Eğitim

"Yerli ve milli akademisyen" için ABD'den bir görüş: Vatandaş gümüş ve bakır akademisyen farkını biliyor

ABD'de South Dakota Eyalet Üniversitesi'nden Yrd. Doç. Evren Çelik Wiltse, YÖK'ün doçenlik sınavı kararını değerlendirdi

16 Ocak 2018 03:19

“Yerli ve milli” akademisyen tartışmaları sürereken ABD’de South Dakota Eyalet Üniversitesi’nde görev yapan Yrd. Doç. Dr. Evren Çelik Wiltse, Türkiye’deki mevcut akademik yapı üzerine YÖK istatistiklerini değerlendirmede bulundu. Wiltse, YÖK’ün birbirinden kalite açısından son derece farklı 200’e yakın kurumu aynı kurallar çerçevesinde yönetmeye çalışmasının bir sorun olduğunu ifade etti.

“Türkiye’de toplam 183 üniversitede (112 devlet, 65’i vakıf) araştırma görevlisinden profesöre kadar, yaklaşık 150 bin kişilik bir akademik kadro var, yüksek öğretimde genellikle YÖK tarafından gerçekleştirilen her türlü düzenleme, reform veya değişiklik, işte bu 150 bin kişilik akademik camiayı doğrudan etkiliyor” diyen  Evren Çelik Wiltse bazı genel prensipler üzerine şu değerlendirmede bulundu:

“Herhangi bir sektörde eğer kaliteyi hedeflerseniz, kriterleri zorlaştırırsınız. Çıtayı yükseltirsiniz ki, daha iyi eleman seçebilin. Daha iyi, daha kalifiye elemanlarla kurumunuz da daha fazla yükselir. Hem çıtayı düşürüp hem de daha iyi, daha başarılı veya daha kaliteli olmak mümkün değildir. 

Kanaatimce YÖK son kararında bu nicelik baskısına boyun eğip genel kriterlerde bazı yumuşamalar yaptı. Dil çıtasının indirilmesi ile birlikte, akademik personel olmak için heveskar aday sayısı artacaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gerek husus, üniversitelerin ciddi anlamda söz hakkının olması. Siz kurum olarak kaliteye öncelik veriyorsanız, kriterleri yükseltme konusunda YÖK size engel değil. Bilakis diyor ki buyurun yükseltin, bunlar sadece taban şartlar. 

Burada bir diğer önemli nokta, tüm bu akademik kriter pazarlıkları ne olursa olsun, halkın gözünde zaten kaliteli okullara olan teveccühün fazla olmasıdır. Dil puanı 55-65 çok da önemli değil aslında. İyi ve kaliteli okullar, yine en başarılı öğrenciler tarafından tercih ediliyor. Yani vatandaş gümüş ve bakır akademisyen arasındaki farkı biliyor. Tercihlerini de buna göre yapıyor. Puanı yeten, pek tabii gümüş dururken bakıra koşmuyor.” 

Nicelik ve nitelik


“Nicelik ve niteliği aynı anda sağlamak oldukça zordur. Yani aynı anda hem niteliği hem niceliği arttıramazsınız. Birine öncelik vermeniz gerek. Diyelim bir şehrin elektrik dağıtım tesisatını yenileyeceksiniz, iletken metal ihtiyacınız var. Bu ihtiyacı gümüş veya bakır ile giderebilirsiniz, her ikisi de iletken. Gönül tüm şehre gümüş kablo çekmek ister ama, bakarsınız, çok pahalı. Mecbur bakırdan döşersiniz kabloları.”

Türkiye’de üniversitelerin gelişimine baktığınızda ne görüyorsunuz? 

1960’lara kadar 10-15 üniversite olduğunu görüyoruz, ki bunların hemen tamamı İstanbul ve Ankara’dadır. Sonra 1970’lerde nispeten büyük şehirlerde çok sayıda üniversite açıldığını görüyoruz, ki bunlar halen oldukça büyük ve yerleşik kurumlardır: Eskişehir, Çukurova, Selçuk, Cumhuriyet üniversiteleri gibi. Tekrar 1990’larda devlet üniversitelerinde hızlı bir artış yaşanıyor, yaklaşık 20 üniversite açılıyor 1992’de. 2006’dan sonra ise adeta üniversitesiz şehir kalmasın diye uğraşılıyor ve nitekim devlet üniversiteleri toplamda yüzün üzerine çıkıyor. 

