Yaşam

Seda Domaniç Vogue yıllarını anlatıyor: Moda dünyası olarak hiçbir zaman aklanmayacağız!

Vogue Türkiye’nin 11 yıllık yayın yönetmeni Aralık 2019’da görevinden ayrıldığını duyurdu ve medya dünyasının ilgisi ona yöneldi. Seda Domaniç ile Heja Bozyel buluştu, dünyanın en önemli dergilerinden birinin Türkiye edisyonunun nasıl kurulduğunu, Anna Wintour’u, Hüseyin Çağlayan reklamını, değişen kadın ve moda algılarını konuştu. Ve tabii ki “Şimdi ne yapacaksınız?” diye sordu

13 Ocak 2020 00:00

Karşımda beyaz jean tulumu, kısa saçları ve kocaman gülümsemesi ile Seda Domaniç var. Gezi Pastanesi’nin biraz gürültülü ama mahlep kokusu ile kendini affettiren masalarından birindeyiz. Yolunun üstündeki Uzak Doğu marketinden alışveriş yapmış, kurutulmuş mantar almış. Dışarıdaki karanlık havaya inatla cıvıl cıvıl. Estetiğe karşı olmadığını ama estetiğin ve tek tipleşmenin kanayan bir yara olduğunu söylerken alabildiğine açık sözlü ve doğal. Modanın ve moda dergilerinin artık “Çözümün bir parçası” olmaları gerektiğini savunan, karbon ayak izine karşı moda haftalarının değişme yolunda olduğunu anlatan, Vogue’da çalışmak isteyenlere öncelikle “Bavul taşımaya hazır mısınız" diye soran Domaniç’in dergiden ayrılma kararı ve derginin şimdi nasıl bir yönetimi olacağı hala konuşuluyor. Bu arada o, yeni projeler için kolları sıvadı bile.

Georgetown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olan 1975 doğumlu Seda Domaniç, Johns Hopkins Üniversitesi’nde Avrupa Çalışmaları ve Uluslararası Ekonomi alanlarında yüksek lisans, Sabancı Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı. Washington CNN’de gazeteci olarak çalıştıktan sonra ülkeye dönerek CNN Türk’te çalışmaya devam etmiş. Ancak sonrasında basının daha az göz önünde olan tarafına geçmeyi tercih ederek Tribeca İletişim Danışmanlık bünyesinde pek çok şirkete ve Avrupa Komisyonu’na danışmanlık verdi. EDAM adlı düşünce kuruluşunun kurucu genel sekreteri oldu. Gazetecilik, sivil toplum ve iletişim alanlarında ülkede çok etkisi olan işlerde yer aldı. 2006’da Doğuş Grubu Dış İlişkiler Müdürü oldu. 2008’de Doğuş Yayın Grubu iş geliştirme ve stratejik planlama direktörü görevini üstlendi.

Tüm bunlarla birlikte, yıllarca Türkiye’ye getirilmek istenen Vogue dergisinin Türkiye edisyonunu nihayet “kapan” kişi kendisi.

Ancak derginin yayın yönetmeni olmak aklında yokmuş en başta. Medya dünyasında adının daha çok duyulması yayın yönetmenliği teklifini kabul etmesi ile oldu. Bu haber çıktığında medya kazanı ikiye bölündü: “Moda ve Vogue ile bir iş kadınının ne işi olur”cular ile “Tam da ihtiyacımız olan kişi”ciler. Hiçbirine kulak asmadı ve mis gibi bir 11 yıl boyunca işini yaptı. Başarılı dergiler çıkarttı, dergiciler yetiştirdi, yeni isimlerin yolunu açtı.

Genelde medyada görülmeyen bir şekilde ve hatta her şey yolunda olmasına karşın, aralık ayında kendi isteğiyle yayın yönetmenliğinden ayrıldı. Onun vedasının ardından Vogue Türkiye el mi değiştirdi, yeni yayın yönetmeni kim ya da kapanacak mı gibi soruların cevapları henüz belli değil. Biz söyleşiyi yaptıktan sonra belli olur diye bekleniyordu ama bunlar çok da kolay işler değil. Özellikle de söz konusu Vogue gibi bir dergiyse…

Seda Domaniç kalın bir kitap olacak kadar anı biriktirdi 11 yıllık yayın yönetmenliği boyunca. Hem de modanın, dergiciliğin ve dünyanın büyük bir değişimi yaşadığı bir dönemde. Kendisi ile buluşup tüm bunları konuştuk. İlk günden şimdiye, Vogue Türkiye ve Vogue denince aklınıza gelen her şey...

- En baştan başlayalım, Vogue dergisi Türkiye’ye geleceği zaman, medya camiasında çok konuşulmuştu. Yayın yönetmeni adayları arasında hiç de hoş olmayan dedikodular yayılmış, özellikle medya içinde var olan “kadın kadının kurdudur” lafı adeta ispatlanmıştı. Siz ise o dönem medyanın çok daha steril bir tarafında, Doğuş Grubu’nda İş Geliştirme bölümündeydiniz. İş teklifi size nasıl gelmişti? Yaşanan olaylar tereddüt etmenize yol açmış mıydı?

