Politika

"Sur'da sadece çocuklarımızı değil, hafızamızı ve anılarımızı da yok ettiler"

Sokağa çıkma yasağının kaldırılmasının ardından kente dönen Surlular anlatıyor...

28 Mayıs 2016 11:38

Ayşe Yıldırım*

Etrafı tel örgülerle çevrili, kapısında “Ariyat ocağına girilmesi tehlikeli ve yasaktır” yazılı kapıdan girdikten sonra polislerin bizi göremeyeceği noktaya doğru ilerliyoruz.

Bir yandan da merak ediyorum “nedir bu Ariyat ocağı” diye. Meğer, bir inşaat terimiymiş. Dolgu alanı için uygun bir malzeme, ocağından alınan malzeme anlamına geliyormuş. Yani “eğrelti, ödünç, ödünçlenme”.

7 bin yıl kesintisiz yaşamın sürdüğü Sur’dan getirilen ‘ariyet’in üstüne doğru çıkıyoruz. Hemen yan tarafında küçük bir mezarlık göze çarpıyor. Dışarıdan taş ve toprak gibi görünse de o yığınlarda bir kentin hafızasının, geçmişinin, anılarının yattığını biliyoruz.

Biraz ileride zırhlı bir polis aracı eşliğinde dozerler çalışıyor. Gelen hafriyatı düzeltmekle meşguller. Molozların arasında dolaşmaya başlıyoruz. Küçük küçük tepecikler polisin bizi görmesini engelliyor. Henüz taze molozlar! Betonların arasındaki demirler yeni bir inşaatın değil yıkılan evlerin filizleri olarak uzanıyor. Rüzgâr demirlere yırtılmış, yıpranmış elbiseleri, halıları, örtüleri, başörtülerini dolandırmış ama en çok da seccadeleri. Taşlı bir kadın çantası gözüme çarpıyor. Genç bir kızın olmalı diye düşünüyorum.

Evlerin kalıntılarından “Dört ayaklı minarenin aşağı kısmından bunlar” diyor Mahmut (Oral). Ne de olsa Diyarbakırlı. Sur’daki her yapıyı tek tek biliyor. “Bak” diyor taşları göstererek. “Bunlar son yıkılan yerlere ait. Bu taşlar Diyarbakır’a özgü, eski evlere ait, geleneksel mimarinin özellikleri.”

Dozerlerin henüz üzerinden geçmeye fırsat bulamadığı yerdeyiz. Tek tek evleri dolaşır gibiyiz. Sınavlara hazırlanan bir gencin yaşadığı evin yıkıntılarında olmalıyız ki etrafta sınav test kitapçığının yaprakları uçuşuyor. Henüz yağmur görmemiş, toza toprağa çok bulanmamış... Yanılmıyoruz, yıkıntıların arasında bir kitap. Kemalettin Tuğcu’nun Dağdaki Yabancı hikâyesi...

Başka bir eve geçiyoruz. Birbirine yapışmış dört fotoğraf karesi. Bir nişan anısı. Fotoğraftaki herkes mutlu. Yüzleri gülüyor. Nişan yüzükleri takılıyor... Biraz ilerisinde başka bir fotoğraf. Biraz daha zarar görmüş. Tek başına bir genç.. Kadın mı erkek mi tam anlaşılamayacak kadar belirsizleşmiş görüntü.

O hafriyatlarda birkaç ay önce çekim yapan bir kameramanın yaşadıkları aklıma geliyor. Çatışmaların yoğun olduğu günler. Anne, korkuyor çocuğunun başına bir iş gelmesinden. Telefon açıyor, “Neredesin, dikkat et kendine” diyor. “Merak etme anne” diyor, “molozların oradayım”. Annenin yanıtı genç gazetecinin elinden kamerasını bırakıp gözyaşlarına boğuyor: “Bak bakalım babanın fotoğrafını bulabilecek misin?”