Özel üniversiteler de malum 1980’lerde ilk Bilkent ile başlayarak bugün 60 taneyi geçmiş durumda. 

Devlet üniversitelerine bakarsak, 15-20 üniversiteden 110 üniversiteye 20-30 yılda çıkıldığında ister istemez kaliteli eleman açığı doğuyor. Keşke her yere Boğaziçi veya Ankara Üniversitesi hocalarını klonlayıp dağıtabilsek. Ama mümkün değil. Hızla 20 üniversitenin 80 üniversiteyi dolduracak kadar hoca yetiştirmesi mümkün değil. Tıpkı iletken örneğindeki gibi, her şehre çok kaliteli gümüş kablo çekemiyoruz. Bu durumda yetişmiş akademik personel açığını karşılamak için devlet iki yola başvuruyor: yurt dışından ithalat, ve içerideki üretimi hızlandırmak. 

Ne yazık ki bu iki yöntemde de sorun yaşanıyor. Belki her yere gümüş akademisyen yerleştirilmek isteniyor ama ne yazık ki sonuçlara baktığımızda, yaygın akademik malzemenin bakır olduğunu görüyoruz. 

İçerideki akademisyen üretimi nasıl?

Son yıllarda yapılan tezler tarandığında, ki bunların tam metinleri YÖK’te mevcut, yaklaşık yüzde 30 ile yüzde 40’ının büyük oranda intihal olduğu ortaya çıkıyor. Yani bu demek ki bu tezleri yazanlar akademik hırsız. Fikir hırsızlığı yaparak, başkalarının eserlerinden atıf vermeden kopyalama ile doktor olanlar en az üçte bir oranında. Daha akademik kariyerlerinin ilk basamağında hırsızlığa tenezzül etmiş bu insanlarla ne kadar kaliteli bir eğitim verebilirsiniz? Hırsızlığın yanı sıra akademik açıdan tamamen yetersiz, saçma sapan, içindekiler kısmı ve indeksten oluşan tez rezaletleri de yakın zamanda ortaya serildi. 

Doktora tezi, alanına özgün katkıda bulunan bir eser demektir. Bunun için yeterli araştırma ve kütüphane altyapısına, bilgi ve metot birikimine ve danışman desteğine ihtiyaç vardır. Bu gerekli şartlar olmadan en zeki öğrenci de olsa, doktora tezi değerinde bir eser üretemez. İşte tam da bu nedenle, doktora programları sadece büyük ve donanımlı üniversitelerin harcıdır. 

Şu anda YÖK rakamlarına göre yaklaşık 45 bin araştırma görevlisi var. İntihal rakamlarında bir iyileşme olmazsa, bu grubun da yaklaşık üçte birinin intihalcilikle akademik camiada statü sahibi olması ürküntü verici. 

İntihallerin önüne nasıl geçilir? 

Yapılacak en sağlıklı işlem, intihali tespit eden bilgisayar programları  (Turnitin gibi) vasıtasıyla mevcut tezlerin taranmasıdır. Çünkü şimdiye kadar intihal yapanlara hiçbir yaptırım uygulanmaması, yeni intihalcileri teşvik etmektedir. Etik kurullar vasıtasıyla hak edilmeden alınılmış dereceler iptal edilirse, akademi büyük bir musibetten kurtulur ve kalite adına çok önemli bir adım atılmış olur. 

Peki, yurt dışına giden burslu öğrenciler akademisyen açığını kapatmaya yetiyor mu? 

Yurt dışına gidenlerde de envai çeşit sorun yaşanıyor. Gidip bitiremeyenler, bitirip dönmeyenler, dönüp yerini beğenmeyenler, dönüp kurumlarına kendilerini  beğendiremeyenler derken, yurtdışında tahsil görüp mutlu sona ulaşanların sayısı neredeyse yok denecek kadar azalıyor. Bu nedenle bu yöntem de kaliteli akademisyen açığını kapatmaya, her şehre ‘gümüş’ akademisyenler yerleştirmeye yetmiyor.  

