Yaşam

Ünsal Oskay'ın anısına; postacının ikinci ölümü...

'Türkiye’ye nereye gideceğinin, neler yaşayacağının, ne hallere düşeceğinin haberini verecek bir 'kâhin'e adeta 'erken doğum' yapmıştı Ünsal Hoca...'

18 Ekim 2013 20:11

Tayfun Atay

                                                                    Ünsal Hoca'nın anısına
Ünsal Hoca’yı ben doçentlik tez çalışması olarak hazırladığı Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleribaşlıklı çığır açıcı kitabıyla tanıdım. Kitap “çığır açıcı”ydı, çünkü basıldığında (1982) Türkiye onun içindekileri alımlama imkânı sunan bir çağa girmemişti daha. Ülkede bugün kitle iletişiminin, daha doğrusu kitle kültürünün şahikasını oluşturan televizyon, devlet elinde bir “doktrinasyon” aracı olmaktan öteye geçmemişti henüz. Televizyonun endüstriyelleşmediği bir dönemde yazıldığı için, kitap, hayatımızın içinde ne olup bittiğini anlama yolunda temel bir referans kaynağı durumunda değildi o yıllarda. Türkiye’ye nereye gideceğinin, neler yaşayacağının, ne hallere düşeceğinin haberini verecek bir “kâhin”e adeta “erken doğum” yapmıştı Ünsal Hoca...

Yine de uzun, ama sular-seller gibi akan cümleleri ve hacimli paragrafları ilk bakışta nüfuz edilemez görünse de birazcık ısrar ve sabırla okuma sürdürüldüğünde bir define avcısının toprağı kazıp hazineye erişmesindeki heyecan ve lezzeti almamak mümkün değildi kitaptan... Ünsal Hoca Adorno, Benjamin, Huizinga, McLuhan, Veblen gibi Türkiye gündemine o dönemde çok düşmemiş düşünürleri Marx, Engels, Lenin gibi dönemin gözde siyasal-düşünsel kılavuzlarıyla etkileşime sokuyor, buradan kuramsal bireşimlere varıyordu. Türkiye’de vakit, Hoca’ya kulak vermek için henüz erkendi belki, ama benim popüler kültür, kitle kültürü üzerine bir antropoloji öğrencisi olarak ilk düşünmeye başlamam bu kitap sayesinde oldu.

Sonra Türkiye, “kültür endüstrisi”yle tanıştı. Özel televizyonların 1990’ların başından itibaren çığ gibi patladığı ve hayatın ekrana sıkıştığı bu dönemde Ünsal Hoca’nın sözünü ettiği düşünce erbabının, onların önemli bir kısmının içinde yer aldığı Frankfurt Okulu Çevresi’nin, bu çevreyle özdeş “Eleştirel Kuram”ın izini sürenler için muazzam bir iletişim sosyolojisi laboratuvarı haline geldi Türkiye. Ünsal Hoca’nın kamusal tanınması da bu döneme rastladı. On yıllardır “akademya” bünyesinde yazdığı-çevirdiği kitaplar, kendisinin boyunu aşmış adam, “medya”da boy atmış oldu böylece. Açık oturumlarda, söyleşilerde, belgesellerde izler olduk yıllar yılı yazdıklarını okuduğumuz Hocamızı...

Ama Ünsal Hoca, bu endüstriyel işleyişin, entelektüel kaygıların giderek sıfırlanıp eğlence taşkınlığının ise sınırsızlaştığı akışına karşı hep sorgulayıcı, hep eleştirel ve hep öfkeli olmayı sürdürdü. Amerikalı iletişim kuramcısı Neil Postman’ın 1950’lerden itibaren Amerika’da televizyon dolayımıyla yaşananlardan duyduğu azapla kaleme aldığı Televizyon: Öldüren Eğlence (Ayrıntı Yayınları, 2004) adlı başyapıtında anlattıklarını 1990’lar ve 2000’ler Türkiye’sinde dillendirmek Ünsal Hoca’ya düştü.