Evleri, sokağa çıkma yasağı ilan edilen ve daha sonra yıkılan Sur’dadır çünkü. Babalarını da yeni kaybetmişlerdir. Ellerinde onu hatırlatacak tek bir kare fotoğrafı bile yoktur.

Sadece onlar değil. Neredeyse tüm Sur halkı hücum etmişti ‘hafriyat’ bölgesine. Hepsinin amacı aynıydı. Geçmişlerinden bir anı bulabilmek. Ama buna da izin vermediler. Hafriyatlara giriş yasaklandı.

O anda fotoğrafları almaya karar veriyorum. Belki fotoğrafları görüp bana ulaşırlar ve anılarına kavuşabilirler diye.

Başka bir evde olmalıyız. Yerde bir İncil. Az ilerisinde ise elif ba... muhtemelen bir dini kitap.

Küçük bir kız çocuğunun üzeri kelebek ve arı motifleriyle süslü ayakkabısı muhtemelen annesinin ayakkabısıyla yan yana. Çatallar, kaşıklar, plastik çiçekler, kadın iç çamaşırları, işçi eldivenleri... Bir evde ne varsa molozların arasında... Sağlık karneleri, kuruyemiş poşetleri, sertifikalar, saksılar... Bazı yerlerin dükkânlara ait olduğunu gösteriyor.

Niyeyse o eşyalardan da bazılarını alıyoruz yanımıza, artık kimsenin işine yaramayacağını bilsek bile.

Sahi ne çok sinek var...

 

Vali Bey üzülüyor!

 

Diyarbakır Valiliği’nin etrafı beton bloklar ve demir parmaklıklarla kapatılmış. Ama o da yetmemiş bir cadde boydan boya trafiğe de kapatılmış. Yan cadde ise tek şerit olarak işleyebiliyor. Kentin sadece kalbi değil trafiği de allak bullak. Bu durumu haber yapan yerel medya ise valilikçe kibar bir dille uyarılmış: “Yazmasanız, Vali Bey üzülüyor.”

Sadece Valilik değil, başta Emniyet Müdürlüğü ve karakollar olmak üzere kentte ne kadar kamu kurum ve kuruluşu varsa etrafında aynı manzara; beton bloklar ve demir bariyerler. Adeta açık bir cezaevi. Akrepler, TOMA’lar, zırhlı araçlar her köşeden her an karşınıza çıkabiliyor. Sur’un açık olan kapıları bile özel harekâtın kontrolü altında. Arama ve kimlik kontrolü yapılmadan kimse içeri alınmıyor...

Sur’u ikiye bölen Gazi Caddesi yaşama dönmeye çalışıyor. Dükkânların büyük kısmı açılmış. Caddedeki zırhlı araç sayısı azalmış ama yasağın sürdüğü mahallelerin önünde beton bloklar ve kum torbaları ile özel harekâtçılar nöbetini sürdürüyor. Caddenin üzerindeki Greenpark Oteli’nin üzerinde devasa bir Türk bayrağı. En üst katının camları açık, yığınak halindeki kum torbaları aşağıdan bile görünüyor. Otele özel harekâtçılar el koymuş durumda. Karargâh olarak kullanılmaya devam ediyor. Dolayısıyla giriş, çıkışlar da yasak.

 

"Seyir terasları”

 

6  ay sonra Sur’daki üç mahallede, 14 sokağın daha açıldığı haberi geliyor. Ama Diyarbakırlılara göre söylenen sokakların sadece küçük bir bölümü açık. İki yüksek binadan Sur’un kapalı bölümleri görülebiliyor. İki binanın merdivenleri de inen ve çıkanlarla dolu. Durmadan geliyor Sur halkı. Kimi evlerini görme umudu, kimi  çocuklarının öldüğü yeri, kimi de kentlerinin başına gelen dehşeti...

Yanımdaki orta yaşlı adam “Doğma büyüme Sur’luyum. Hafızamızı sildiler” diyor. “Evinizi görebiliyor musunuz” diyorum. “Bakın bakalım ev görebiliyor musunuz?” diye yanıtlıyor beni.

