Medya

Ümit Kıvanç: ''Evet'' kampanyası neden kof ve çürük?

“AKP’nin şimdiye kadarki propaganda pratiğinden beklenmeyecek ölçüde dandik”

05 Mart 2017 22:08

*Ümit Kıvanç

Maruzat belirterek başlayacağım, değerli okurlar:

Post-modern dağınıklık, bütünsüzlük kültürünü sindirememiş kuşaklardan, bizim gibilerin ABD’de olan biteni anlaması, idrak etmesi zor. Saçmasapan bir aday başkan seçildi; faşistleri, ırkçıları, gerici, tutucu, bilumum uğursuz zevatı Beyaz Saray’a ve etrafına doldurdu; bu sağcı kadronun özellikle Rusya düşmanı olması beklenirken, başkanlık seçimine Rusya’nın bir şekilde müdahale ettiği ve bu ekibin kazanması için birtakım dijital-sanal oyunlar çevirdiği iddiaları ortaya atıldı; bilahare, Donald Trump’ın ekibindeki herkesin tek tek Rusya ile birtakım uygunsuz münasebetleri ortaya dökülmeye başladı. Ulusal Güvenlik Danışmanı istifa etti - ki, istifasına yolaçan, gizlediği görüşmeleri bizzat müstakbel başkan Trump’ın isteğiyle yapmış olması ihtimali var. Ardından, adalet bakanı yapılan şahsın da Rusya büyükelçisiyle iki defa görüştüğü ve bunları gizlediği anlaşıldı. Rusya büyükelçisiyle Trump’ın damadı da görüşmüş. Washington gazetecileri, “sanırım görüşmeyen sadece benim” tweet’leri atıyorlar.

Bunlar hakkında toplayabildiğim kadar bilgi toplayayım, sizlere aktarayım, diyorum, birden kendimi iki yanındaki evlerin delik deşik olduğu, harabeye dönmüş bir sokakta buluyorum. Gece karanlığında, uykuya teslim olmak üzere, düşen başını hırsla sallayarak gözlerini açmaya çabalayan bir genç adam görüyorum. Elinde taş. Sokak köpekleri gelip annesinin cesedini parçalamasın diye bekliyor. Nöbette. Kadın vurulmuş, çoktan can vermiş, öyle yatıyor orada. Artık hiçbir ufaklığı kolundan yakalayıp ağzına birşeyler tıkıştıramaz. Hiçbirini bağrış çağrış yıkayamaz. Kimsenin nasıl olduğunu anlamadığı bir sessizlikle sofraları kuramaz, çamaşırları asamaz. Cesede yaklaşmaya izin yok. Keskin nişancı var. 

7 Haziran ertesinin, bizi bugünlerin karanlığına kadar getiren travmasını aşamıyorum, değerli okurlar. Biryerlerde, kızının cansız bedenini buzlukta saklamış ve hâlâ hakir görülen, hâlâ yeni saldırılara uğraması muhtemel bir annenin yaşadığını bilirken yaptığımız yapacağımız her şey mânâsız mı, yoksa aksine, o anne için yapabileceklerimiz var mı, bilemiyorum. İkincisidir, deyip işlerimize devam ediyoruz. Kafayı kaldırınca Turhan’ın alçakgönüllü tebessümüyle karşılaşıyorum, yana çevirince Kadri’nin çatılmış kaşlarıyla. Nilgün bulur bir yolunu, birşeyler yapar, fakat İştar orada kitapsız deftersiz ne yapıyor? Yemeğin tadı buruk, su acı, en ufak sevinç, en ufak iç ferahlığı utanca sarmalanmış…
İşime dönmeye çabalıyorum.

Referandum sorusu

 
Şimdi bizi referanduma sürüklüyorlar. Fakat bu defa sanki bizi yollayıp kendileri gelmeyecekmiş gibi duruyor.

Niye bu referandum bu kadar üvey evlat oldu iktidar açısından? Sırf “milletimiz ikna olma noktasına gelemediği” için mi? Niye gelemedi peki?

Hayatın musibetlerden oluştuğuna inanmaya o kadar hazırım ki, bir süredir zihnimde beliren soruyu da karamsarlığıma bağlayıp ihmal ediyordum. Kemal Can’ın Duvar’daki yazısı (Referandum tartışmaları - 5: Kampanyanın gidişatı hayra alamet mi?) beni cesaretlendirdi. Meğer Kemal de aynı soruyu sorarmış: “…anayasa değişikliğinin hazırlanışı ve referandumun geliş biçiminin fazla operasyonel bir görüntüsü yok mu?”

