15 Temmuz Darbe Girişimi

Ümit Kıvanç: 15 Temmuz'da ihmali bulunan üst düzey komutanlar ve MİT başkanı nasıl görevlerini sürdürebilir?

"OHAL’in yasal-meşru gerekleri veya teamülleri bile hiçe sayılabiliyor"

05 Ağustos 2016 13:28

Ümit Kıvanç *

15 Temmuz darbe girişimini didiklemekten sanırım herkese fenalık geldi. E, fenalık geldiyse niçin bundan vazgeçemiyoruz? Çünkü insanların uçaklardan tarandığı, tanklarla biçildiği, Meclis’in bombalandığı bir fecaatin nasıl meydana geldiğini, bu hunharlıkların kimler tarafından ne amaçla yapıldığını hâlâ bilmiyoruz. İktidar ve propaganda aygıtı, “FETÖ’cüleer!” diye haykırınca meselenin hallolacağını sanıyor. Kimbilir, belki de halloluyordur, çünkü onların meselesi başka.

Onların meselesini pek çok yönden tarif edebiliriz, ancak burada lafı dağıtmayalım, meselelerinin hakikate ulaşmak olmadığını hatırlatmakla yetinelim.

Peki biz ulaşabilecek miyiz hakikate? Önümüze serili ihtimallere şöyle bir göz atarsak, bu soruyu “ömrümüz vefa edecek mi?” diye de sorabiliriz belki.

Sanırım “darbe mekaniği”ni tam anlamıyla çözebilmek için özellikle silahlı şüphelilerin mahkeme önüne çıkmasını beklememiz gerekecek. Çünkü özellikle Cemaat hizmetkârı savcıların hukuksuzluk çıtasını indirdikleri seviye nedeniyle, iddianame aşamasında olgu niyetine karşımıza çıkarılacaklara güvenme şansımız da olmayacak.

Beklenmedik anlarda oyundan alınabilecek üst düzey yetkililerin henüz taze anıları da bizi aydınlatacak kaynaklar olabilir. Buradaki aydınlanma şansımızın eni-boyu, kulübeye çekilecek mühim şahısların haksızlığa uğradıklarını mı düşüneceklerine yoksa “ucuz yırttım” mı diyeceklerine bağlı.

Madem bekleyeceğiz, memleketimize şöyle azıcık uzaktan bakmayı deneyelim. Hem belki böylelikle, 15 Temmuz ve ertesini kavramakta Batılı siyasetçiler ve Batı basınının büyük kısmının gösterdiği akıl almaz beceriksizliğin bazı sebepleri de gözlerimizin önüne serilir.

 

Kibir ve önyargı: Bütün kötülüklerin anası

 

Gayet ciddî Batılı basın organlarının, 15 Temmuz akşam saatlerinden başlayarak yaptıkları gaflar, gafillikler, sorumsuzluklar, bazen sergiledikleri cehalet, anlamak için çaba harcamak yerine ellerindeki bayat ve aşırı basit klişeleri kullanmaları, sahiden sinir bozucu. O akşama kadar birikmiş Erdoğan antipatisi veya Türkiye’de olan bitenin aşağıda sergilemeye çalışacağım tuhaflıkları belki hafifletici sebep sayılabilir. Ama ancak hafifletici sebep sayılabilir, suçu ortadan kaldırmaz. Çünkü darbe girişimini izleyen günlerde de aynı idraksizliği sürdürdüler.

Hele iki yüz elliye yakın insanın can verdiği, Meclis’in bombalandığı bir felaketin yaşandığını, esas olayın bu olduğunu âdetâ unutarak sergilenen davranışlar, sitemi de fazlasını da hak ediyor. Yani Der Spiegel’deki şahsiyetin Erdoğan’la meselesi benimkinden daha mı alengirli? Öfkesi benimkinden daha mı derin? Yoksa gelecek endişesi mi benimkinden büyük?