Vogue’un Türkiye’ye gelişi gerçekten şehir efsanesi gibiydi, bunu çok iyi hatırlıyorum. Moda sektöründe çalışıyorsanız herkesin gözünün önünde olan bir marka Vogue. Yayıncılık sektöründe de beğenilen, gıpta edilen bir marka. Türkiye’ye gelmesi için birçok kez girişimde bulunulmuştu ama Vogue’un yayıncısı olan şirket, Condé Nast, ince eleyip sık dokuyan bir şirket. Eğer o ülkedeki moda sektörü Vogue gibi bir dergiyi hem içerik anlamında, hem de tabii ki reklam anlamında besleyemeyecek bir noktadaysa girmek istemiyordu. “Kalitesiz olacağına hiç olmasın” dendiği için Vogue çok az ülkede vardır. Bu kadar senede sadece 26 ülkeye ulaştı. Türkiye’ye gelişi meşakkatli olduğu için dedikodular da başını alıp gitmişti. Ben o zaman Doğuş Yayın Grubu’nda İş Geliştirme’nin başındaydım. Dolayısıyla bu sadece bir proje olarak başladı. Görüşme için New York’a gittik, o ilk seyahatle Vogue’un çıkmaya başlaması arasında 1 seneden fazla zaman vardır. Çünkü zaten anlaşma imzalamamız 8 ay sürdü. 6 ay kadar da hazırlık süreci oldu. Ben o süreçte yayın yönetmeni arayan, mülakatları yapan taraftaydım. O zaman Condé Nast’ın editoryal direktörü olan Anna Harvey ile birlikte Türkiye’deki adayların hepsiyle görüştük. 4 ay boyunca mülakatlar yaptık. Görüşülen kimse Condé Nast tarafının içine sinmeyince Anna Harvey dedi ki; “Biz seninle neredeyse 1 seneden fazladır çalışıyoruz ve bence senden iyi bir editör olur.” Rahmetli oldu, o yüzden özellikle anmak istiyorum kendisini. O ana kadar gerçekten böyle bir şey gelmemişti aklıma. Çünkü zaten olayın o tarafında değildim.

- Medya tecrübeniz vardı ama dergicilik tecrübeniz yoktu sanırım…

Hayır yoktu. Washington’da CNN’den eğitim almıştım. Daha sonra orada muhabir olarak çalışmıştım. Muhabirlik tecrübem vardı ama televizyondaydı. Yazılı basın tarafında stajyerlik dışında tecrübem yoktu. Dolayısıyla 1 haftalık düşünme izni istedim, sonra “Hadi bakalım” dedim, “Yaparız.” “Bir kapı açıldı ve gir Seda o kapıdan içeri” dedim. Moda sektörü haliyle huzursuzlandı çünkü dışarıdan biri geliyordu. Moda sektöründe çok emek vermiş, deneyimli arkadaşlarım var. Belki o sektör, alışık olduğu kişileri görmek istedi ama ikiye bölünmüşlerdi. Bir taraf memnun kalmazken diğer taraf “Bizim dışarıdan bir göze ihtiyacımız var. Uluslararası bakış açısına ve iş kafasına sahip birine ihtiyaç var” demişti. Açıkçası ben o dönem hiçbirini dinlemedim. Ekşisözlük’te yazılanlara bile bakmadım. Zaten insanlar tanımıyordu, biraz zaman geçmesi gerekiyordu bence. Tamamen kulaklarımı kapatıp kendi yoluma baktım. Hatta geçenlerde kardeşim “Abla farkında mısın, senin hakkında neler yazmışlar” dedi. “Hiç farkında değilim, hiç de umrumda olmadı” dedim.

- Vogue sadece moda değil; iyi yaşama dair her alanda söz sahibi. Muhakkak yayın yönetmeninin de ilgi alanlarının bu kadar çeşitli olması; bunun yanında yönetim, organizasyon, insan ilişkileri gibi alanlarda da başarılı olması gerekli. Sizin eksikleriniz var mıydı başladığınızda?

Elbette vardı. Haşa, herkes her şeyi biliyor olabilir mi? Moda tarafında eksiklerim vardı. Ben moda tarihini okumadım. Moda dergilerini takip ediyordum ama profesyonel olarak değil. O nedenle başta yurt dışına gidip, akademisyen geçmişimin de verdiği damarla bavul bavul kitap taşıdığım dönemler oldu, çünkü bir şeyi yapacaksam öğrenmem gerektiğini düşünüyorum. Bana sorarsanız en zevkli dönem öğrenme ve kendini geliştirme dönemiydi. İlk sene müthiş bir öğrenme senesiydi benim için ve bundan hiç gocunmuyorum. Ben moda okumadım, uluslararası ilişkiler okudum, siyaset bilimi eğitimi aldım. Bambaşka bir yerden geliyorum. Öğrenmeye açık olmak çok önemliydi. İyi öğrendiğimi düşünüyorum. Şimdi bana herhangi bir tasarımcının çizgisini, tarihini sorsanız biliyorum. Kumaş isimlerini bilmiyordum, bilmek zorunda da değildim; dikiş dikmiyordum. Öğrendiğim iyi oldu, kendimi geliştirdim.

- Eksik olduğunu düşündüğünüz tarafları okumanın, öğrenmenin dışında nelerle tamamladınız?

