14 Şubat 2014 19:45
Milliyet Genel Yayın Yönetmenliği'nden alındıktan sonra köşesinin de kapatıldığı gazeteyle yolları ayrılan Derya Sazak'ın, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Hasan Cemal'i hedef alarak dile getirdiği "Batsın senin gazeteciliğin" sözlerine gönderme yapan "Batsın Böyle Gazetecilik" kitabında anlattıkları tartışılıyor.
Sazak, Medyaradar'dan Alev Gürsoy Cimin'e verdiği söyleşide, Başbakan'ın araması üzerine "paniklediğini" vurguladığı gazetenin patronu Erdoğan Demirören'in "Hasan Cemal'i atalım" dediğini açıkladı. Diğer yandan Hasan Cemal'i, Milliyet'te yayımlanmayan son yazısı T24'te çıkınca "tepesi atarak işten çıkardığını" söyleyen Sazak, gazetede patronun bazı haber konularına çektiği kırmızı çizgileri de dile getirdi. Sazak, "Ormandı, AVM'ydi, ulaştırmaydı, bayındırlık ve çevre gibi Demirören'in hassas olduğu ve ucu onlara dokunan haberleri yapmazdık. Çünkü bu haberleri yaptığımızda olay oluyordu" dedi. Sazak, gazeteyi yönetirkenki çizgisini ise "Ben en iyi dönemimi yaşadım, ne sansür, otosansür yaptım" iddiasıyla açıkladı.
Derya Sazak'ın, Medyaradar'da yayımlanan söyleşisinin bir bölümü şöyle:
Derya Bey, medyaya “ses bombası” düştü. Türkiye günlerdir bu ses kayıtlarını konuşuyor. Siz de en zor dönemde genel yayın yönetmenliği yaptınız, hem de Milliyet gibi çok önemli bir gazetede. Öncelikle Fatih Altaylı'yı sorarak başlamak istiyorum. Ne düşünüyorsunuz?
İktidarın medyaya ne denli baskı yaptığı zaten biliniyordu. Bu son yaşananlar da malumun ilanı oldu. Medyanın iktidar tarafından ağır bir kuşatma altına alınması, ağır baskı yapılması, haberlere müdahale edilmesi çok daha net ortaya konuldu. Bu baskı zaten biliniyordu ancak ses tapeleriyle kayıt altına alındı diye düşünüyorum. Başbakan’ın Fas’tan arayıp bir alt yazıya müdahale etmesi, Fatih Altaylı’nın anlattıkları ve yaşadıkları korkunç gerçekler. Artık bunlar gizlenemez ve tahammül edilemez gerçekler haline geldi.
Bu tarihte belki de bir ilkti, herkes ekranlarda bir genel yayın yönetmeninin isyanını dinledi. “Baskı ete kemiğe büründü” diyen bir genel yayın yönetmeninin. Ne düşündünüz o an?
Bence Fatih, çok cesur davrandı. Açıklaması, o ekrana çıkmayı kabul etmesi, Umur’a sahip çıkması ve o yazıyı basması çok önemliydi. Ben Fatih’in asla gitmesini istemem. Bence gitmemeli. Medya çok zor ve kötü günlerden geçiyor. Genel yayın yönetmenlerine kadar herkes isyan ediyor.
Sizin de isyan ettiğiniz günler oldu mu?
Bu isyan duygusu aslında hepimizde var. Çünkü hepimizin ağırına giden çok fazla olay yaşandı.
Mesela?
Bakın Alev Hanım, bizim Milliyet’te başımıza gelen de budur. Şimdi ben yönetmiş olduğum bu gazetenin serüvenini yazdığım kitapta bizzat anlatıyorum. Her şeyi çok açık yazdım. Kitabın adını da “Batsın Böyle Gazetecilik” koyduk.
Başbakan sizin gazeteye yönelik kullanmıştı bu söylemi, siz de oradan mı yola çıktınız?
