Kültür-Sanat

Sarah Hall'dan Türkiye'nin bir yerinde geçen bir masal

Britanya'nın en parlak yazarlarından Hall'un 'Kim Öder?' isimli öyküsü ilk kez T24 okurları için Türkçe

01 Aralık 2018 03:00

Selin Tamtekin

Sarah Hall, evinin kapısını açar açmaz, yüzünde kocaman içten bir gülümsemeyle bana Türkçe "Merhaba" diyor ve hemen evin içine buyur ediyor. Unesco tarafından edebiyat kenti seçilen İngiltere’nin doğu şehri Norwich’e ilk ziyaretim bu. Trenden iner inmez bastıran sağanak yağış sebebiyle ve randevuma zamanında yetişmek için alelacele taksiye binmiş bulundum. İlk defa vardığım bu şehir hakkında pek izlenim edinemeden giriyorum Sarah’nın sıcak, sevimli iki katlı evinden içeri.

Öyküleri ve romanlarıyla iç dünyasının gizemli derinliklerinde son yıllarda sık sık gezintiye çıktığım bu yazarın gündelik hayatını geçirdiği özel alanına, fazla incelemekten çekinen bakışlarla bir göz atıyorum. İlkokula yeni başlamış olan kızıyla paylaştığı, açık-renk parke zemin, çiçek-desenli perdeler ve yastıklarla döşenmiş evi, modern ve pratik bir anlayışa sahip diğer İngiliz evlerinden o kadar da farklı değil. Salondaki yemek masasının üstünde duran açık laptop herhangi bir evde rastlanacak türden, aşina olduğumuz, sıradan bir görüntü. Eğer şu sıralar Britanya’nın en parlak yazarlarından biri olan Sarah Hall’a ait olmasa...

Sarah konuşurken cıvıl cıvıl ve hararetli-yeşil gözlerinin içinde bir tebessüm ve akıllı bir parıltı mevcut. Bize kahvelerimizi hazırlarken bana yakın zamanda yaptırdığı DNA testinden bahsediyor. Çok az bir yüzdeye sahip olsa da DNA’sında Türk geni bulunmuş.

"DNA testleri bana çok ilginç geliyor, özellikle tekrardan ülke sınırları tartışılmaya başlanılan bu zamanlarda" diyor, Britanya’nın bir türlü bitmek bilmeyen Brexit kabusuna gönderme yaparcasına. 23 Haziran 2016’da gerçekleşen Brexit referandumunun sonuçlarının açıklanmasının hemen ardından ülkenin üstüne çöken o dayanılmaz kasvetli atmosfere değiniyoruz.

"Ben o gün çareyi kuzey denizinde yüzmeye gitmekte buldum. Denizde yüzerken Avrupa’ya doğru el salladım, çok üzgünüm diyerek."


Fotograf: Richard Thwaites'Kim Öder?', New York Times dergisinin yazara yaşadığı ülkeden farklı bir ülkede geçen bir masal yazma teklifi üzerine ortaya çıktı. Türkiye’nin bir yerinde ya da belki de Türk sınırına çok yakın bir yerde, içinde Türkiye’den karakterler barından bu büyülü masal geçtiğimiz Ekim ayında ilk defa New York Times dergisinde yayınlandıktan sonra şimdi de ilk defa Türkçe çeviriyle T24’te

"Türkiye, daha önce hakkında çok fazla fikir sahibi olduğum bir ülke değildi" diye belirtiyor Sarah. Yaklaşık bir yıldır birlikte olduğu Türk erkek arkadaşı Hamit sayesinde yepyeni bir kültürle ve anlayışla tanıştırılmış olmanın heyecanıyla. Bu süre zarfında üç kere Türkiye’yi ziyaret etme şansı olmuş. Bu ziyaretlere, bu senenin başında geçekleştirdiği, Toast dergisinde One Night in Istanbul* ismiyle yayınlanan yazısına konu olan bir gecelik İstanbul seyahati de dahil. Türkiye’den en sevdiği yazar ise Sait Faik Abasıyanık.