Postman öldüğünde Milliyet gazetesi için çıkardığımız haftalık Popüler Kültür ekinde Ünsal Hoca’yla birlikte çalışmaktaydık. Ben iç sayfada, ölümü üzerine kaleme aldığım yazıda Postman’ın her şey hakkında fikir değil görüntü üretilen, siyasetten dine, sanattan eğitime, acıdan dehşete ve şiddetten aşka kadar her şeyin “eğlencelik” olarak sunulduğu medya-kültürel hayata vurgusuna atıfta bulunuyordum. Arka sayfada ise Ünsal Hoca, sırtını ticarete dayayan “kampanya aşkları”ndan, aşkın yarışmacı yaşamda araçsallaşmasından ve pazarda dolaşım sürecine sokulmuş bir meta olmasından söz ediyordu.

Ünsal Hoca, ekonomik, politik, toplumsal, kültürel, hukuksal ve ahlâksal bakımdan “medya-magazinel” bir savrulma içindeki bu ülkenin halipürmelâlini erken haber veren “Postacı (Postman)”mızdı bizim. Ne hazin bir tesadüf ki T24’'teki ilk yazım, onun kaybına dair oldu. Çok acı bir başlangıç: Milliyet Popüler Kültür’de Postman’ın ölüm yazısını yazarken yanımda olan “Yerli Postacı”nın şimdi T24’'te ölüm yazısını yazıyorum Heyhat, gerçekten de postacı kapıyı iki kere çalarmış!..

Ünsal Hoca’yla okulda, sınıfta hoca-öğrenci ilişkisine girmek ne yazık ki nasip olmadı bana. Ama onunla, bir antropolog olarak, Can Dündar’ın yönettiği ve NTV’de aylık olarak 11 bölüm halinde yayınlanan 4. Nesil adlı belgeselde bir yılı aşkın süre birlikte çalışma imkânı buldum. İkimizin de danışman olarak katkıda bulunduğu ve Türkiye’nin geç-Osmanlı döneminden bugüne, yaşadığı kültürel değişimin kuşaklar boyunca, gündelik hayat tecrübesi bağlamında izini süren bu belgesel için Can’ın bürosunda bir araya geldik hep. Bir seminer havasında geçen bu eşsiz buluşmalarda ben Ünsal Oskay’ın öğrencisi olma mutluluğuna ve onuruna eriştiğimi söyleyebilirim. Emekleri için şükran borçluyum ve ona lâyık olmaya çalışmak bir namus sözü benim için...

Ünsal Hoca’nın ölümü, hayli anlamlı bir döneme rastladı. Yeni bir gazeteciliğin gün dönümünde, medyanın artık magazinelleşmekten öte pornografikleştiği bir alacakaranlıkta ayrıldı aramızdan. İsabet oldu diyecek halim yok tabii, ama böyle bir “alacakaranlık kuşağı”nda Ünsal Hoca gibilere de ancak “tarih olmak” yakışırdı; öyle de oldu zaten. On yıllara dayanan zihin ve yürek emeğiyle ürettiği, Türkiye’nin bugünlerine yüzyıllar sonra da ışık tutacak yapıtlarıyla bir “tarihsel abide” artık o...

Evet, yeni bir dönemdeyiz. Ünsal Hoca’nın tarih, mastürbasyon şovunda orgazm fışkırığı atan kadını yazan gazetecinin ise var olduğu bir dönemde... Gidene “Rûhun şâd olsun” diyelim. Gelene de “fikrinle değilse de fışkınla var ol” diyelim. “Fışkı ve dışkı tarlaya gübredir” deyişinden hareketle...

Son söz, tabii ki her zaman olduğu gibi Hoca’nın (fışkıcılara ithafen):

“Cinsellik sistemin bir mamulü olarak yaşanıyor. Giyim kuşamımızdan, en özgür yanımız olan cinselliğimize kadar her şey, sistemin kendini yeniden üretmesi için düzenlenen, imal edilen, dolaşıma sokulan bir şey. Bütün bunlarla yaşanan cinsellik, kastrasyonun aracı. Hadım oluyoruz!” (Panzehir, Sayı: 1, Aralık 2004).

( Bu yazı ilk kez 18 Ekim 2009'da T24'te yayımlanmıştır)