Hatırlarsanız -gerçi unutulacak gibi de değil-, biz İmralı tutanaklarını yayınladığımızda Başbakan bu sözü etmişti. Bana göre çok önemli, çok tarihsel bir haberdi. Neden tarihseldi? Çünkü Türkiye Kürt sorununun çözümünde çok ciddi bir adım atıyordu ve ilk defa İmralı’da Öcalan ile görüşmeler başladı. Daha önce bu görüşmeler MİT üzerinden gerçekleşiyordu ve Oslo sürecinin dışarıya vurulmasıyla süreç kesintiye uğramıştı. Ama tekrar BDP heyeti İmralı’ya gidince süreç yeniden hareketlendi ve bizim Ankara’daki parlamento muhabirimiz Namık Durukan da bu görüşmelerin tutanaklarına ulaşınca hiç tereddütsüz yayınladık.
Büyük bir habercilik miydi size göre o İmralı tutanakları?
Büyük haberin ve haberciliğin başka bir tanımı yok. Elbette çok önemliydi. Bu 30 yıldır Türkiye kamuoyunu birinci dereceden ilgilendirmiş ve 50 bin insanımızın hayatına mal olmuş, bir sorunun çözümüne dair yapılan bir görüşmenin tam metniydi. O metnin ele geçirilip de yayınlanmaması mümkün mü? Bence asıl yayınlanmaması suç olurdu. O bir gazetecilik ayıbı olurdu. Biz ne yaptık? Yayınladık. Başbakan adımızı sabotajcıya, vatan hainine çıkardı. Ulusal sırları deşifre etmekle suçladı. Wikileaks belgeleri yayınlandı, o dahi internet ağları üzerinden dolaşıma konulmasına rağmen, hükümetlerin gizli bilgilerini ortaya çıkarmasına rağmen gazetecilik olarak gösterildi. Şimdi siz parlamentodaki bir partiden isimlerin İmralı’ya gitmesine izin vereceksiniz, onlar görüşecek ve o görüşmenin içeriği Türkiye’nin bundan sonraki gündemine damga vuracak ağırlıkta ve ciddiyette olacak ve biz de bunu açıklayınca saçma sapan tepkiler vereceksiniz. Gazeteyi sallamaya başlayacaksınız. Kim salladı? Başbakan çıktı Balıkesir meydanında “Batsın böyle gazetecilik, batsın sizin gazeteciliğiniz” diye bize en ağır sözlerle saldırdı. Biz bu yüzden benim 40 yıllık meslek ustam Hasan Cemal’i kaybettik.
Siz gönderdiniz ama Hasan Cemal’i?
Evet onu da anlatacağım ama öncesinde yaşanan gelişmeleri anlatmam lazım. Başbakan’ın ve Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın beni arayarak, gazetenin sahibi Erdoğan Demirören’i arayarak yaptığı baskılar var. Bu kitapta tüm baskıları anlattım. Biz bu baskılardan olabildiğince gazetemizi, yazarlarımızı, muhabir arkadaşlarımızı korumaya çalıştık. Hakikaten bu konuda çok büyük bir mücadele verdim. Başbakan’ın bu sert çıkışları nedeniyle sektörde çok tecrübeli olmayan patronlarımız da panikledi, korktu, o panikle ne yapacaklarını şaşırdı.
Ne yaptı patronlar peki sonrasında ve siz ne yaşadınız?
Bir kez kimyaları bozulmuş, moral olarak çökmüşler, Başbakan’ın telefondaki fırçalarıyla panikleşmişlerdi. Fatih Altaylı’nın bu son olayda başına gelenleri biz de yaşadık. Ama bizim durumumuz biraz farklıydı. Mesela Başbakan açıp direkt Genel Yayın yönetmenine konuşmuyor, patronu arıyor, azarlıyordu. 40 yıldır bu işi yapıyorum, bu dalgaları aşmak başka bir şey, patronu panikletmek ve patron üzerinden gazetecileri cendereye almak başka bir şey. Şimdi hükümet bizim gruba hep patron üzerinden geldi. O daha beter bir durumdu.