Eksiklerimi iyi bir takım kurarak kapattım. Bir kişinin her şeyi bilebileceğine inanmıyorum, bunun çok da yanlış bir yönetim biçimi olduğunu düşünüyorum. Bir yayın yönetmeninin ya da yöneticinin en önemli görevi, doğru kişileri doğru konumlara koyabilmek ve onlara alan açabilmek ve onlarla birlikte düşünebilmek. Tabii ki ekibi kurup onları başıboş bırakmıyorsunuz. Birlikte fikir geliştiriyorsunuz. Bir vizyon koymak zorundasınız ama o vizyonun altını dolduracak kişiler sizin ekibiniz. Ben mesela çok çok nadiren moda çekimlerine gidiyordum çünkü moda editörü ya da direktörü değilim. Ama ne yaptım; her zaman çekim öncesinde moda editörüyle birlikte bir planlama yaptık. Nasıl kadınlar hayal ediyoruz, hangi hikâyeleri anlatmak istiyoruz? Tamam, sen al bu hikâyeyi yarat. O zaman onlar da bir mood boardla geliyorlar ve o çekimdeki makyajı, saçı, mekânı konuşuyoruz. Üretim sürecini birlikte planlıyoruz ama içime sindikten sonra onları özgür bırakıyordum. Çekimlere de karışmak istemiyordum, çünkü o zaman yaratıcılığı engellemiş oluyorsunuz. Herkesin tabii ki eksikleri olabilir ama önemli olan doğru insanlarla çalışabilmek ve altındaki kişilerin güçlü olmasından korkmamak. İş hayatında hep görüyoruz, ekiplerin güçlü olması üsttekileri korkutuyor. “Ya bir gün yerime geçerse” endişesi doğuruyor. Elbette geçecek bir gün. Sonsuza kadar mı sen bu işi yapacaksın? Hatta geçecek birini bul, yetiştir ki ki için rahat etsin aslında. O yüzden biz her şeyi bir takım oyunu gibi planlamıştık ve herkesin büyük bir özgürlük alanı vardı. O özgürlük alanı da olması lazım yoksa ben o insanla neden çalışıyorum, ona neden bir titr veriyorum?

- Medyanın şimdikinden çok başka olduğu ama değişimin hafif hafif başladığı bir dönemdi 10 yıl önce…

Evet çok daha ışıltılı olduğu hatta o ışıltısının sönmeye başladığı bir dönemdi. Vogue’un ilk 5 senesi çok ışıltılı, son 5 senesi zorlukların başladığı dönemdi.

- Şimdinin influencerları yani etkileyenleri bizdik, özellikle lifestyle, şehir hayatı, moda, kültür-sanat yazan gazeteciler.

Tabii, o zaman influencer diye bir şey hayatımızda yoktu. Bloggerlar bile daha yeni yeni başlamıştı yazmaya. Vogue, moda dünyasında en önemli otoriteydi ve gücü bambaşkaydı.

“Tarafsız olmak, bir sese sahip olmamak değildir’

- İşin ekonomik tarafına da bakarsak, bir yayın grubu için Vogue gibi bir dergiye, bir markaya sahip olmak nasıl bir anlam taşıyor? Çünkü zamanında Türkiye’ye getirilmesi için çok çaba sarf edildiği gibi şimdi el değiştiriyor olması da önemli bir mevzu...

Her şeyden önce tabii ki bir prestij. Bir de siz, lifestyle dediğimiz “lüks ve iyi yaşam” diye tanımlayabileceğimiz bir alanda bir söz sahibi olmak istiyorsanız, Vogue çok büyük bir güç. Sadece modaya değmiyor. Aslında bir kültürel barometre gibi. Seyahatin, sinemanın, müziğin, yemenin, teknolojinin, her şeyin nabzını tutuyor. Bu alanlarda iş yapacaksanız sahip olmanız gereken, önemli bir güç.

- O halde derginin bulunduğu grup tarafından baskılar yaşadınız mı?

Biz hiç öyle baskılar altında çalışmadık. Herkes medyayı bir araç olarak kullanıyor, bizde o tarz bir baskı olmadı. Bazı gruplar tamamen kendi markalarını empoze etmek için yayınlarını kullanıyorlar, bizde bu olmadı. Her zaman editoryal bağımsızlık öndeydi.

- Şanslıymışsınız…

Evet, bu çok önemli. Tabii direnmeniz de gerekiyor. Ricalar olmuyor değil; oluyor. Her zaman olur ama bu rica hiçbir zaman sizin kararınızın önüne geçmiyor.

- Vogue’un efsanevi yayın yönetmeni Anna Wintour, geçtiğimiz aylarda Guardian gazetesine verdiği bir röportajda her yayının bir tarafı olması gerektiğini söylemişti. Günümüzde zaten kadın dergilerinin bile siyasete yer verdiği bir noktaya geldik, tarafsız olmak söz konusu değil. Bağlı olduğunuz grup size baskı yapmadı dediniz ama taraf olmak ya da tarafsızlık konusunda siz çizginizi bozmadan dengeyi nasıl sağladınız?