Yabancı dil şartı 

“Yabacı dil tartışmaları ne yazık ki asla sonu gelmez bir gayya kuyusuna döndü. Kimse ikna olmuyor, sadece karşılıklı suçlama ve bağrışma var. Verilere bakarak bir sorun tespiti ve çözüm önerisi sunanlar yok gibi. Veya sesleri duyulmuyor. 

Türkiye’nin 150 bin kişilik akademisyen kadrosu, bu ülkenin en okumuş, en aydın ve bilgili kesimi. Ancak sorunlarımıza rasyonel çözüm önerileri getirmek yerine sorunu yok sayma veya bay-pas etme çabaları galip geliyor ne yazık ki. Oysa soru şu olmalıydı: 

Biz 80 milyonluk bir ülke olarak neden çocuklarımıza dil öğretemiyoruz? Sayılı 3-5 eğitim kurumunun dışında senelerce çocuklarımız yabancı dil diye mücadele veriyor. Her hafta ders, sınav, özel kurs... Sonuç, o dilde kendisi ile ilgili beş cümle kuramayan üniversite öğrencileri... Arapça’dan Farsça’ya, İngilizce’den Almancaya, hangi dil olursa olsun, herkesin bir kabus hikayesi var. ‘Okulda beş sene okuduk, e-posta bile yazamam, beş yıl kursa girdim, turist yol sorsa cevap veremiyorum, vs... ‘

Neden bu dil şartı var yerine, neden biz bunca emek ve zaman harcamamıza rağmen dil öğrenemiyoruz, diye sormalıydık. Yabancı dil modern toplumun bir gereği. Sokaktaki Hintli, Meksikalı, Yunan, Güney Koreli, Azeri sorduğunuzda en az bir dil daha biliyor. Bu şartı kaldırmakla kendimize ve topluma iyilik yapmış olmuyoruz. 

Akademik camiada hangi alanda olursanız olun, güzel sanatlardan veterinerliğe, ekonomiden ilahiyata, dünyada sizin alanınızda ne olup bittiğini bilmeden iyi hoca olamazsınız. Üniversite hocasını lise veya diğer okullardaki öğretmenlikten ayırt eden en önemli özellik, üniversite hocasının ders verirken aynı zamanda bilime de katkıda bulunması, bilim üretmesidir. O alanda ne yazılıp çizildiğini bilmeden alana nasıl katkıda bulunabilirsiniz ki?” 

Farklılaşmaya izin verilmemesi


“Türkiye’de mevcut akademik yapının bir büyük sorunu da, her yüksek öğrenim kurumuna üniversite denmesi ve kategorik olarak birbirinin eşi sayılmasıdır. Böylece 200’e yakın eski yeni, küçük büyük her kurumu aynı şekilde yönetmeye çalışıyoruz. Ama tek ceket her bedene uymuyor. Örneğin her kurum doktora eğitimi verecek çapta değil. Olması da gerekmez. Her kurumda her fakülte veya bölüm olması da gerekmez. 

Üniversiteler arasında kısmi farklılaşmaya izin verilmesi, sistemi fazlasıyla rahatlatacaktır. Nitekim bunun örnekleri kısıtlı da olsa var artık. Ancak bu uygulama artmalı. Bazı üniversiteler lisans eğitimi yerine yüksek lisans ve doktora eğitimine yoğunlaşabilir. Bazıları tıp ve diğer uygulamalı sağlık alanlarında uzmanlaşabilir. Tıp ağırlıklı kurumlara adeta üvey evlat gibi sosyal bilimler veya başka fakülteler monte etmenin bir anlamı yok. Sosyal bilimler veya mühendislik alanında güçlü okullara prestij olsun diye illa hukuk veya tıp fakültesi açmanın da bir anlamı yok. Bırakınız herkes iyi olduğu işi yapsın.” 

Hakkaniyet konusu 

“Yaptığımız her değişikliğin bir toplumsal maliyeti var. 150 bin kişilik akademik camiada hak etmeden verilen her kadro, hak eden birilerini dışarıda bırakıyor. Bunu unutmamak gerek. Çıtayı ne kadar aşağı çekerseniz, o kadar kifayetsiz ancak muhteris insana yol verirsiniz. Bunun da karşılığı, akademide düşen nitelik, ve Türkiye’den uzaklaşan kaliteli öğrencilerdir. 