Başbakan’ın telefonu üzerine panik olan Erdoğan Demirören “Hasan’ı gönderelim” dedi. Hasan Cemal ile biz zaten bu meseleleri konuştuğumuz için, Namık Durukan’a destek vermek için 4 kişi yazı yazmıştık. Ben, Hasan Cemal, o dönem gazetemizin Ankara temsilcisi olan Fikret Bila ve gazetemizin başyazarı Güneri Civaoğlu... Bunun bir gazetecilik olayı olduğunu anlattık. Hükümet bunun içeriğini değil de nereden sızdırıldığını dert etti. Biz de bunun bir gazetecilik refleksi olduğunu anlattık. Biz kaynağımızı açıklamak zorunda değiliz. Ben muhabirime inanmışım haber doğru, kalkmışlar bize “Bunu nasıl verirsiniz?” diyorlar. Yahu bu editöryal bir tercih, kim buna müdahale edebilir? Burada Hasan Cemal’i asla feda etmezdik ama süreç 10 gün sürdü. Hasan Ağabey birinci günkü yazısının ardından ikinci yazısıyla Başbakan’ı iyice kızdırdı. Bu yazı gayet de iyi niyetle yazılmıştı. “Biz habercilik yapalım, siz siyaset yapın” diyordu aslında. Ama Yalçın Akdoğan köşesinden, yandaş medya manşetlerinden bize saldırıyor, “sabotaj” deyip duruyorlardı.
Orada herkesi korumak benim görevimdi. Kimsenin burnu kanamamalı, kimse üzülmemeli, zarar görmemeliydi. Hasan Cemal bana telefon açtı. Pazar günü yazısı vardı, hadiseler yatışana kadar kendisi yazmamayı teklif etti ben de reddettim. “Biraz bekleyelim” dedim. Başbakan da üzerimize gelmeye devam ediyor, olay büyüyor ve her geçen gün tırmanıyordu. Hasan Ağabey yazmamaya başladı. Benim ve 3 arkadaşın daha istifa edeceği söylentileri ortaya atılmıştı, Hasan Cemal’le telefonda görüştük. Bana “Sakın istifa etme” dedi. Ben de ona “Sakın bu nedenle kırılma, birkaç güne yazmaya başlarsın” dedim. Çünkü ilk karar “Hasan Cemal yazmasın” olarak bana dönmüştü Erdoğan Demirören tarafından, ben kabul etmemiştim. Hatta Can Dündar’ın da izne ayrılması istenmişti, ona da karşı çıktım. Hasan Ağabey, birkaç gün yazmayınca “Beni cezalandırdılar” diye tepki gösterdi ancak biz 10 gün boyunca onunla telefonda görüşmelerimizi sürdürdük. Hatta 3 kişi birden gazeteyi bırakırız diye rest çektim. Erdoğan Demirören de gitti bunu Başbakan Erdoğan’a anlattı. Sonra geldiler “Hayır biz sizinle devam ediyoruz” dediler.
Bu arada saldırılar da tüm hızıyla sürüyordu. Ama şöyle de bir tezat var. Çok büyük habercilik olunca tüm gazetelerin manşetinde de bizim haber vardı. Yani hem eleştiriyorlar hem de haberimizi kullanmaya devam ediyorlardı. 2013 Mart ayında internet medyası dahil herkes bu haberi konuşuyordu. Sonra bu 10 günün sonunda Hasan Cemal ile ilgili bu belirsizliği ortadan kaldırmak üzere Demirören ile konuştum. Çünkü Hasan Ağabey de başlamak istiyordu. Yazıyı geçti. Ardından ben evine gittim. Baktım yazının ilk bölümü o kavgaya yol açan ve bizim koymadığımız yazının aynısı! Ben de dedim ki “Bir giriş yap ama burada ısrar etme”, o da " Yok sen bunu bas” dedi.
Gerilimi tırmandıracak bir yazıydı bu. Başbakan Erdoğan’a yanıt veriyordu, hatta ikinci bölümde de Demirören sermayesi üzerine bir analiz yapmış. O gazeteyi niye aldın demeye getiren türden bir yazıydı bu. Ben de bunu bugün konuşmanın çok fazla bir anlamı yok dedim. Bakın başka bir zaman olsa, bir konferansta olsa, hatta o yazı o gün değil de bir ay sonra yazılsa hiç sorun olmazdı. Ben krizi aşmışken buna ne gerek vardı? Dolayısıyla “Yaşadığımız bu şoka karşı patron arkamızda durabildiği kadar durdu, onu da bir kez daha hedef göstermek olmaz, şu yazını bir kez daha gözden geçir” dedim ama o “Olmaz, arkadaşlarım bekliyor” dedi. Ve o yazıyı gidip t24’te yayınladı. Tabii benim tepem attı. Hasan Cemal’i işten çıkardım. O bu nedenle bana tepki gösterdi ve hâlâ da konuşmuyoruz.