Tarafsız olmak bir sese sahip olmamak değildir. Her yayının bir sesi ve değerleri olmalı. Bizim bu sesi ve değerleri çok iyi oturttuğumuzu düşünüyorum. Şöyle ki; bizim bakış açımız her zaman, her anlamda liberal oldu. Cinsiyet konularından kültürel konulara hep geniş bakış açısıyla yaklaştık. Yayın çizgimizde çeşitliliğe önem verdik, yazarlarımızı da öyle seçtik. Aslında kendi sesimizi bu çeşitlilikte bulduk. Mesela Paris Vogue dediğimizde Parisli kadın geliyor akla. Parisli bir kadın tarzı var çünkü. Paris Vogue’un bir kadını var, Amerika Vogue’un bir kadını var. “Türk Vogue’un kadını nasıl” diye soruyorlardı bana. Cevabım şuydu; “Tek bir kadından bahsedemeyiz çünkü Türkiye’de tek bir kadın tipi öne çıkmıyor.” Türkiye’de her anlamda bir çeşitlilik var. O yüzden tarafsız durmadık, yazıların içinde kendi dünya görüşümüzü sonuna kadar anlattık. 

- Peki otosansür uyguladığınız oldu mu?

En korktuğum şey otosansür. Mesela İspanya’da gittiğiniz bir şarap evinden ya da bağ bozumundan bahsedebilirsiniz. Tamam marka adı geçirmemeniz gerekiyor tabii ama bu hiçbir şey yazmayacağınız anlamına gelmiyor. Kurallar, kanunlar belli ve bunların çerçevesinde yapabileceğiniz çok şey var. Bu da otosansürü çalıştırmamak demek. Biz öyle davrandık diyebilirim.

- Vogue denince Anna Wintour’dan bahsetmemek olmaz. Nasıl tanıştınız? Gerçekten o kadar mesafeli mi?

Vogue Türkiye’yi ilk çıkarttığımız sene Paris’te bir lansman daveti yapmıştık. 1000 kişiye yakın davetliyle çok şaşaalı bir davetti. Türk medya sektörü için özellikle görülmüş en şaşaalı davetti. İlk orada tanışmıştık. Sonrasında da tüm Vogue dergilerinin birlikte yürüttüğü Health Initiative gibi projelerin etkinliklerinde görüştük. Her zaman çok mesafeliydi. Aynen filmlerde gördüğünüz gibi. Yani “Çok sempatikti de yanlış yansıtıyorlar” diyemem. Ama her şey gibi son dönemde Anna Wintour da değişmeye başladı. Çünkü o mesafeli yaklaşımının modası artık geçti. Eskinin davranış biçimiydi. Otoriteyi o şekilde kurabiliyordu ve belki de haklıydı, herkes ondan bir şey istiyordu, mesafeyi kaldırsa rahatsızlık verici ortamlarda bulunabilirdi. Ama günümüzde mesafeler o kadar kalktı, herkes o kadar birinci ağızdan konuşuyor ki o duruşu artık kaldıramıyorsunuz. Bence Anna Wintour da çok akıllı bir kadın. O da bu değişimin farkında olduğu için tarzını değiştirdi. Bir mail gönderdiğiniz anda hemen kendisi cevap veriyor artık. Gayet de samimi cevaplar veriyor. Eskiden mail önce asistanına giderdi, asistan ona ulaştırırdı, bürokratik bir işlem gibiydi…

- Gözlüksüz gördünüz mü hiç? Gözlükleri de onun kurduğu duvarların bir parçası…

Geçtiğimiz ekim ayında Paris’te sürdürülebilirlik üzerine tüm Vogue editörleriyle bir video çektik. Yeni Vogue değerlerini belirlemek üzerine çok uzun toplantılar yaptık ve deklare ettik. Bu sırada Anna Wintour ile bir toplantımız vardı, Türkiye’deki işlerle ilgili. Orada sohbet etmeye başladık. Ben ayrılma kararını çoktan vermiştim. Ta haziran ayından belliydi ayrılacağım. Yeri gelsin de söyleyeyim istiyordum, çünkü iş konuşuyorduk ama çok da ileriye yönelik proje konuşmak istemiyordum. Ne de olsa ocak ayından itibaren bu dergide olmayacaktım ve o projelerde yer almayacaktım. Sonunda “Anna senin bilgin var mı bilmiyorum ama ben Condé Nast’la yıl sonunda ayrılacağımı paylaştım” dedim. Durdu ve “Neden” dedi. Bu arada karşılıklı oturuyoruz ve gözlükleri gözünde… Neden diye sorunca aklıma ilk geleni söyledim; “Benim için 10 sene aynı işi yapmak için çok uzun bir süre” dedim ve sonra aklıma karşımdaki insanın 40 yıldır bu işi yaptığı geldi. Yani güzel bir pot kırmış oldum. Ama bunun üzerine durdu ve gözlüklerini çıkardı “Galiba haklısın” dedi. İlk defa samimi diyebileceğim bir sohbete başladık; gözlüksüz, mesafesiz arkadaşça sohbetimiz oldu. Sonradan da birkaç kere gördüm kendisini.

- Demek o bile kendini sorguluyor…

Evet sorguluyor. Bütün tarzını değiştirmiş. Ve bu son 8 ayda falan oldu. O bürokrasiyi bir tarafa bıraktı ki bence o “ulaşılamazlık” hali çok iş yaptı senelerce. Ama artık hayat değişti. Tam tersi bir ulaşılabilirlik üzerine hayat kuruyor herkes. Sosyal medyada başarılı olanların da sırrı bu değil mi? Ulaşılabilir olmak, gerçek olmak…

"Haklısınız, Vogue kesinlikle sorunun bir parçasıydı"

- Geçtiğimiz 15 sene içinde Türk kadının değişimini nasıl görüyorsunuz?