Bugün yaklaşık 1600 dekan var Türkiye’de. Yöneticilik prensiplerine bakarsanız, iyi yöneticiler, kendilerinden daha başarılı personeli işe alan yöneticilerdir. Bunlar başarılı elemanları tehdit olarak görmezler. Çıtayı sürekli yükselterek kurumlarının kalitesini yükseltmeye çalışırlar. Dekanların kalite konusunda yetki ve sorumluluğu çok fazla. 

Esasen YÖK bazı genel çerçeveleri çiziyor ama seçim hakkı yine kurumların kendilerinde. Kaliteye ve başarıya önem veren akademik kurumlar çıtayı yüksek tutup alabilecekleri en iyi elemanları almaya çalışacaktır. Ancak eğitimde kaliteden farklı amaçları olan kurumlar, gözlerine kestirdikleri adaylara göre kılıf biçecek, çıtayı onlara göre indirdikçe indirecektir. 

Konu hakkaniyet olunca, sözü hakkı yenilen kadınlara getirmeden geçemiyorum. 150 bin kişilik akademik camianın yüzde 40 kadarı kadın. Tüm profesörlerin yaklaşık yüzde 30’u kadın. (22 bin profesörden yaklaşık 7000’i kadın, 15 bin erkek) Baktığımızda, akademi aslında kadınların son derece aktif ve yetkin oldukları bir camia. Ancak ne yazık ki özellikle idareci pozisyonlarında kadınların nerdeyse esamesi okunmuyor. Devlet üniversitelerinde rektörlerin yüzde 97’den fazlası erkek. Eğer tamamen hakkaniyetli bir iş bölümü olsaydı, kadınların oranının yüzde 30’a yaklaşması gerekirdi, çünkü en üst derecedeki kadın akademisyenlerin oranı yüzde 30’un da üzerinde. Oysa rakamlar kadınların yönetim seviyesinden alenen dışlandığını gösteriyor. Dekan ve Bölüm başkanlığı düzeylerinde de durum iç açıcı değil. 

Kaliteye önem veren kurumlar, eleman alımlarında ve yükseltmelerde kim olduğunuza değil, işi en iyi kimin yapacağına bakarlar. Nitekim ABD’nin en müstesna üniversitelerinden Massachusetts Institute of Technology (MIT), yakın zamanda ODTÜ mezunu bir kadın akademisyeni Elektronik ve Bilgisayar Mühendisliği Bölümü başkanı yaptı. Bu bölüm MIT’deki en büyük bölüm. Sadece öğretim üyesi sayısı 100’den fazla. 2000’e yakın öğrencisi var ve her yıl neredeyse 100 öğrenciyi doktora derecesi ile mezun ediyor. Düşünün, ABD’nin en iyi üniversitesinin en zor ve en prestijli bölümünde Türkiye’den bir kadın Bölüm Başkanı olabiliyor. Peki ya Türkiye’deki üniversiteler? Kaçında kadın bölüm başkanı, dekan veya rektör var?” 

Evren Çelik Wiltse kimdir? 

Lisans ve yüksek lisans eğitimini siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladı. Aynı alanda ABD'de, Massachusetts Üniversitesi’nde doktarasını yaptı. Doktorada dil şartı nedeniyle iki yıl İspanyolca ders aldı, tezi için Meksika'da saha araştırması yaptı. Yaklaşık altı yıl asistan ve yardımcı doçent olarak Ankara'da çalıştıktan sonra eş durumundan tekrar ABD’ye taşındı. 

2012'den beri  yardımcı doçent olarak South Dakota Eyalet Üniversitesi’nde çalışıyor. Uluslararası İlişkilerde Güncel Sorunlar, Kalkınma ve Demokrasi, Latin Amerika Siyaseti gibi dersler veriyor. Türkiye ve Meksika'nın kalkınma ve demokratikleşme süreçlerini karşılaştırdığı kitabı 2015 yazında İngiltere'de yayınlandı. Diğer yayınları hakemli makaleler ve kitap bölümlerinden oluşuyor. Bu yıl doçentlik başvurusuna hak kazanarak evraklarını üniversitesine teslim etti. Süreç devam ediyor.