Üzülüyor musunuz?
Beni bu dönemde yaralayan tek olay budur. Ne gazeteden ayrılmam, ne köşemi kaybetmem, hiçbiri değil bir tek bu üzdü. Ama iyi ki hep beraber ayrılmamışız o süreçte. Türkiye benim 35- 40 yıllık gazetecilik hayatımda görmediğim Gezi olaylarını gördü.
Siz de Gezi’deydiniz değil mi?
Elbette, hem de muhabirlerimle. Sağımızdan solumuzdan fişekler, gazlar yağıyordu. 17 gün o meydanda kaldık. Can Dündar’la da gittik. Manşetlerimizde hep Gezi vardı, haberi asla saklamadık. Hakkıyla verdik. Asıl Gezi bizim ipimizi çekti.
Gezizedelerden biri de sizsiniz yani?
Elbette ki öyle... Can’ı Gezi’ye de Mısır’a da ben gönderdim. Sonra tutup işten mi atacaktım? Dönüp patron bana “Can’ı gönder” dedi. “Siz bunu unutun” dedim. Düşünsenize böyle bir şeyin olması mümkün mü? 3 ay önce Hasan Cemal’i gönderdik, 3 ay sonrada Can Dündar’ı göndereceğiz, sonra nasıl bu gazete çıkacak? Böyle bir gazete ve gazetecilik var mı? “Ben bir kere Can’ı atmam. Çünkü Can konusunda ısrar ederseniz ben giderim. Bu ısrarı kaldırın, bu doğru bir şey değil” dedim. Can ile Divan Otel’de bile birlikteydik. Bize evinize gidin dediler, eve gidip Fashion TV mi izleyecektik orada insanlar ölümle burun burunayken? Divan Otel’de insanlık dışı olaylar yaşanırken?
Gezi’den dolayı çok fırça yediniz mi?
Tabii ki. Bizi Gezi nedeniyle götürdüler. Can’ı atmayacağım ortaya çıktı. Kaldı ki atma lafı bile bana çok çirkin geliyor. Ardından da “Sen gideceksin, hükümet seni istemiyor” dedi patron. Ben de “Karar verin, hangimizi istemiyor, biz gidince siz ne yapacaksınız, nasıl olacaksınız?” diye sordum. Bu İmralı ile başlayan Gezi ile son bulan… Yalçın Akdoğan ile başlayan, Hüseyin Çelik ile devam eden ve Başbakan ile son bulan bir zincir. Siz hükümetten birinin bizimle ilgili tek bir açıklamasını duydunuz mu? Duymadınız, peki neden sonra çıkıp Hasan Cemal’in gönderilmesi yanlıştı diyor? Neden biz gittikten sonra “Biz yokuz, biz yapmadık” dediler. Hiç samimi değil. Çünkü bizlerin gidişi hükümetin patrona yaptığı baskılar sonucu gerçekleşti.
O koltuk ve o baskılar yordu mu sizi hiç?
Çok yorulmuş, çok yıpranmıştım. Güvenim de kalmamıştı. Ancak şu var: Baskı altında değildim demiyorum ama hiçbir zaman hayıflanarak gazetecilik yapmadım. Ben güle oynaya bir Milliyet Gazetesi çıkardım.
Yani baskıya direndiniz?
Direnme sözünü uygun bulmuyorum. Biz yapmamız gerekeni en iyi şekilde yaptık. Baskıya rağmen heyecanla, coşkuyla gerçek anlamda gazetecilik yaptık. 9 ay boyunca reklâmından tutun ilan ve bulmaca sayfasına ve manşetine kadar hepsi benim emeğimdi ve hiçbir satırına ne patron ne de hükümetten birini karıştırmadım. Tek bir satır dışarı atılmadı. Sansür diye bir şey olmadı. Sadece Hasan Cemal’in girmeyen yazısı var. Bir de Can’ın yazısından bir bölüm.