Son dönemlerde tüketim bilincinin yaygınlaşmasına şahit oluyorum ve çok hoşuma gidiyor. Özellikle okumuş, dünya görmüş kadınlar arasında tüketmek değil tüketmemekle övünmek moda haline geldi. Hep alışveriş konuşan, en son aldığı takıdan, ayakkabıdan bahseden kitlenin hâlâ alım gücü olsa da tüketmeden de mutlu olunabileceğinin bilincine vardığını düşünüyorum. Hiç tüketmemek değil de bilinçli tüketmekten bahsediyorum. Ben artık alışverişi çok dikkatli yapıyorum, bıraktığım karbon izine çok dikkat ediyorum. Belirli bir kitlede de bu değişimi çok ciddi şekilde görüyorum.

- Bu biraz oksimoron değil mi aslında? Senelerce tüketmeyi özendiren bir derginin editörü olup şimdi tüketmemeyi övmek…

Kesinlikle, bunu biz de çok sorguladık aslında. Kendimizle mi çelişiyoruz, ikiyüzlülük mü yapıyoruz diye çok tartıştık. Artık bunu söyleyebilirim… Vogue yayın yönetmenleri olarak buluşup sürdürülebilirlik üzerine çalışmalar yaptığımızda hepimizin kaygısı buydu. Biz hep trendleri belirledik, empoze ettik… Ama orada da söyledim; “zararın neresinden dönsen kârdır.” Dönem öyle bir dönem. 20 yıl önce hiçbirimiz dünyanın sonunu getirdiğimizin farkında değildik, bilmiyorduk. Ama şu anda hem bunu bilip hem de aynı şekilde davranamayız. 10 sene önce ne iklim ne çevre kirliliği bu kadar konuşuluyordu, bu kadar gündemde değildi. Artık kulaklarımızı tıkayamayacağımız noktada. Hâlâ buna kayıtsız kalmak biraz aymazlığa girer. Vogue da bu seneyi, 2020’yi sürdürülebilirlikle ilgili çalışmalara adamak istiyor, hatta bir sürdürülebilirlik direktörü atanıyor. Her edisyondan bu konularda yazı yazabilecek bir editör istendi. Bu konularda bir kitapçık hazırladık. Hem bu konuları anlaşılabilir kılmak, öne çıkartmak, hem bu konularda pozitif çalışan markaları öne çıkartmak için hazırlandı kitapçık. Çok haklısınız, Vogue kesinlikle sorunun bir parçasıydı. Birçok alanda böyleydi. Genç kızlar arasında bu kadar yeme bozukluğunun artmasından tutun da tüketime kadar çok konuda sorunun bir parçasıydı, ama çözümün bir parçası da olmak zorundayız artık. Gelecek arkadaşlarımın da buna baş koymasını diliyorum.

- Tarzı nasıl değişti Türk kadınının? Eskiden Hollywood yıldızlarının stillerini takip ederken şimdi daha özgün olabilen kadınlar var sanki…

Evet, çünkü bireysellik sosyal medya ile gelişti. Sosyal medyayı sürekli kötülemekten yana değilim. Önemli işlevleri var ve yarattığı ciddi problemler de var. Keşke iyi taraflarını alıp kötü taraflarını bertaraf edebilsek… İyi taraflarından biri, bireysel tarzı öne çıkartması. Eskiden markalar “yüksek markalar / sokak markası” olarak ayrılıyordu. Şimdi bunlar kimsenin umrunda değil. İstediğin yere istediğini giyebiliyorsun. Kişilerin kendini bulması, çeşitlenmesi buradaki gençleri de etkiledi. Çok net görülüyor bu. Sezonluk stilleri sevmiyorsa onları uygulamıyor, bu çok güzel. Türkiye’deki kadınlar da artık daha özgüvenli ve daha kendilerine has artık.

"İstanbul’un kalbinin atmadığı dönemler gördük"

- Türkiyeli modacılar bir dönem çok yükselişteydi ama sonra ani bir kesilme oldu. Bu ülkemizde son 10 yılda yaşanan kültür-sanat etkinliklerinin kesilmesiyle aynı paralelde olan bir durum mu yoksa başka nedenleri var mı?

Bir ülkenin morali herkesi ve her şeyi etkiliyor. Yaratıcı sektörler 2010’lardan itibaren bir depresyona girdi. İstanbul’un kalbinin atmadığı bir dönem yaşadık biz. Moda haftaları, etkinlikler üst üste iptal oldu. Hiç kimse bir projeye başlayamadı, önümüzü göremedik. Özellikle yaratıcı sektörlerde çalışanlar yurt dışına gitti. Sonuçta Türkiye’de modanın kalbi İstanbul ve İstanbul’un kalbinin atmadığı noktada buradan nasıl çıkabilir ki modacılar? Ama bu hep böyle devam edecek değil. Bir de mesela farklı alanlarda sürpriz çıkışlar oldu. Türkiye’den çıkan çanta ve takı markaları çok önemli bir yere geldi. Biz hep hazır giyim markalarını takip ediyoruz ama aslında defile yapmayan ama çok iyi satış noktalarında, iyi cirolara ulaşan Türk markaları var ve aksesuarlar da bunların arasında önde. Bir de plaj giyiminde çok öndeyiz. O yüzden Türk moda sektörünün düşüşe geçtiğini düşünmüyorum, kabuk değiştirdi. Yine de tabii ki yaratıcı topluluklar yara aldı…

- Modacı demişken sormadan olmaz, Vogue Türkiye’de ilk tanıtımlarda epey doğru bir isim olarak çok sevgili Hüseyin Çağlayan vardı ve “Bence Vööög” deyişi uzun süre dillere pelesenk olmuştu. Bugün olsa kesinlikle meme’leri yapılırdı. Bu bilinçli bir tanıtım stratejisi miydi?