Ne demek istiyor:

“Hazırlanan şey bir finalden çok bir başlangıca benziyor. ‘Kentsel dönüşüm’ için yapılanın, ‘politik dönüşüm’ tekrarlanması gibi. Diğer yandan, sistem değişikliği ihtiyacı ‘gelmekte olanı karşılamak’ argümanıyla ileriye referans verirken, muhalefet zemini de yaşanmakta olandan ‘gelecekte olacak’a doğru ertelenmeye zorlanıyor. Demokratik dinamiklerin olmakta olan ve normalleşenle ilişkisi kopuyor. Dolayısıyla, anayasa değişikliği, referandum ve yeni sistem meselesinin şimdiden başlamış, sonucu ne olursa olsun referandum ertesinde de devam edecek daha kapsamlı bir tasarımın parçaları olması mümkün.”

Bendeniz, açıkçası, referandum kampanyasının kofluğu ve çürüklüğü karşısında irkildim, ilk olarak. “Şunlar hayır diyor, öyleyse evet” gibi bir temel argüman, AKP’nin şimdiye kadarki propaganda pratiğinden beklenmeyecek ölçüde dandik. Kendini ortalara atıp Reis için yanıp tutuşma müsamereleri sergileyen kimse de yok üstüne üstlük. AKP öndegelenleri, âdetâ, yapmasalar olmayacak kadarını yapıp üstüne bir şey eklememeye programlanmış. Halkla ilişkiler ve propaganda ustası Tayyip Erdoğan bile ancak hayır diyen düşmanlardan sözederken bugüne kadarki performansına yaklaşabiliyor; ama ulaşamıyor.

Fakat esas önemli olan şu: iktidarın evet kampanyası, herhangi bir vaat içermiyor.

Vatandaşın günlük dile “Osmanlı gelecek, a… s…cek” türü hoşluklarla tercüme ettiği beylik motifleri saymazsak.
 
Efelenme babalanma bir yere kadar
 
Karaköy Paket Postanesi tarihî bir binaydı, yıktılar. Şırnak Kürtler için simgeseldi, yıktılar. Sur tarihîydi, yıktılar. Meclis’in işlevi bitti, itibarı yerde sürünüyor. Seçim?? Anlamı kaldı mı? Yıkamayacakları ne var? Yok. Dev cami, dev kule, gökdelen, lüzumsuz köprü, duble yol… yapamayacakları ne var? Yok. Vaat edemeyecekleri ne var?

Lâkin evet kampanyasının dişe dokunur vaadi yok. En başta sağcı politikacılar gayet iyi bilir ki, anlı şanlı tarih palavralarının, ideolojik motiflerin getirisi bir yere kadardır. Neticede bunlar karın doyurmaz. “90 yılın intikamını alıyoruz” motifi şüphesiz bazı insanları elinde evet mührüyle sandığa koşturur, ama bununla topyekûn başarı garantisi oluşturulamaz.

Ayrıca kampanya, demokrasiden vazgeçmenin erdemleriyle demokrasinin faziletlerinin birarada savunulması gibi bir sakatlıkla mâlûl. Seçimin bile “zaman kaybı” diye nitelendiği yerde, “Kadınlar yoksa demokrasi yok” billboard’ları asılıyor.

Kampanyanın sığlığı, çapsızlığı, çürüklüğü üzerine düşünürken aklıma ilk olarak Erol Olçok’un yokluğu geldi. Olçok, biliyorsunuz, 15 Temmuz darbe girişimi gecesi oğluyla birlikte Boğaziçi Köprüsü’nde askerler tarafından vurularak hayatını kaybetti. AKP’nin, gelmiş geçmiş bilumum sağ kitle partilerine taş çıkartacak düzeydeki propaganda faaliyetlerinde, kampanyalarında, toplantı ve miting düzenlemelerinde en önemli isim olduğu söylenegelmiştir Olçok’un.

Ancak burada sözkonusu olan, slogan fakirliği, sunum eksikliği, mecra tercihi yanlışlığı, gösteriş ve etki yoksunluğu gibi görece teknik ve yöntemsel sorunlar değil. Basbayağı, içerik yok! “Ey ahali, evet derseniz xxx olacak?” Nedir o xxx? Yok. “Reis hepten reis olacak.” Ee?