Kimi Batılı ana akım gazeteci ve siyasetçilerin davranışlarına sinen ve zaman zaman bakışlarını karartan, olayları anlamalarını önleyen kibir, aslında bizden çok onların sorunu. Çünkü onların ayağına dolanıyor, onları gülünç duruma düşürüyor. Biz, köprüdeki askerlerin çapaçul haline veya TRT spikerinin darbe bildirisi okuması müsameresine bakıp, “böyle darbe olmaz” derken onlarca yıllık koskoca dergi, “ordu yönetime elkoydu” başlığı atıp rezil olabiliyor.

Ancak bizim tarafta da meseleye her şeyi çarpıtan bildik aynadan bakılıyor ve herkes aynı kefeye konup, tek merkezden yönetilen bir komplonun parçası sayılıyor.

Açık ki, bu defa kabahatin büyüğü onlarda. Ama hemen eklemeliyim, yine de işin doğrusunu öğrenmeye ve aktarmaya çalışan, bu arada hem ölenlere hem yaşananların bütününe en az bizim kadar üzülen dürüst Batılı gazeteci sayısı hiç de az değil. Pek doğal olarak bunlar ana akımda ilk göze çarpanlar arasında yeralmıyorlar. Acaba niye? :)

O halde bunların hepsini de hesaba katarak soruyu şöyle soralım: Şu anda merak edip bu tarafa bakanlar neler görüyorlar?

 

 

“Keşke gebersek diyecekler”

 

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, Denizli’nin Civril ilçesindeki Cumhuriyet Parkı’nda “Demokrasi Nöbeti”ne katılan yurttaşlara hitaben konuşurken, darbecileri kastederek, “Bunlara,”  dedi, “öyle bir ceza vereceğiz ki, ‘keşke geberip, gitseydik’ diyecekler.” Bakan, hızını alamadı, darbecilerin “insan yüzü görmeyeceklerini”, “bir buçuk-iki metrekarelik yerlerde lağım fareleri gibi öleceklerini” ileri sürdü.

Şu anda gözaltına alınan insan sayısı 17-18 bin. Yani insanların yüzlerle binlerle alınıp kelepçelendiği, nezarethanelere, spor salonlarına tıkıştırıldığı, kimbilir ne muamele gördüğü bir “darbe-sonrası” ortamı hüküm sürüyor. Bakan Zeybekçi’nin sözleri, herhangi bir şekilde şüpheli durumuna düşeni nelerin beklediği konusunda hepimize gayet iyi bildiğimiz şeyleri hatırlatıyor. İnsanî kısmı bir yana, bu sözler, devletin kendini yerleştireceği kategori ve bundan böyle topluma reva görülecek muamelenin cinsi konusunda fikir veriyor. Cezaevlerinde birileri lağım faresi gibi yaşarsa, dışarıdakiler de ona göre yaşar; pek basit bir kuraldır bu. Birisini özgürlükten mutlak şekilde yoksun bırakmanın yeterince ceza olmadığı kabulüne dayanan ilkel anlayış, eğer bir yerde varsa, asla sadece zindanda hüküm sürmez, her yere sıvaşır bulaşır.

Bakanın sözlerini darbe girişiminin hemen ertesinde bizzat devlet ajansı tarafından servis edilen, dövülmüş, üzerinde tepinilmiş, kan revan içindeki subay görüntüleriyle ve meydanlarda “idam isteriz” sloganları eşliğinde “asılan” Fethullah Gülen kuklalarının fotoğraflarıyla biraraya getiren, asla ve asla, saldırıya uğramış bir hukuk devleti ve demokrasinin kendini savunmakta olduğunu düşünmez. Hunharca saldırıya uğramış hunhar birilerinin, bir ülkedeki toplumsal hayat kalitesini yere atmış sürüklediğini, darbeciler tarafından her tarafa saçılmış kanlı çamurlara bulamakta olduğunu düşünür.

Ya bir mafya avukatının, mesleğini kötüye kullanarak giriştiği kuşbeyinlice komployla, hapisteki şüpheli orgenerali dövmeye kalkması, sonra da şişine şişine bunu cümle âleme duyurması, manzarayı izleyene ne düşündürür? Darbe girişiminin, sahiden bu işle alâkası olup olmadığı belirsiz şüphelilerinin dahi can güvenliğinin bulunmadığını. Doğal olarak!..