Planlanmış değildi ama olacakları yolda fark etmiştik. O dönemde sevgili Serdar Erener’le kampanya için çalışmıştık. Hüseyin Çağlayan konusunda hepimiz hemfikir olduk. Hüseyin’le görüşüldü, kabul etti, metinler yazıldı, seslendirmeye girdi. Seslendirmeden bir geldi, dinliyorum; “Vöög” diyor… Kıbrıs asıllı olduğu için aksanı var. “Bu aksanı ne yapacağız Serdar, olur mu sence?” dedim. “Ya Seda” dedi, “Bence tam da bu nedenle olacak.” Serdar’ın reklam dahiliği orada ortaya çıktı. O bildi, ben bilemedim.

- Bundan dolayı yaşadığınız bir olay oldu mu?

İlk dönemlerde bize telefonlar geliyordu, bizimle çalışmak istediğini söyleyen kişilerden ve “Ben Vöög dergisinde çalışmak istiyorum” diyen o kadar çok kişi oldu ki… “Herhalde biz bunca zaman yanlış biliyorduk, bari doğrusunu söyleyelim” diye düşünmüşler… Ama çok başarılı bir kampanya oldu. Hem Serdar’ın hem Hüseyin’in etkisiyle.

- Peki 11 senenin sonunda sizin için Vogue nedir?

Aklıma ilk gelen şeyi söyleyeceğim: “Yaratıcı güç”. Veda yazısını yazarken bu aklıma geldi… Yaptığımız iş nasıl bir iş? Gerçekten yaratıcı bir güç. Daha çok yaratanlara verilen bir güç. Siz her ay bir dergi yapıyorsunuz ama bir şey yaratmıyorsunuz; tüm o yaratım sürecine, yaratıcı insanlara destek veriyorsunuz. O yüzden Vogue bence yaratıcı güç. Vogue şaşaa, pırıltı değil… Özü çok daha derin.

"Bavul taşımaya hazır mısınız?"

- Medyayı tanımayanlar için sorayım, Vogue’da çalışan birinin hayatı tam o dediğiniz şaşaalı çekimler, ünlülerle arkadaşlıklar, gezme, eğlenmeden ibaret görünüyor. Gerçekte neler var?

Bunlar var. Bunlar yok ve biz sadece çalışıyoruz dersek yalan olur. Gerçekten çok şaşaalı davetler, seyahatler, ünlülerle yakın temas var ama işin ağırlığı o değil. Benim Vogue’da moda anlamında çalışmak isteyenlere ilk sorduğum hep “Bavul taşımaya hazır mısın” oldu. Her sene yüzlerce, binlerce başvuru oluyor ve stajyer alıyoruz. Bir sene yine bir stajyer gelmiş, çekime yollamışız. Ertesi gün annesi editörü arıyor ve “Ben kızımı size eczaneye gönderip kadın pedi aldırın diye mi gönderdim” diye soruyor. “Evet, kadın pedi alacak” demiş editör de… Dışarıda çekim olduğu zaman, çekimde kullanılan ayakkabıların altına yaprak ped yapıştırılır ayakkabı zarar görmesin diye. Tabii ki stajyer eczaneye gidecek ve o pedi alacak. O anne kızının Vogue’a girince hemen Anna Wintour’la yemek yiyeceğini mi düşünüyordu artık bilemiyorum. Bir moda çekimi yapacaksanız belki 10 saat boyunca güneşin altında duracaksınız. Bavul taşıyacaksınız, gerekirse de kadın pedi alıp ayakkabının altına da yapıştıracaksınız. Bir de son dönemde bütçeler kısıldıkça o yaratıcılığı dar bütçelerle sürdürmek büyük bir emek oldu. Tüm ekip arkadaşlarım çok emek verdi. Mekânları bulmak, ikna edebilmek, aksesuarları bir araya getirmek, ışıkları ayarlamak derken her şey büyük bir emek. Siz sonuçta dergide 12 tane fotoğraf görüyorsunuz ama o 12 fotoğraf çıkana kadar inanılmaz bir ekip emeği oluyor. Bütçeler kısıldığından beri yoktan var ediliyor her şey.

- Peki moda haftalarının iç yüzü nasıl?