Ödünç aldığım bir hikâye

“Kim Öder?” Hamit’in ailesinde iki nesil önce yaşanmış bir olayı esin kaynağı alarak Sarah’nın kurguladığı bir masal.

Hamit henüz dört yaşındayken ailesiyle birlikte Bulgaristan’daki zorunlu asimilasyondan kaçan 350 bin Türk arasındaydı. Masalın bir cümlesinde her ne kadar Bulgar büyükannenin mantı tarifinden söz edilse de, aşiretlerle ve sınırda çıkan savaşlarla tasvir edilen bu kırsal bölge rahatlıkla Türkiye’nin güneydoğusunda da olabilir. Ancak yazar Türkiye’nin belirli bir coğrafyasında geçen ya da spesifik kimliklere odaklı bir hikaye yaratma peşinde olmadığını üstüne basarak vurguluyor. Ne de olsa şematik, basit bir kurguya sahip masal formatında en önemli unsur farklı nesillerin empati kurabileceği türden evrensel temaları içermesidir.

Bu masalda ön plana çıkan temalardan biri örf, adet ve geleneklere dayalı bir düzen içerisinde kadınların oynadığı güçlü rol.

"Eşit olmayan bir yapı içerisinde kadınlar her zaman kendi yetkisel alanlarını oluşturmayı basarmışlardır" diyor yazar.

Sarah’yla yaptığım sohbetin hemen ertesi günü, Londra’da, masalın Türkçeye çevirisini yapan iki kişiden biri ve hikayenin aynı zamanda düzeltmeni Kıbrıslı Aydın Mehmet Ali** ile buluştum. Mardin’de her yıl düzenlenen Mardin Masalcılar Buluşması'ndan ayağının tozuyla yeni dönmüş bulunuyordu. Bana bu etkinlikte büyük bir merakla izleyip dinlediği Şahmeran efsanesinden türeyen masallardan söz etti. Ve seyirciye ve zamana göre uyarlanabilen, anlatıcının yorumuna dayalı, gerektiğinde bir anlatıcının bıraktığı yerden diğer başka anlatıcının masala yeni bir yön vererek devam ettirdiği, kökleri yüzyıllara dayanan, günümüze kadar taşınmış geneksel masal anlatıcılığından:

"Şahmeran masalında olduğu gibi Sarah’nın masalında da bir kuyu var. Masallarda hep kuyular vardır zaten ve birisi başkalarının ihanetine uğrayarak o kuyunun içine düşer. Sarah erkek arkadaşının ailesinden duyduğu hikâyeyi yeniden bir Batılı olarak yorumladı. Ne de olsa batılılar eskiden beri hep mistisizm için doğudan ilham almışlardır."

Çevre, ekoloji ve doğayla olan ilişkimizi irdelemek

Fotoğraf: Nadav KanderSarah Hall ismine ilk defa itibarlı edebiyat dergisi Granta’nın 2013 yılında yayınladığı En İyi Britanyalı Genç Romancılar sayısında rastlamıştım. The Wolf Border (Kurt Sınırı/Faber & Faber, 2015) isimli romanından yapılan alıntıyı okuduğumda sade bir çarpıcılıkla insanın içine işleyen anlatım tarzı beni yakaladı, bir daha bırakmamak üzere. The Wolf Border, 18. yüzyılda kökü kurutulan kurtların, başı çeken avcı olarak, altındaki hayvan zincirini tasnif etmek amacıyla İngiltere’de bir asilzade tarafından yeniden doğaya tanıştırılma girişimini konu alan bir roman.

Yazar, salonundaki hareketli alevlerle yanan şöminenin karşısında karşılıklı espressolarımızı yudumlarken bu kitabı için "En başta çevre, ekoloji ve doğayla olan ilişkimizi irdelemek amacıyla yazmış olduğum bir roman" diyor.

