Ağaoğlu için Can Yücel “Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın” demişti.

Gerçekten de bürokratik ve laik Ankara’da dindar ve varlıklı bir ailenin solcu yazar kızı olarak baştan ayrıksı başlayan serüveninde, entelektüel cesareti, olağanüstü kalemi, gözlem gücü, orta-üst sınıf olmanın getirdiği “Hayır” diyebilme konforuyla da birleşince Matrix hata vermiş ve ortaya hesapta olmayan güzel bir kaza çıkmıştı.

91 yıl sürse de dar zamanlarda yaşadı ama o dar zamanları genişletmek için romanlar yazdı, siyasi pozisyonlar aldı. 

Türkiye, bu zamanların fikri ve siyasi darlığından çıktıkça onun değerini daha iyi anlayacaktır.

Yazının devamı için tıklayın