Moda haftaları çok ağır bir iş dönemi. Tabii ki her gece katılmanız gereken bir parti oluyor, çok şık insanlarla bir araya geliyorsunuz. Harika mekânlara giriyorsunuz, önemli sanatçılarla karşılaşıyorsunuz. Bunların hepsi doğru ama bu dışarıdan görülen yüzü. Editör olarak orada bulunduğunuzda bazen 8 tane defileye, 4 tane toplantıya gitmeniz gerekiyor; çünkü fotoğrafçılarla, model ajanslarıyla görüşmeniz gerekiyor, akşam da yine şık şık giyinip topuklu ayakkabılarla partiye katılmanız şart. Ertesi gün aynı tempo sabah 8’de başlıyor. Ben 21 kez moda haftalarına gittim, en az 17’sinin dönüşünde hasta olmuşumdur, çünkü bünye bitiyor. Ama tabii çok eğlendik. Bir gün bunları yazar mıyım bilmiyorum… Bir de biz bir dönüşüme şahit olduk. Dönüşüm dönemleri de heyecanlı dönemler. Ben ilk kez bloggerların Dolce & Gabbana defilesinde front row’a oturtulduğu anı ve diğer arkadaşların onlara verdiği tepkileri birinci gözden görüp yaşadım.

"Moda dünyası olarak hiçbir zaman tam olarak aklanmayacağız"

- Front row ahalisi değişirken moda haftalarına bakış da değişti. Artık moda haftalarının çevreye, sürdürülebilirliğe etkileri tartışılıyor…

Evet, ciddi bir kesim artık moda haftalarının dünyanın geldiği noktada kaynak israfı olduğunu düşünüyor. Haklı oldukları noktalar var. Karbon ayak izi inanılmaz. O kadar modelin, izleyicinin uçması, 15 dakikalık bir şov için dökülen paralar… Bir yandan evet biz moda dünyası olarak bu hayali yaşatmak zorundayız, çünkü moda dünyası bir hayal satıyor, bir arzu nesnesi oluşturmaya çalışıyor. O yüzden çok iyi bir araç ama belki şekil değiştirmesi gereklidir.

- Aslında tamamen kadın değişiyor… Victoria’s Secret defileleri iptal edildi…

Çok şükür!

- Tabii ki çok şükür. Ancak şimdi kadınlara uygulanan metalaştırma erkeklere uygulanıyor. Dergilerden filmlere her yerde çıplak kaslı erkek vücutları var…

Bu bitmeyen bir mücadele bence. Hiçbir zaman moda dünyası olarak tam aklanmayacağız. Ama mücadele etmeye, çaba göstermeye devam etmek gerekiyor. Dünyada birçok şeyde bu böyle. Ekonomik düzen de aynı şekilde. Birileri bir konuda mücadele ediyor, değişim başlıyor, başka biri başka yerden mücadeleye başlıyor… “Sürdürülebilirlik” şu anda moda dünyasında çok ciddi bir mesele. Hatta içimiz dışımız bu konu oldu ama trend olup geçmemesi gereken bir kelime. Mümkünse kalıcı bir farkındalık olsun. Hiçbir zaman tam olarak suçtan arındım artık pür-i pak oldum diyemeyiz. Diyemeyeceğiz de.

- Sürdürülebilirlik moda endüstrisini baltalayan bir kavram değil mi?

Moda endüstrisini baltalayan o kadar çok şey var ki… Sürdürülebilirlik baltalıyor demeyeyim de bazı markaların değişmesine sebep oluyor. Bazı materyaller kullanılamayacak. Tabii ki bazı markalar son bulacak, çünkü artık insanların hoşuna gitmemeye başlayacak. Çok ciddi bir değişimin eşiğindeyiz. Gençlerin tüketim anlayışları çok değişiyor.

"Estetik kanayan bir yara"

- Gençlerin estetik anlayışı ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Fiziksel olarak belli bir yaş grubu tek tipleşmiş durumda…

O konu gerçekten kanayan bir yara. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Sosyal medyanın kötü yanlarından biri de bu işte. İyi yanlarını, demokratikleşmesini konuştuk ama bu da kötü yanlarından biri. Güzellik anlayışındaki baskı. Herkes birbirine benziyor. Olamaz böyle bir şey. Ben bazı kişilere bakamıyorum artık. İşin kötü tarafı bu hastalık gibi, hiç sonu gelmiyor. Bu arada estetiğe karşı değilim, yanlış anlaşılmasın. Kişiler görünümlerinden memnun değillerse, öyle daha mutlu olacaklarsa tabii ki yaptırsınlar ama bunu şuursuz bir baskıyla yapmaları beni rahatsız ediyor.

- Öte yandan Gucci’nin yeni yüzü olan model Armine Harutyunyan gibi kendine has modellerin devrindeyiz…

Evet. Güzellik normlarının değişmesi, çeşitlilik Vogue yayın yönetmenleri olarak hep üstünde durduğumuz bir konuydu. Keşke daha çok proje olsa ve tek bir güzellik anlayışı ile gelen estetik ihtiyacından uzaklaşsak…

"Hobi olarak yazmaya devam edeceğim"

- Sosyal medyanın kötü yönlerinden bahsederken, basını öldüren faktörlerden biri olduğunu da söylemek lazım ama aslında dergiciliğe olumlu etkileri de oldu… Normalde Vogue gibi bir dergiyi almayacak, belki alamayacak olan bir kadın Instagram’dan derginin hesabını takip etmeye başladı ve o kültüre aşina oldu.

