Kültür-Sanat

Shakespeare mi bizi yarattı, biz mi onu oynuyoruz

Yasemin Çongar'ın Ex Libris/Dünya bunları okuyor adlı köşesinde "Shakespeare mi bizi yarattı, biz mi onu oynuyoruz" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:

30 Nisan 2011 03:00

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris/Dünya bunları okuyor adlı köşesinde "Shakespeare mi bizi yarattı, biz mi onu oynuyoruz" başlığıyla yayımlanan (30 Nisan 2011) yazısı şöyle:


Shakespeare mi bizi yarattı, biz mi onu oynuyoruz

İnsanlar kabukludur, buna inanıyorum; her şey yalanla başlar. Ya da Nabokov’un Pnin’de dediği gibi,“Bizi ten zırhı kaplamasa ölürüz.” Yaşamak için herkesten biraz saklanmaya ihtiyacımız var ve bu, işin kolay yanı aslında. Zor olan, kendinden saklanması insanın. Zor, hatta belki imkânsız olan, kendini kandırmanın iki çıkmaz ucu arasında koşuşturmayı bırakıp, ortalarda bir yerde koyu bir ağaç gölgesi bulup, oturmak. Taklitlerimizi öğütmekten de, aslımızı demlemekten de söz etmiyorum ama. Orada, yolun ortasında, bir ağacın dibinde, çimen gibi, taş gibi, çimenlerin arasından başını çıkarıp, ardında ıslak bir iz bırakarak taşa tırmanan solucan gibi olmaktan söz ediyorum. Sadece, “olmaktan”; solucanın da, çimenin de, taşın da, izin de, taklidin de, aslın da içinden çıktığı toprak gibi durmaktan, durmaktan, durmaktan söz ediyorum. Kendinden saklanmak zor, zira sanırım herkes için için seziyor ki bu aslında kendini bulmak demek. Hayat, kendi kendini bulmaya çalıştığın biteviye bir saklambaç oyunu gibi göründüğünde gözüne, kendinden hakikaten saklanabilmek için (ya da kendini hakikaten bulmak için), saklandığın yerden çıkıp, oyunu bırakmak gerektiğini anlıyorsun. 


Annelerimizin babalarımızın içini bulandıran da bu saklambaç oyunu değil miydi sahi? Sartre’ın, Paris’te bir café’nin tam bir garson gibi davrandığını bilerek öyle davranan garsonunda sırrına erdiği “iyi inanç,” “kötü inanç” halleri bu değil miydi? “Kötü” bildiğimiz kendini kandırmak kadar, “iyi” sandığımız kendinle samimiyetin de bir nevi “proje” olduğunu ve her proje gibi, hayatın nezdinde nafile kaldığını bizden çok önce hissetmedi mi Sartre’ın çocukları? Yine de bir çıkış aramadılar mı? Taze bir inatla “proje” yapmadılar mı? “Bu roldeyim, çünkü özgür değilim” ile “Bir ben varım, bir de aslım var”ın arasından geçip, yeryüzü cennetine çıkmayı denemediler mi? Bizim kuşağın farkı biraz da bu değil mi zaten? Geçip gitmenin değil, orta yerde durmanın; cennetten vazgeçip, arafa alışmanın kuşağı değil miyiz biz? İçine kayarcasına girip yerleşiverdiğimiz, “bizim” kıldığımız bütün o ikincil, o taklit, o olması gerektiği gibi olan rollerde herkes kadar kendimizi de kandırdığımızın söylenmesi gerekmedi bize zira; bir gerçek benlik, bir ilk hâl, her türlü kökten, taslaktan bağımsız bir asıl,kendine rağmen bir özlük ve özgürlük düşünün de, nihayetinde imkânsızlığı ölçüsünde samimiyetsiz ve saçma olduğunu anlatmalarına gerek kalmadı. Keşfedilmiş kıtalar arasında doğduk biz. Cennetlerin cehenneme dönüştüğünü görerek büyüdük. “Kafatası, bir uzay yolcusunun miğferidir. Ya içinde kalırsın ya yok olursun. Ölüm çıplanmadır, ölüm paylaşımdır”(Pnin, İletişim, Tomris Uyar’ın çevirisi) diyen Nabokov’u çoktan içselleştirmiştik sanki. Hem yankılansın diye sanal âleme bırakmak istediğimiz, hem de daha bırakırken peşi sıra iki nokta üstüste ekleyip, ardından bir parantez kapatarak söndürdüğümüz o yumuşak gülüşlerimizin gizlediği sert yalnızlığımızı, biraz da bu sayede, sükûnet içinde yaşıyoruz çok şükür.   



