*Yüksel Taşkın
Bu yazıya farklı başlıklar da atılabilirdi: “Sağ popülizmin hikâyesi bitti” veya “Çoğunlukçuluk geçmiş çoğulculuk gelecektir” gibi. Türkiye’de yeni bir siyasi hikâye ancak güç, yetki ve sorumluluğun paylaşıldığı çoğulcu bir eksende gelişebilir.
Bu açıdan bakıldığında, merkez sağ gelenekten radikal sağ bir sapma olan AKP-MHP iktidarından kopanların oluşturduğu yeni partileri önemli bir sınavın beklemektedir. İyi Parti, DEVA, Gelecek hatta Saadet Partisi, Soğuk Savaş’ın çoğunlukçu geleneğini aşabilecekler mi? Toplumumuz artık bu dar gömleği kaldıramıyor. Artık yeni sözler söylemek lazım.
Sahiden de Türkiye’de sağ iktidarların demokrasi vaadiyle gelip kaçınılmaz biçimde otoriterleşmelerinin ardındaki nedenleri anlamazsak gelecek tasavvurlarımız eksik kalabilir. Önce şunu görmeliyiz: Otoriterlik zaten “Milletin hakiki evlatları” söylemi içerisinde gizlidir.
Çoğunlukçu zihniyet basitçe şunu iddia eder: “Biz Millet’in hakiki evlatlarıyız ve bu nedenle sadece “Biz” yönetmeliyiz.” Burada kendisini bir tür doğal aristokrasi olarak görme eğilimi vardır. Bu iddia aslında düpedüz iktidar talebidir. Muhalefeti “hainlikle”, “kökü dışarıda olmakla” eleştirmek aslında “Biz” ötekilerle asla güç paylaşmayız, çünkü onları meşru görmüyoruz anlamına da gelmektedir.
Siyasal süreçlerden dışlanan, gelecek kaygısı yaşayan “ötekiler” de bu nedenle sertleşir. Sertleşme, kutuplaştırma siyasetinin ekmeğine yağ sürer. Böylece “Onlar” gelirse sadece iktidar seçkinleri değil, onun temsil ettiği “Biz” de zarar görecek algısı köpürtülür.
Türkiye sağının AKP-MHP tarafından radikal bir versiyonu savunulan bakışına göre “Aktif-azgın Batıcı azınlığın” temsil ettiği “atanmışlar/seçilmemiş seçkinler”, “seçilmişleri” çalıştırmamaktadırlar. Devleti “geçici” olarak ele geçirenler, “Millet’in hakiki evlatlarına” iş yaptırmamaktadırlar.
Öyleyse devlet muhakkak ele geçirilmelidir. Neden? Yerli ve milli özüne döndürülebilmesi için. Dediğimiz gibi, motivasyonu iktidarı ele geçirmek olan çoğunlukçu zihniyet, bunu milli ve yerli bir misyon olarak parlatmakta ve yine bu toprakların çocuklarını devletten dışlamayı marifet saymaktadır.
Fakat tüm bu kültürel mücadele perdesinin gizlediği başka bir hikâye daha vardır ve Türkiye sağı entelektüellerinin sevmediği “maddi dünyaya” aittir. Aslında iktidarı paylaşmama arzusunun bir de ekonomi politiği vardır: Eğer kuralsızca hareket edebilirseniz, devletin imkanlarını tekelde toplayarak ve büyük servet aktarımı adımları atarak kendi sermayenizi de yaratabilirsiniz. Size muhtaç doğan bu sermaye de basınıyla, üniversiteleriyle ve seçimlerde kullanılacak kayıt dışı parasıyla bedelini ödemekle yükümlüdür.
Demek ki demokrasi vaadiyle gelip hızla otoriterleşen sağ iktidarların bir motivasyonu da devletin imkânlarını kullanarak kuralsızca zenginleşmektir. Kısacası ahbap çavuş kapitalizmi sopasız yürümez. O nedenle otoriterleşmeyi sadece siyasi kültüre bağlayan açıklamalar yeterli olmuyor.