Yani son derece özgür bir gazeteydi öyle mi?
Hayır, bazı kırmızı çizgiler vardı elbette ki. Kitapta da var bu. Ormandı, AVM’ydi, ulaştırmaydı, bayındırlık ve çevre gibi Demirören’in hassas olduğu ve ucu onlara dokunan haberleri yapmazdık çünkü bu haberleri yaptığımızda olay oluyordu. Bir kez benden böyle haber yüzünden Antalya Temsilcimizi atmamızı istediler ben de yapmadım. Bu mümkün mü? Talimatla adam atmak sözcüğü bile dehşet verici…
Milliyet'in logosunun altında "Basında Güven" yazıyor. Var mı o güven hâlâ?
Bunu yeni dönem yöneticilerine soracaksınız. Ben bunu ezdirmeden, çiğnetmeden bina içerisinde yaptım.
Sizin peki bina içerisinde Fatih Saraçlarınız var mıydı?
Yok asla. Ben çok ters bir adamım herhalde benim yanımda öyle birileri olsa camdan atardım. Benim yanımda bu gibi adamların olması mümkün müdür? Asla bu tarz insanlarla çalışmam, çalıştırmam. Benim yanımda paralel yapılar olmaz. Ben olurum, bir de benim sorumlu olduğum gazete sahibi vardır. Benim olduğum yerde birinci, ikinci hayaletler, gölgeler yoktur.
Çok ilginç. Hiç mi iktidara yakın bir isim yoktu yanınızda yörenizde?
Yoktu ama gazeteye Yiğit Bulut’u koymak istediler; ama yapamadılar.
Siz Fatih Altaylı’nın yerinde olsaydınız ne yapardınız?
İstifa ederdim elbette. Orada duramazdım, çünkü Fatih Saraç gibi birinin olduğu yerde çalışmak gibi bir lüksüm olamazdı benim.
Ama “Meydan havuzculara mı kalsın hepimiz istifa edelim de” diyor Fatih Altaylı da?
Bakın bu duyguyu ben de yaşadım. Yayın yönetmenliği bu mesleğin zirvesi. En zor iş onların işi… Milliyet’in yayın yönetmenliği bana teklif edildiğinde hiç tereddütsüz kabul ettim. Çünkü Türkiye’de gazetecilik yapılmıyor, yaptırılmıyor. Ben ise “Burada yarı suçlu hükümet ise yarı suçlu da biz gazeteciler” dedim. Çünkü biz gazetecilik yapmak istemiyoruz, kendi alanımızı sürekli sınırlıyoruz. Haberden korkuluyor. Ben kendi şahsım adına şunu söylemek isterim: Hiçbir haberi saklamadım, haber neyse hakkıyla verdik.
Tehlikeli olan ne bir gazeteci için peki?
Haberleri saklamadan, çarpıtmadan haber gibi görmek... Talimat gazeteciliği yaparsanız hiçbir sorun yok. Yalçın Akdoğan’a, Hüseyin Çelik’e, Başbakan’a sorarsanız gireceğiniz haberlerinizi ihya olursunuz, hükümet tarafından sevilirsiniz. Yandaş gazeteci olunca sorun da olmuyor. Bakın Star Gazetesi’nden Mustafa Karaalioğlu, gazetede birkaç gündür diyor ki “Ergenekoncu, Cemaatçi, laik kesimlerin medyası olacak da yüzde 50’nin olmayacak mı?” Olsun tabii ki. Neden olmasın? Ama sen yüzde 50’yi temsil ediyorsan diğer taraftaki yüzde 50’den ne istiyorsun? Ben Milliyet olarak sizin mahallenize mi sesleniyorum? Hayır. Kaldı ki ben bu hükümetin pek çok reformist politikasını destekleyen bir gazeteciydim. Hâlâ da öyleyim.
Yani pişman değilsiniz?