Kesinlikle bence birbirini çok destekledi. Ben bu işe başladığımdan beri hep aynı şeyi söylüyorum. Dijital geliyor, dergicilik yok olmuyor, bunlar birbirini besliyor ama şekli değişiyor; değişmeye de devam ediyor. Sosyal medyada yüzeysel şeyler de var ama bazı hesaplar var ki çok nitelikli bilgiler veriyor, çok iyi bakış açısı sunuyor, iyi bir kreasyon sunuyor. Ama genelinde sosyal medyada bir yüzeysellik olduğunu biliyoruz. Bu yüzeyselliğin tam da karşıtında olan, daha derinlikli mecraların yaşayacağını düşünüyorum. Her ay çıksın diye sayfaları doldurulan yayınlar değil; daha az sıklıkta çıkan ama daha nitelikli yazıların, daha çarpıcı fotoğrafların, daha iyi kalitede bir kağıdın, tasarımın olduğu yayınlar basılı medyayı yönetecek diye düşünüyorum.

- O halde daha çok dergi veda edecek medyaya…

Evet, çünkü bu hızlı tüketime ihtiyaç yok artık. Zaten her yerde var, sosyal medyada zaten tüketiyoruz her şeyi. Yayıncı olarak biraz daha karşı tarafta durmanız gerekiyor. Dergilerin artık varlıklarını sürdürebilmek için o tüketim ve hız yarışına girmemeleri gerekiyor. 

- Çare “slow journalism” yani…

Aynen öyle ve bence bunun alıcısı, özleyeni, seveni, bırakmayacak olanı var. O yüzden dergilerin biteceği görüşünde değilim ama format değişeceği görüşündeyim.

- O halde sizin yeni dergi planlarınız var mı?

Ben yazmayı çok seviyorum ama artık hobi olarak yazmaya devam edeceğim. Özellikle seyahat ve iyi yaşam üzerine yazılar yazmaya devam edeceğim. Son Vogue editör yazısında artık herkes en az 6 iş yapacak demiştim, bunda kendimi tenzih etmiyorum. Aklımda birden fazla alan var ama medya artık hobi gibi olacak.

"Gençler bir çanta daha almak istemiyorlar"

- 11 yıllık Vogue Türkiye arşivine bakan biri Türkiye ve dünyaya dair neler görecek?

Zor soru. Vogue’da “Metropol” çok önem verdiğimiz ve yeni yeteneklere yer açtığımız bir bölümdü. Keşke biri o bölümlere baştan sona baksa ve hangi yeni yetenekler gelmiş, kimler ilerlemiş bir baksa… Yoksa moda tabii ki değişiyor. Modanın değişmesi beklenir bir mesele. Teknoloji nasıl değişmiş, sosyal medya nasıl hayatımıza dahil olmuş, dil nasıl değişmiş ciddi bir inceleme gerektirir.

- Bundan sonra neler yapacaksınız? Medya hobi olacak dediniz… Neler var aklınızda?

Üç farklı alanda projeler üstüne çalışıyorum. Biri iş geliştirme ve marka yönetimi. Zaten en iyi bildiğim şey. Çok umut vaat eden Türk markalar ile tanıştım ve bunlardan hikâyesi olan, gerçekten inandığım, uluslararası pazarda markalaşmasına destek olabileceklerim var. Aynı zamanda büyük bir Türk şirketine marka algısı ve konumlaması için danışmanlık vermeye başlıyorum. Bu işbirliklerindeki temel hedeflerimden biri bir yanda iş gelişirken diğer yanda da hem toplum, hem de üstünde yaşadığımız bu narin gezegen için pozitif etki (positive impact) yaratmalarına destek olabilmek. Bir de kendim için “yeni” olarak tanımladığım buna ek olarak iki alan daha var aklımda. Biri deneyim. Seyahat ve iyi yaşamak ekseninde deneyimlerden bahsediyorum. Zaten benim gözlemime göre, gençler bir çanta daha almak istemiyorlar, umurlarında da değil. Onun yerine hiç unutamayacakları bir üç gün geçirmek istiyorlar. Ama bu da havuz, parti gibi etkinliklerle değil. “Transformative tatil” denilen, sizi gerçekten değiştiren, dönüşüm içine sokan deneyimlere merakım var. Eşim de turizmci zaten. Onunla beraber planladığımız işler var. Ben bu “anlamlı deneyimler”in, ürünlere oranla çok daha yükselişte olacağına inanıyorum. Bir de eğitim alanına eğilmek istiyorum. Akademisyen geçmişim de var ve var olan eğitim modellerinin artık sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Bu çocuklara o kadar para dökülüyor, üniversitelere gidiyorlar ama sonra ne meslek kalıyor ne iş bulabiliyorlar. Çok daha farklı eğitim modelleri çıkması gerektiğini düşünüyorum. Buna kafa yoruyorum. Çözümün parçası olabilirsem ne kadar güzel. Tohumlar attık, yeşermesini bekliyoruz diyeyim.

- Umarım hepsini gerçekleştirirsiniz! Merakla takip ediyor olacağız.

Hepsini yapamayacağımı biliyorum ama hepsine beraber başlayıp hangisini daha tutkuyla yapacağımı ve daha iyi gideceğini görmek istiyorum. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki; tek bir şeye takılıp sonra “aa yanlış şeymiş” demektense, neyin daha iyi olacağını deneyip bulmaktan yanayım. Mükemmeliyete takılırsan olmuyor. Başlayacaksın, bakacaksın karşılığı var o zaman bir adım daha atacaksın. Baktın yine karşılık var bir adım daha… Artık her şeyi tamamen hazırlayıp öyle kamuoyuna sunma devri geçti…


Fotoğraflar: Barbaros Cangürgel