İkiziyle bir bütün olmak isteyen çocuk


Asıl ile taklit, sahte ile sahici arasında seke seke yazan bir adamın romanını okudum dün gece; varoluşçuluğun “ben”inden postmodernizmin “ben”ine küçük sıçrayışlarla ilerleyen bir roman. Yazar aklının dalgakıranı yokmuş, edebiyatta oyunculuğun sonu yokmuş anladım. Arthur Phillips, Prague /Prag (Metis, Aslı Biçen’in tercümesi) ve The Song is You / O Şarkı Sensin (Artemis, Zeynep Heyzen Ateş’in tercümesi) romanlarıyla bizde de tanınan 1969 doğumlu Amerikalı bir yazar. Doğrusu, ben onu tanımıyordum. ABD’de 19 nisanda piyasaya çıkan The Tragedy of Arthur’u (Arthur’un Trajedisi) edinmek için hiç beklemeden soluğu elektronik kitapçıda almama, romanın bir anda ünlenmesine sebep olan oyunculuğundan ziyade, bir şehir kardeşliğinin sebep olduğunu da itiraf etmeliyim. Phillips’in doğup büyüdüğü Minneapolis, yapayalnız bir ilk gençlik yılında, benim de aklımla bedenimin hayata ermeye başladığı yerdir. The Tragedy of Arthur, işte orada, “benim” Minneapolis’imde, seksenli yılların ortasında bir büyüme hikâyesi vaat ediyordu. Kitapta o hikâyeyi buldum. On yedi yaşımdayken, ısının sıfır derecenin üzerine hiç çıkmadığı altı ay boyunca, nefesimin donan buğusuyla buzlanan kirpiklerime aldırmaksızın, çevresinde tur üstüne tur koştuğum Adacıklar Gölü’nün (Lake of the Isles) kıyısına, yıllar sonra Phillips’le birlikte yeniden indim. O huzurlu kıyıda herkes kendi kaosunu yaşardı. Tıpkı romanın yazarla aynı isme ve büyük ölçüde ortak bir geçmişe sahip olan anlatıcısı Arthur Phillips’in, ikiz kız kardeşi Dana’nın (okunuşu “Deyna”) lezbiyen olduğunu anlayıp, buna uygun bir hayat yaşamaya başladığı günlerde, on yedi yaşında bir erkek olarak hissettikleri gibi: “Kafa karışıklığından doğan hareketler, birbiriyle çarpışıp dağılan dürtüler, çelişen jestler, farklı insanlara zıt nedenlerle söylenmiş zıt ve birbirini dışlayan gerçekler, sonunda bunların yol açtığı tartışmalar, kırılan arkadaşlıklar, dövüşler. Dana berraklıktı; bense kaos. Benim aşk hayatım onunkinden çok daha ‘normal’di, daha hormonal ve daha az romantik… Ve bütün bu esnada, sadece Dana’nın… ‘ne’si olmayı düşlüyordum? Sevgilisi değil –kardeşler arası bir ensest raporu değil bu– ama ona tarifsiz biçimde yakın olmayı düşlüyordum, mükemmel biçimde onunla birleşik, hiçbir yanlış anlamayla kırılma yaşayamayacak kadar ruh eşi olmak istiyordum onun.” Aynı kabuktaki iki yumurta sarısının birbirinden ayrılma sancısı diye okunabilir bu; ya da bir kabuksuzluk arzusu, bir ölüme dokunma özlemi olarak. Yaşarken tatmini zor bir özlem. Romandaki delikanlı haliyle Arthur Phillips de zaten, ikizinin sevdiği kızın bir erkekle öpüştüğünü görmesini sağlayıp, onu kendine döndürdüğü anda, özlemini ancak geçici olarak giderdiğini biliyor: 