Bu, aynı zamanda, suçluların adilâne cezalandırılıp cezalandırılmadığı konusunda hiçbir zaman ortadan kalkmayacak bir şüphe zemini yaratacak. Şüpheliler ifadelerinin manevî baskı, tehdit ve işkence altında alındığını ileri sürerlerse kimse “böyle değildir” diyemeyecek. Adalet değil intikam duyguları tatmin edilebilecek.

 

Neyi biliyormuşsun sen!

 

Muhayyel gözlemcimiz tam bunları aklında tartarken az önce andığımız bakanın sözlerinin devamını da -mazallah!- işitecek olursa, devlet ciddiyeti ve hattâ genel olarak yöneticisiyle halkıyla toplumun ciddiyeti, idraki, izanına dair epeyce şüpheye düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

Fareci bakan, mehter marşları ve Ölürüm Türkiye’m’lerle avutulmaya çalışılan, heyecanlı fakat tedirgin kalabalığa doğru şöyle iddialı bir güvence savurdu: “Bunların arkalarında ne var, kim tarafından beslendi, kim tarafından gönderildi ve kurgulandı, hepsini biliyoruz!”

 

Nasıl!?

 

Yahu senin genelkurmay başkanını rehine aldılar, hava kuvvetleri komutanını düğünden derdest ettiler, en seçkin komandoların cumhurbaşkanını kaçırma operasyonuna kalktı (onu da beceremediler, sonra ekmek çalarken, otostop yaparken falan yakalandılar), Diyarbakır’dan savaş uçakları kaldırıp Ankara’da Meclis’ini bombaladılar, Özel Harekât binanı, başkentinin Emniyet binasını bombalamakla kalmadılar, bütün darbe harekâtını başkentindeki bir üsten yürüttüler, general ve amirallerinin yarısını darbeye katıldığından şüphelenip ordudan attın, konumu-tavrı gayet şüpheli olmasına rağmen kimilerini de atamadın, sarsıntı bari bu kadarla kalsın, yoksa bütün yapı çökecek diye, bilmem kaç parça gemin, darbenin emir-komuta zinciri içinde yapıldığını sanan subaylarca silah-mühimmat yüklenip denize çıkarıldı, neyse ki geri çevrildi, pilotlarının iki yüz elliden fazlasını attın, birlik komutanların televizyondan tanklarını sokakta görüp karargâhlarına koştular; cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları, en üstte kim varsa hepsinin yaverleri darbeci çıktı, MİT’in başındaki insan, bağlı olduğu başbakanın “bize niye haber vermedin?” sorusuna cevap veremedi… daha sayayım mı?

Neyi biliyormuşsun sen? Neyin hepsini biliyormuşsun!

Gözlemcimiz burada, Genelkurmay’ın üzerinde redaksiyon yapmaktan pek hoşlandığı açıklamalarındaki iki kavramı bulabilecektir sadece: rezalet ve zillet.

En azından ağır ihmali bulunan üst düzey komutanlar ve hele MİT başkanının nasıl olup da görevlerini hâlâ sürdürebildiklerini kim nasıl açıklayabilir? MİT’in öğleden sonra üçte haberdar olduğu darbeyi cumhurbaşkanının akşam sekiz buçukta, hava kuvvetleri komutanının dokuz buçukta, biri eniştesinden öteki eşinden öğrenmesini kim açıklayabilir? Açıklamayı geçtim, bakınca nasıl görünmektedir, eşi, emir subayı ve yaveriyle sabaha kadar arabayla sokakları turlayan deniz kuvvetleri komutanı manzarası?

Üstelik! Evet, üstelik’e bir ünlemi çok görmeyelim burada: Üstelik, hükümetin elinde, darbenin ertesi günü iki bin dört yüz yetmiş beş (2475) savcı ve hakimi, izleyen günlerde de oradan 578, buradan 1644, şuradan 8977 memuru tutup atmasını sağlayacak kesinlikte listeler varken!