Hayır, reformlar yönüyle asla değilim ama şunu da itiraf etmeliyim; bu kadar otoriterliğe, oligarşik bir yapıya sürükleneceğini düşünemezdim. Tayyip Bey çevresindeki danışmanlarınca bir korku çemberine hapsedildi. Bu Yiğit Bulut gibi isimlerin telekinezi tezleri ile kontrol edilemez bir ruh haline büründü. Eskiden Tayyip Erdoğan, yüzü gülen, daha keyifli bir insandı. Gezi’de o kadar komplo teorisi üretip, 7 gencin hayatını karartacağına, gençlerin üzerine polis salacağına o meşhur Tunus gezisinden döndükten sonra o parkta gençlerle bir çay içse belki her şey çok daha başka olacaktı. Reformlar, Anayasa değişikliği bir ara çok değerliydi ama şimdi değil. Burada en büyük yıpranmayı da biz gazeteciler yaşıyoruz. Böyle bir şey sürdürülemez, nasıl ki gazete patronları gazetecilik yapmadan bu gazeteleri sürdüremezlerse. Çünkü her şeyi kararttığınızda halk da sizi karartır, okumaz, internete gider. Zaten bambaşka bir teknolojik çağa geçmişiz. Yazılı basın güç bela ayakta duruyor. Bu baskılarla devam ederse iktidar da sürmez.
Başbakan’ın medya üzerinde büyük bir egemenliği söz konusu mu sizce?
Bu medyanın genel yayın yönetmeni bence Erdoğan. En hafif deyimiyle bunu söyleyebilirim. Çünkü gündemi belirliyor, gazetelere ayar veriyor. Maşallah taa Fas’tan alt yazıları bile denetliyor. Birçok genel yayın yönetmenine taş çıkarır bu haliyle.
Şimdi bir eleştirim olacak ama sadece size değil, siz ve sizin konumunuzda olan bütün genel yayın yönetmenlerine. O koltuklarda oturduğunuzda hiç sesiniz çıkmazken, koltuktan inince mi medyaya baskı olduğu hatırlanıyor. O zaman neden tepki gösterilmiyor?
Valla ben en iyi dönemimi yaşadım. Ne sansür ne otosansür yaptım. Çok şanslı bir dönemde oturdum o koltukta, ayağıma hep önemli toplar geldi ben de onları gole çevirdim. Mesela İmralı tutanakları da onlardan yalnızca bir tanesi… Kimsenin talimatıyla kimseyi işten atmadım. Aman şu bakana sorayım, aman Ankara ne der telaşı ile hiç habercilik yapmadım. Dolayısı ile o koltukta otururken şikâyet etmemi gerektiren bir şey yoktu. Patron aransa da ne kadar baskı görsek de haberlerimize yansımadı.
Kitabınızın ismi de kullandığınız kapak resmi de çok çarpıcı. Neler var, ne anlatıyorsunuz?
O kadar çok çarpıcı başlık var ki okuyun derim. İddialı bir kitap... İmralı tutanaklarından başlayan, Gezi ile devam eden ve 17 Aralık ile son bulan… Tabii Milliyet’te neler yaşandı hepsini açık açık yazdım. Demirören’in İmralı haberi için Başbakan'dan özür dilemesi de var; Demirören İmralı haberi için Başbakan'dan özür diliyor: 'Sizi çok üzdük. Milliyet'i hemen uygun gördüğünüz birine satmaya hazırım" diyor. Başbakan bu öneriye bozuluyor: "Alırken bana mı sorunuz da şimdi kime satacağınızı bana soruyorsunuz." Diyor. Erdoğan Demirören Milliyet'i satın aldıktan sonra gazetenin başına kimi getireceğini Başbakan'a sorması da var. O isim de zaten Akif Beki'ydi. Demirören'lere direnemediğim tek olay, Nagehan Alçı'nın gazeteye alınmasıdır. Onun nedeni de şuydu: Meğer Y.Demirören, 'Beyefendi'ye yani (Başbakan'a) söz vermiş".. Ama kitabın bütün detaylarını burada anlatmayayım, bence kitaptan okunsun…
Medyaradar'da yer alan söyleşinin tamamını okumak için tıklayın
© Tüm hakları saklıdır.