Aksine, hernekadar çoğunluğuyla anti-demokratik, sağcı, eşitsizlikten yana bir siyasî kültürün içinde hareket etse de, toplumumuzu -deyim hiç bu kadar yerinde olmamıştı- kıllandıracak bir durum var. “Reis”e bayılan insanlar dahi, “durmadan onu seçiyoruz ya, daha ne istiyor?” diyebiliyorlar. AKP cenahında isteksizlik, hoşnutsuzluk, söylenme, mırıldanma belirtileri hiç böylesine ortaya dökülmemişti.

Şüphesiz bu referandumdan çıkacak evet sonucunun hareket olarak değil ama örgütlü siyasî parti olarak AKP’nin tasfiyesine de kapı açacağı görülebiliyor. Tek adam diktatörlüğünün ne anlama geleceğini bilmezler mi?

Hayır çıkarsa…

Yine de, izlediğimiz cansızlığı sırf bunlara bağlayabilir miyiz, şüpheliyim. “Yoksa referandum sonucunun hiç önemi yok mu?” sorusu bu yüzden hiç aklımdan çıkmıyor. Fakat soru başka birçok sebeple anlamsız-geçersiz göründüğünden, bunu yüksek sesle sormaya kalkışmıyordum. Kemal Can, benim kaçındığım işi yaparak, soruyu referandum ertesine dair muhtemel bir hesapla bağlantılandırınca, üzerine konuşmazsak olmayacağını düşündüm.
Erdoğan ve AKP’nin halen gözlediğimiz referanduma gidiş siyaseti akla şu ihtimali getiriyor:

Referandum süreciyle bir ilgi-dikkat odağı yaratıldı, bu arada pek çok şey normalleşiyor, referandum ertesinde de yeni KHK’lar ve sonsuz OHAL’le, bugünkünden beter bir baskı rejimi sürdürülecek.

Ve bunun için evet çıkması gerekmiyor!

Çünkü hayır çıkarsa mevcut iktidarın yerini alabilecek sağlam bir alternatif yok. Bu yolu CHP ve MHP elbirliğiyle tıkıyorlar. (Ben mümkün olduğu kadar CHP hakkında yazmamaya çalışıyorum; fakat size Metin Münir’in şahane yazısını tavsiye etmekten geri duramayacağım:“Güle güle CHP, gene beklemeyiz”.)

Hayır çıkarsa bunun, ideolojisiyle, kurduğu çıkar ağıyla, hukuk, kurumlar, Meclis ve seçimin geçersizleştirildiği bugünkü olağanüstü rejimle birlikte Erdoğan-AKP hareketinin iktidarı kaybetmesi anlamına gelebilmesi için alternatif lazım.
Ve Türkiye’nin bugünkü koşullarında alternatif, ancak meşruiyetçi, hukukçu, Meclis’çi, seçimci, çoğulcu, yerinden yönetimci bir demokrasi hareketinden başka şey olamaz. Referandum süreci muhalefet cephesinde bu minval üzre kökten parametreler değişimine yolaçamazsa, şu ahlâksızca eşitsiz ve adaletsiz koşullarda onca zahmetle, fedakârlıkla elde edilecek hayır sonucu, tıpkı 7 Haziran ertesindeki gibi, burnumuzdan getirilebilir.

Öte yandan, burası Türkiye, referandumdan çıkacak hayır iktidar cephesinde öyle telaş ve endişe yaratabilir, öyle güdüleri harekete geçirebilir ki, şu kurulan rejimin beklenmedik bir çatırdamanın ardından kısa sürede berhava olduğunu da görebiliriz.

O takdirde de şu meşum soruyla yüzyüze kalacağız: Yerini ne alacak? Bizimki gibi toplumlarda “ne” yok, “kim” vardır, biliyorsunuz.

Umarım başka birileri de aynı sorularla meşgûl değildir ve “karargâh rahatsız” patırtıları bu yüzden kopmuyordur.

Hayır kampanyasını çoğulcu-demokratik seçimli parlamentolu rejim talebiyle -ama bu defa sahicisiyle!- birleştirebilecek bir hareket, bugünün göz gözü görmez ortamından çıkar mı? Yukarıdan beri uğraştığımız meşum sorunun karşı yönden, iyimserlikle soruluşu bu olabilir.

*Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.