Magazin

Yavruları ölünce depresyona giren köpeği sahiplenen Ezgi Mola: Sahibi bile diyemeyeceğim ciğersiz...

"15 yaşında çalışmaya da başladım, hayat, beni biraz oraya itti"

12 Ağustos 2018 11:06

Yavruları ölünce depresyona giren köpeği evlat edinen oyuncu Ezgi Mola,  Altında ölü yavruları vardı. "Çok kötü durumdaydı. Sahibi bile diyemeyeceğim ciğersiz, “İki-üç yıldır benimleydi, kaç yaşında bilmiyorum!” demiş. Umurunda değil yani, mal gibi atmış! Pislik! Artık nasıl travmalar yaşamak zorunda kaldıysa, her şeyden aşırı korkuyordu" dedi. 

Hürriyet'ten Ayşe Arman'a konuşan Mola,  "15 yaşında çalışmaya da başladım. Hayat, beni biraz oraya itti. Evet, sevdiğim işi yapıyordum ama hali vakti çok yerinde bir ailenin çocuğu da değildim..." diye konuştu. 

Mola'nın söyleşisi şöyle: 

Var ya hepimizi ihya ettin... Yavruları yanında ölmüş, depresyona girmiş, kimsenin istemediği, yemek yemeyi bile reddeden bir anne köpeği evlat edindin. Üşenmedin, gittin aldın. Helal olsun sana! Hadi bize o köpeğin hikâyesini anlat...

- İnsanlar, hayvanları çok sevdiğimi bildikleri için sokağa atılmış, yardıma muhtaç, sahipsiz köpekleri bana haber veriyorlar. Ben de Instagram’da elimden geldiğince duyurmaya çalışıyorum. Belki birileri alır diye. Ve inanır mısın, hep güzel kalpli insanlardan geri dönüş aldım. Yurtdışından bile benden görüp köpek sahiplenenler oldu. En son bu köpeğin fotoğrafını attılar bana. Çok fena oldum görünce. Altında ölü yavruları vardı. Çok kötü durumdaydı. Sahibi bile diyemeyeceğim ciğersiz, “İki-üç yıldır benimleydi, kaç yaşında bilmiyorum!” demiş. Umurunda değil yani, mal gibi atmış! Pislik! Artık nasıl travmalar yaşamak zorunda kaldıysa, her şeyden aşırı korkuyordu.

Bu kadar komik olmak, doğuştan gelen bir şey mi? Çocukken de böyle miydin?

- Bela bir çocuktum ben. Belki de evdeki huzursuzluktan öyleydim.

Ne zaman ayrıldı annen ve baban?

- 20 yıl önce. Ben 15 yaşındayken. Dolayısıyla küçükken hep, “Bu iki insan birbirini sevmiyor, keşke yan yana olmasalar” dediğimi çok hatırlıyorum. Ve tüm bunlar yüzünden küçükken bende bir şiddet enerjisi vardı.

Nasıl yani?

- Yerinde duramayan hiperaktif bir çocuk. Her şeyim şiddetliydi. Şakam da... Hırsız-polis oynarken mesela, birini itiyordum yanlışlıkla ama biraz güçlü itiyordum, çocuk hastaneye filan kaldırılıyordu. Bir de hep iri bir çocuktum. Elimin ayarı yoktu. Öğretmenler benim yüzümden yere düşüyor, insanlar merdivenlerden yuvarlanıyordu. Hani böyle talihsiz çocuklar vardır ya, gerçekten istemeden her şeyi mahvederler. Öyle bir çocuktum. Bir şeylere kanalize olmaya çalışan bir çocuk... Liseye başlarken dedim ki, “Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne gitmek istiyorum!” Kayıt olmaya sırtımda gitarla gittim ama “Ben tiyatroya yazılmak istiyorum!” diyerek çıktım. O yapı o kadar etkiledi beni.

Sonra?

- Sonra hep öyle devam etti. 15 yaşında çalışmaya da başladım. Hayat, beni biraz oraya itti. Evet, sevdiğim işi yapıyordum ama hali vakti çok yerinde bir ailenin çocuğu da değildim...

18’inde iyi para kazanıp evi geçindirecek durumda mıydın?

- İyi para kazanmak diyemeyiz ama evimizin mutfak alışverişini yapabilecek durumdaydım. Çünkü eve yiyecek alamadığımız zamanlar da oluyordu.

Oyunculuğun nesi seni büyüledi?

- Ben sürekli kendinden şüphe duyan bir insanım. Oyunculuk şu hayatta, fena olmadığımı düşündüğüm nadir şeylerden biri. Kendimden şüpheye düşmeyebiliyorum. O kadar severek yapıyorum...

Hocaların hep çok yetenekli olduğunu söyledi mi sana?

- “Bu sınıfta, bu işi meslek olarak yapabilecek insanların başında geliyorsun Ezgi!” diyorlardı. Ama hep ekliyorlardı, “Fiziğine dikkat etmen lazım! Kilo vermen lazım...”

Sen, öfkesini yiyerek çıkaranlardan mısın?

- Hem de nasıl. Hâlâ öyle. Öfkemi, kızgınlığımı, kırgınlığımı, acımı... Ben mutsuzsam, karnım tok olsa bile dolabı açıp, “Kim takar tokluğu. Yerim var! Ne yesem” diye bakardım. Hep tombiktim. Yağız bir evlattım. Toraman bir çocuktum. Hep şu lafı duydum: “Çok iyisin ama...” Ya da “Yüzün ne kadar güzel ama...”