Surp Gregorios Kilisesi ile tarihi Hacı Hamit Camii dışında etrafta tek bir yapı bile kalmamış. Sur’un meşhur sokakları küçe’lerin yerinde yeller esiyor...

O küçe’ler ki tanığıdır tarihin. Bir kültürün işaret fişeğidir. Çünkü yazları çok sıcaktır Diyarbakır. Sokakta yürüyen insanlar evlerin gölgesinden yararlansın diye daracık yapılmıştır sokaklar. Küçe’lere bakan tarih dokulu kapıların ardında geniş ve ferah avlular vardır. Küçe’lerin köşeleri keskin değil, eğimlidir, yürüyenler çarparsa zarar görmesinler diye. O küçe’ler ki Diyarbakırlıların hayatına sadece bir yaşama kültürü değil, bir beddua olarak da girmiştir; “Karanlık küçe’lerde kör bıçaklara gelesin” diye.

Binanın tepesindeki herkes bir başka olayı anlatıyor.

Yanımızda HDP Diyarbakır milletvekili Sibel Yiğitalp ile Sur’da  çocuklarını kaybeden babalar da var. Birlikte sokakları dolaşmaya çıkıyoruz.

Kimi bizi hasar tespit komisyonu sanıyor. “Gelin görün benim evime de bakın” diye üsteliyor. Gazeteci olduğumuzu söylüyoruz. “Olsun gelin görün” diyorlar. Bir evden çıkıp başka bir eve giriyoruz. Hemen hepsinde aynı manzara.

Merdivenlerde kan lekeleri; kimi eski olmalı ki rengi siyahlaşmış, kimi ise henüz rengini kaybetmemiş... Hemen tüm evlerin kapısında yeşil renkli çarpı işaretleri. Duvarlarda üç hilal ve “Reis”, “Uzun adam”, “Hoca” yazıları. Kapıların hepsi kırık. Sağlam tek bir eşya bile bırakılmamış. Duvarlar delik deşik. Tüm eşyalar yerlere saçılmış, harap edilmiş. Mutfaktaki turşuların kapakları açılmış, yerlere saçılmış. İnsanlar evlerine koşuyor. “Hiçbir şey bırakmamışlar” diyor bir kadın, “Gelin bakın, duvarda kocaman bir delik açmışlar. Nasıl kapatacağımızı bile bilmiyoruz. Beyaz eşyalarımız yok. Televizyonumuzu, mikrodalga fırınımızı götürmüşler. Çamaşır makinesi ile buzdolabını ise kırmışlar.”

Hemen tüm evlerde aynı hikâye. Taşınabilecek tüm elektronik ve beyaz eşyalar yok olmuş!

Bıyıklı Mehmet Paşa Sokak’tayız. Daha çok dükkânlar var. Tabii dükkân denilebilirse. Kırık kepenklerin zar zor açıp bir kuaför dükkânına giriyoruz. Sahibi 40 yaşlarında bir genç. 18 yıllık dükkânından geriye kalanları gösteriyor İhsan Eşlik. “Bu devlet bizi çok dövdü” diyor başına gelenleri anlatırken. Evlerinin de aynı durumda olduğunu söylüyor. Sur Belediye Eşbaşkanı Seyit Narin’in annesinin evine gidiyoruz. Onun evinin de diğerlerinden bir farkı yok. Ayakta kalan küçe’lerden birini izliyoruz. Koku dayanılmaz bir hal alıyor. Dar merdivenlerden çıkıyoruz. Evin sahibi kadın temizlik yapıyor. Yerleri silmiş, kurtarabildiği eşyalarını üst üste yığmış. Ama yine de o koku gitmemiş... Kendimi zar zor dışarı atarken yoldan geçen özel harekâtçının burnunu kapatarak yürüdüğünü görüyorum.


Bu yazı Cumhuriyet'ten alınmıştır