“Kıskançlığın buharlaşıp gitmesi bildiğim en haz veren duygu kadar haz veriyor bana; en kuvvetli fiziksel his kadar derin ve sarsıcı bir kurtuluş. Korkunun silinmesi bu, endişenin ortadan kalkması, vücudunu geren tehlike geçtiğinde geride kalan o titrek karıncalanma hissi. Güvenmenin verdiği kalıcı cesaretin gelmesi değil ama; kıskançlık, med-cezirli bir şey, ebediyyen kabarıp alçalıyor ve gerilemesindeki hazzın bir parçası da, döneceğinin kabulü zaten. Mutlu son yok hiç ama ebedî acı da yok. Her zaman başka şeyler olacaktır; perdenin ineceği zaman gelişigüzel bir zamandır daha ziyade. Shakespeare’in piyeslerinin en zayıf bölümünün genellikle sonları olması bu yüzdendir. (Biri evleniyordur ya da herkes ölmüştür; eve gitme ve kendi hayatlarımıza dönme zamanıdır artık. 
Arthur’un Trajedisi de bundan farklı değil.)”   


Yalansız bir hakikat mümkün mü sanki

The Tragedy of Arthur iki bölümden oluşuyor. Üç yüz elli sayfalık kitabın üçte ikisini kaplayan ilk bölümünde, Arthur Phillips’in “Sunuş”unu okuyorsunuz. Devamındaki yüz sayfada ise William Shakespeare imzalı ve kitapla aynı adı taşıyan piyes var: Arthur’un Trajedisi. “Sunuş” bölümünde, Arthur Phillips, kendisiyle adaş bir baba ve oğul karakteri yaratıp, baba Arthur’un oğul Arthur’la, onun ikiz kız kardeşi Dana’yla ve ikizlerin birbiriyle ilişkisini anlatıyor. Baba Arthur, ressam olmak istemiş ama hiçbir zaman istediği kabulü görmeyince, resim kopyalamaya başlamış bir sanatçıdır. Ya da ona “sahtekâr” diyelim. Onun kopyaladığı resimlerin, belgelerin, piyango biletlerinin sahtesi ile sahicisi arasında fark göremezsiniz. Bir seferinde, oğlu Arthur’a mükemmel bir Sovyet pasaportu hazırlar. Ve baba Arthur, bir geçim yolundan ziyade bir varoluş şekline dönüştürdüğü bu sahtecilik nedeniyle birçok kez hapse girer çıkar. Niye yapar bunu? “Şaşırtmak için” der, “dünyanın değerli ihtimaller deposuna bir şeyler eklemek için.” 


Arthur ile Dana, bölünmüş bir ailenin, sık sık mahpus düşen bir babanın bıraktığı boşlukta, birbirleriyle aynı yumuşak kabuğun içinde sert bir yalnızlık yaşayarak büyürler. Onları babalarıyla birleştiren ve ayıran, çocukluktan itibaren Dana’nın tutkusuna, Arthur’unsa kabûsuna dönüşen şey Shakespeare’dir. Baba Arthur, bir Shakespeare uzmanıdır; piyeslerini okuyup, okutarak büyütür çocuklarını; oğul Arthur, kendisinden dört asır önce yine bir 23 nisan günü doğan İngiliz şairin piyeslerini okumamaya çalışarak büyür. Gün gelip yazar olduğunda ve tıpkı kendisini yaratan gerçek Arthur Phillips gibi Pragisimli romanıyla büyük başarı kazandığında bile, Shakespeare’in gölgesinden kurtulmaya, babasının ve ikiz kardeşinin ilgisini, Shakespeare’in yazdıkları kadar çekebilecek bir hikâye yazmaya adar kendisini. 