“Sessiz Muhafazakâr çoğunluk” karşısında “aktif-azgın Batıcı azınlık” söylemi kutuplaşma eksenini ikiye indirgeyerek pek çok kesimin görünmez hale gelmesine de neden olmaktadır. Sözgelimi “Azgın Azınlık” içerisinde gösterilen “sol Kemalistlerin” devletten tasfiyeleri 1970’lerin başında başlamıştır. Sağ kesimin devlet içerisinde örgütlenmesi ve giderek etkili hale gelmesi de yine aynı yıllarda gerçekleşir.
Başörtüsü nedeniyle kadınlar mağdur edilirken, sağ cenahın erkeklerinin önleri o kadar da kapalı değildi. Kadın olmaktan kaynaklanan ve başörtülü veya başörtüsüz kesimleri potansiyel olarak yakınlaştırabilecek sorun ve taleplerin görünmez olması da çatışmayı ikili bir eksende götürmeyi tercih eden sağ popülizmin perdelemesi sonucundadır. Benzer yok sayılma örnekleri elbette arttırılabilir. Örneğin Kürtleri hangi eksene yerleştireceğiz? Ya Alevileri?
Bu hikâyenin AKP-MHP tarafından temsil edilen uç versiyonu artık inandırıcılığını yitirdi iddiasında bulunmuştuk. Neden? “Seçilmiş seçkinlerin” engellediği, iş yaptırmadığı “Millet’in seçilmiş evlatları”, 2017 Referandumuyla adeta siyasi ütopyalarına kavuştular. Tek Adam, Anayasa’da tanımlanan siyasi yetkilerin yüzde 80’den fazlasına kavuştu.
Ne var ki siyasi güç, “Millet adına Tek El’de” toplanınca yıllardır vaat edilen şahlanma gerçekleşmedi. Tam tersi, hızla yoksullaştık. Yeni sistemde bürokrasi kendiliğinden işleyemez hale geldi. Kısacası 2017 referandumu demokrasi krizimizi derinleştirdi. Bu durum devlet krizini (veya yönetememe krizini) tetikledi. Bu iki kriz, küresel koşullar olumsuz olmadığı halde, ekonomik krizi tetikledi. Türkiye hızla üçüncü, hatta dördüncü lige doğru sürüklenmeye başladı.
Daha da ilginci, şimdi devleti tekeline alan irade, seçilmişleri çalıştırmama rolüne hızla kendini kaptırdı. CHP’li yerel yönetimlere iş yaptırmama adına “atanmışların” attıkları adımlar, eski hikâyeyi tersine çevirerek muhalefete meşru bir zemin yarattı. İstanbul seçimlerinin tekrarını getiren süreç de “atanmışlar-seçilmişler” geriliminin uç bir örneğini oluşturdu. Demek ki birilerinin biten hikayesi, başkalarının başlayan hikayesi olabiliyor.
Türkiye sağının bir nevi ütopyası ülkemiz adına hızla distopyaya dönüştü. Bunun böyle olacağı belliydi ama belki de bizzat tecrübe edilmesi milyonların farklı bir siyasi arayışa yüzlerini dönmelerine neden oldu.
31 Mart seçimleri işte bu yeni arayışın adıdır. Bu seçime ülkenin kentlerinin damga vurması tesadüfi değildir. Kent zaten çoğulluk, farklılık demektir ve bunu temsil edecek siyasi anlayışlara daha fazla açıktır.
31 Mart’ta muhalefete seçim kazandıran unsur, bu çoğulluğun bir siyasi hedef etrafında yan yana gelebilmesiydi. İşte geleceğin siyaseti veya yeni hikayesi bu çoğulluğun çoğulcu siyasi karşılığını inşa etmektir. Bir başka ifadeyle, güç, yetki ve sorumluluğun paylaşıldığı bir siyaset anlayışını kabullenebilmek ve kurumsallaştırabilmektir.
AKP-MHP’den kopan yeni sağ partilerin ve elbette diğer siyasi anlayışların bu yeni hikâyeye ne kadar uyumlanabileceklerini zamanla daha iyi anlayacağız. Önümüzdeki seçimler bunun için turnusol kâğıdı işlevi görecek.
Fakat en önemli sınavlardan birisi çoğunluğun, daha az olanları “hoş gördüğü” anlayış yerine, farklı kesimlerin birbirlerine “eş-görüyle” bakabilecekleri bir zihinsel sıçramayı gerçekleştirebilmektir.
*Prof. Yüksel Taşkın, CHP Genel Başkan Yardımcısı