Şu anda hayatının en zayıf döneminde misin?

- Evet, bu ilkokul kilom! Kod adım 59! Valla 74’ten bu kiloya inmiş biri olarak kendimi çok iyi hissettiğimi söylemem gerekiyor. Hafiflemiş olmak, bir kere sağlığıma iyi geliyor. Artık zıplayarak yürüyorum...

Nasıl verdin peki?

- Yemeyince veriyorsun! Ama yemeyince derken, aç kalınca değil. Yemek istediğin şeyi yemeyince, onun yerine başka bir şey koyunca...

Neden sevgilin yok? Vaktin mi yok, kafana göre adam mı yok?

- İkisi de değil. Benim de sevgilim oluyor ama kimse bilmiyor...

E pek niye gizli yaşaman gerekiyor?

- Gizli yaşamıyorum, sadece görmüyorlar. Yan yana olduğum da çok oldu ama görmüyorlar.

Belki de onu ‘sevgilim’ diye takdim etmeye layık bulmuyorsundur, olabilir mi?

- Layık görmemek değil de... Her şeyinden emin olayım da sonra insanlar görsün diyorum...

Ama emin olana kadar da ilişki mi bitiyor...

- Galiba öyle oluyor. Zaten bir şeylerden tam emin olursam, sevgiliyi de görürsünüz, çocuğu da...

Nasıl bir adam keser seni?

- Vasıflı!

Nasıl yani?

- Her şeyiyle vasıflı. Bir de yaptığı işe hayranlık duymak istiyorum...

Ama senin de çıtan çok yüksek...

- Yok ya. Paşa çocuğu değil, ayakları üzerinde duran, sağlam, kendinden emin bir erkek istiyorum. Hayattaki, ‘tutucu bağları’yla göbek bağını kesmiş bir birey istiyorum. Çünkü ben, bunu yapabildiğime inanıyorum. İnsanın özgürleşme süreci, olgunlaşmayla başlıyor. Olgunlaşabilmek için de, hayatta tek başına var olabilmen gerekiyor. Böyle bir insanın kompleksleri olmaz. Kendini sever. Hatalarıyla da sevaplarıyla da yüzleşir. “Yaptım, olmadı” demeyi becerir. Benim de her yaptığım iyi değil, başarısızlıklarım da var, yenilgilerim de. Ama bu cümleleri kurabiliyorum ben. Kuramayan adamlar istemiyorum.

Kendini seksi buluyor musun?

- Buluyorum.

En sevdiğin yemek?

- Kıymalı patates, turşu, yoğurt...

Bir haftada en çok kaç kilo alabilirsin?

- Aaa uzmanlık alanım, dört-beşi zorlarım!

Ne kadar verebilirsin?

- Yine dört-beşi zorlarım!

“Ulan bir bıraksam kendimi de, her şeyi yesem!” dediğin oluyor mu?

- Zaten hep öyle yaptım. Canım istediğimde, canımın istediğini yedim. Ben ‘uyuryer’im biliyor musun!

Nasıl yani?

- ‘Uyurgezer’in, ‘uyuryer’ versiyonu. Bir gün uyandığımda, kendimi şöyle buldum: Salonun ortasında yerde yatıyorum, elimde bir kupa var. Kupanın içindeki son çikolata kalıntılarından anladım ki... Çikolatalı süt yapmışım. Yani süte, çikolata karıştırıp içmişim! Bakar mısın? Yapılacak iş mi?

Peki ‘Esas Kız’ olabilmek için zayıf mı olmak gerekiyor? Onlardan daha iyi oynadığını gördüğün ama zayıf olmadığın için o rolü alamadığın ve sinir yaptığın oldumu?

- Bir dönem oldu. Sonra denedim de esas kız olmayı. Ve gördüm ki, bu esas kızlık, çok da esaslı bir şey değilmiş. Öyle duruyor, gözlerini dolduruyor ve bakıyor. “Bunu, oyuncu olmayan biri de yapabilir galiba. Ben biraz daha oynayabileceğim rollerde olmak istiyorum!” dedim.

Hakkındaki bütün röportajları, sözlükleri, yorumları okudum... Önce çok çok seviliyorsun, parlatılıyorsun, yere göğe koyamıyorlar seni, sonra günün birinde iki milyon takipçiyi geçince, linç etmeye başlıyorlar... Ne iş?

- (Gülüyor) “Bunu da bir şey sanıyor!” diyorlar di’ mi? Çok normal. O, arkada, daha küçük rollerde gördükleri kızı sevmeyi seviyorlar. Çünkü o, onların keşfi oluyor. Ama o, küçük kız, herkesin keşfettiği biri olduğunda sinir oluyorlar, “Aman canım, bu geri zekâlının da bir tarafı kalktı!” diyorlar.

Üzülüyor musun peki “Ezgi Mola ‘mış’ gibi yapıyor, aslında samimiyetsiz!” diyenlere?

- Yok ya. İnanamamış bana. Olabilir. Ne kendimde suç buluyorum ne onda. Herkes herkesi sevecek diye bir şey yok.