O fırsat, ölüm döşeğindeki babasının mirasıyla gelir. 1597 tarihli, daha önce bilinmeyen bir William Shakespeare piyesinin dünyadaki yegâne kopyasıdır bu; tam adıyla: “Britanya Kralı Arthur’un En Mükemmel ve Trajik Hikâyesi.”Romandaki genç Arthur, yani “Sunuş” bölümündeki otobiyografik anlatının kahramanı olan yazar Arthur, bu piyesi alıp Random House’a götürür, yazışır, konuşur, didinir, sonunda metni bilumum Shakespeare uzmanının onayından geçirir ve sahici olduğu yönünde genel bir hüküm verildiğinde, başına metnin ortaya çıkış hikâyesini de yazarak yayımlamaya karar verir. Tabii, dünyanın yeni bir “Shakespeare piyesi bulundu” heyecanıyla karşılayacağı metnin, baba Arthur’un sahtecilik oyunlarından biri olması, en sonda da, en az en başta olduğu kadar kuvvetle muhtemeldir. 


Aslı mıdır bu Shakespeare’in, yoksa taklidi mi? Kitabın ikinci bölümündeki piyesi okuyarak, buna siz de karar verebilirsiniz. Galerilerinde Şekspiryen düşgücünün unutulmaz sahnelerine yer açmış bir hafızanız varsa, romancı Arthur Phillips’in kaleminden çıkan Shakespeare oyununda, Hamlet’le,Macbeth’le benzerlikler bulabilirsiniz. Ama sanırım bundan daha önemli olan, kendinizi Shakespeare’in dünyasının ortasında hissetmenizdir. İki çıkmaz arasında koşuşturmaktan bir an vazgeçip, dursanız, otursanız, bir an sadece olsanız, kitabın uzun “Sunuş”unun kurgusal değil gerçekten yaşanmış bir anlatı, sonundaki piyesin de sahiden dört asırlık olduğuna inanabilirsiniz pekâlâ. Ve belki, hayatın hakikatine ancak yalanlara inanabildiğimiz ölçüde erişebildiğimizi benim gibi siz de hissedersiniz. Tabii, müzmin bir merak da musallat olabilir: Taklitleri öğütmekle, asılları demlemek arasındaki fark ne? Kıskançlık gibi med-cezirli bir şey değil mi kandırılmak da? Gerçeğe güvenmenin verdiği cesaretin kalıcı olması mümkün mü? Yalansız bir hakikat, kabuksuz bir hayat mümkün mü bu dünyada? 


The Tragedy of Arthur
’u okuyup bitirdiğimde, romancı Arthur’a bütün bu sorularla ihtimaller hazinemi biraz daha zenginleştirdiği için minnet duydum ben. Babasının sevgisinden hiçbir zaman emin olamayan, ikiziyle ne aynı ne ayrı olabilmenin o tuhaf sıkıntısından asla kurtulamayan ve nihayetinde, bir pasaportun, bir resmin, bir piyesin otantik olup olmadığı kadar, bir hayatın, bir kişinin, bir ilişkinin de sahte mi yoksa sahici mi olduğu sorusunu cevapsız bırakmayı bilen oğul Arthur’u çok sevdim. Onda kendi kuşağımın araftalığını gördüm zira. Ve romancı Arthur Phillips’in, hiçlikle varlık arasında çıkış arayan varoluşçu bir babanın bunaltısını postmodern bir reçeteyle tedavi ederken, 2011 baharında, tam anlamıyla Şekspiryen bir aile trajedisi yazabilmiş olmasına şapkamı çıkarıp perdeyi indirdim.