Gözlemcimiz sormayacak mıdır: Yahu hangi bakanlıkta hangi memur mâlûm örgüte dahildir, bilecek, bu ayrıntılılıkta listeleri düzenleyecek bilginiz var, herifler top tüfek harekete geçene kadar nasıl uyanmadınız kardeşim siz? Sorulmayacak mıdır bu şekilde?

Mazallah sorulursa ne cevap verilecektir?

Biz sıradan vatandaşların sormaya ve cevap almaya hakkı yok; peki. Uçağın vurduğu, tankın biçtiği insanın yakınlarının da mı yok? O acılı insanlar da soramaz ki. Sordurmazlar. Sus! Vardır reisin bir bildiği!

Vardır. Geçelim.

 

Avcuma alırım, darbe yapamazlar

 

Gözlemcimiz Türkiye’yle ilgili kaygılar taşıyan bir kimse olduğundan, darbe girişimi öncesindeki vaziyetimizi bilmez değildir: Ne pahasına olursa olsun iktidarı kaybetmeme üzerine kurulu bir iktidar stratejisi, bir tek adam otoritesini tesis etmek üzere modifiye edilmişti, memleket de bunun mevcut ve müstakbel kurbanıydı.

Bunun üzerine, kendini herhangi bir yasayla, kurumsallıkla, kuvvetler ayrılığı gibi gâvur icatlarıyla sınırlamak istemeyen bir otorite için tadından yenmez Olağanüstü Hal cennetine geçildi. Gelsin Kanun Hükmünde Kararname’ler, buhar olsun Meclis. Millî irade mi? O, HDP barajı aşmadığı sürece var, aksi halde yok.

OHAL’in yasal-meşru gerekleri veya teamülleri bile hiçe sayılabiliyor. Çünkü kurumlarla, yasalarla sınırlanmayan keyfî yönetim, bir çoğunluk tercihi, bir “dava”, “reis”in hayat-memat meselesi olarak yerleşti; en büyük hakikatimiz oldu. OHAL’lerin en kötüsü, herhalde hiçbir denetim imkânının varolmadığı OHAL’dir. Gözlemcimiz bundan daha iyi bir şey görebilmek için hayli terleyecek fakat eli boş dönecektir.

 

Amatör kümeye doğru…

 

Tamamen ülke içini, buradaki devlet-toplum ilişkisini ilgilendiriyor gibi gözüken bu durum, şüphesiz, ülkenin dünya üstündeki itibarını iki paralık eden, hangi ligte oynayacağımızı belirleyen bir etken. Fazla özgürlük ve toplum inisiyatifi, yerellik şu bu bizi bozacağından Şampiyonlar Ligi’ni zaten istemiyorduk, “mevzuatı kenara koyun”la Süperlig’ten düşmüştük, işte, ikinci lig, üçüncü lig derken… öyle gidiyoruz başaşağı. Anadilini konuşmasın diye yabancı da oynatamıyoruz.

Darbe girişimi ertesinde, “reis” ve “dava” esrikliğiyle kendinden geçmemiş herkesi tedirgin eden şey, Tayyip Erdoğan’ın yaşanan felaketi her türlü muhalifi uzun vade için bertaraf etme fırsatına çevirmesi ihtimali. Bundan böyle Türkiye’de iktidarların özgür ve meşru seçimlerle belirleneceğine, mevcut iktidarın seçim kaybederse barışçı bir şekilde gideceğine inanmak, 15 Temmuz öncesinde zaten yeterince zorlaşmaya başlamıştı. 7 Haziran ertesinde “millî irade”nin kolu bacağı herkesin gözü önünde kesildi. 1 Kasım’ın ertesinde, Türkiye’deki herkes, mevcut iktidar kaybederse neler olabileceğine dair yeterince fikir edinmişti. Gözlemcimiz, Türkiye’deki seçimlerin, Ortadoğu diktatörlerinin yüzde doksan küsur oylarla seçildiği müsamerelerden ne farkı kalacağını düşünmekteydi ki, tanklar köprüyü tuttu.

Ben de inanın, kendimi başarıyla tuttum. Ve efendiliği bozmadan bu yazıyı tamamlayabildim.


Bu yazı P24'te yayımlanmıştır