Bayan Tilki

Kurtlar, vahşi köpekler, tilkiler ve diğer başka hayvanlar sık sık masal yaratıklarının esrarengiz edasıyla beliriyor Sarah’nın öykülerinde ve romanlarında. Onları uzun zaman dikkatlice gözlemlemiş, onlara ait vücut dilini iyice içine sindirebilmiş birinin keskin tasvirleriyle. Ve insan ruhunun karanlık köşelerine okuru çekmek için bir vasıta olarak.

"İngiltere’nin kuzeyinde, Lake District bölgesinde küçük bir kasabada, hayvanlarla çevrili büyüdüm. Çoban köpeği, çiftlik hayvanları, kartal. Okul yolunda, çocuklardan çok hayvanlara rastlamak daha yüksek bir ihtimaldi benim için" diye açıklıyor Sarah.

2013’de BBC Ulusal Kısa Öykü ödülüne layık görülen Mrs Fox’ta (Bayan Tilki), durumla nasıl baş edeceğini bilemeyen kocasının şaşkın bakışları altında bir kadının tilkiye dönüşmesine tanık oluyoruz. Hikâye boyunca son derece doğal bir süreçmişçesine akıcı bir biçimde tarif edilen bu fantastik değişim belki de uzun süreli birlikteliklerde kaçınılmaz olan, kişilerin geçirdiği içsel değişime metaforik bir gönderme olarak okunabilir.

İnsanoğlunun karmaşık iç dünyası ve kaçınılmaz fâniliği

Bir başka öyküsünde Güney Afrika’da tatildeyken erkek arkadaşıyla yaşadığı kavganın ardından bir hışımla ıssız bir plaja inen kadının serüveni konu ediliyor. Bir süre sonra kadın uzaktan, kendisine doğru emin adımlarla yaklaşan belirsiz bir cisim görüyor bomboş, uçsuz bucaksız kilometrelerce uzanan plajda. Önce peşine düşenin erkek arkadaşı olabileceğini düşünüyor, sonra gitgide ona yaklaşan şeyin dört ayaklı bir canlı olduğunu fark ediyor. Peki, ya bu canlı yırtıcı bir hayvan ise?

Bir tehlikenin pençesinde olma ihtimalinin içimizde yaratabileceği dayanılmaz çaresizlik ve endişe, yazarın farklı senaryoların içinde sıklıkla ele aldığı psikolojik temalardan biri. Diğer bir öyküsünde yükseklikten korkan birinin esrar içtikten sonra kırık-dökük, sallantılı, hemen altında muazzam bir uçurum uzanan köprüden geçerken yaşadığı dayanılamaz, gerilim dolu anları okuyoruz. Bir başkasında, henüz teşhisi konmamış bir beyin tümörü olan kadının gitgide artan cinsel taşkınlıklarını ve sıra-dışı arzularını. Sarah’nın öykülerinde insanoğlunun karmaşık iç dünyası ve kaçınılmaz fâniliği hep ön planda.

İyi Geceler Ay dede

Son yayınlanan öykü kitabı Madame Zero‘da (Madam Sıfır/ Faber & Faber, 2017), başlığını yazarın kendi kızına da okuduğu meşhur bir çocuk masalından alan Good Night Moon’da (İyi Geceler Ay Dede) annesi morgda çalışırken küçük oğlan kardeşine bakan genç bir kızın hikayesi var. Yazar, öykünün çıkış noktasını anlatıyor:

"Annem, kızım henüz dört aylıkken öldü. Evliliğim annem öldükten üç ay sonra sona erdi."

Good Night Moon, annesinin yasını tutarken küçücük bebeğiyle ilk defa tek başına kaldığı dönemde Sarah’nın kaleme almış olduğu bir öykü. Bunun bilinciyle okunduğunda hikayedeki bakıma muhtaç bebek, bulunduğu zor durum içeresinde bir şekilde idare etmeye çalışan genç kız ve morgda çalışan anne figürünün kimleri temsil ettiği oldukça açık ve net.   

"Hem bebek kardeşine bakıyorsun hem de morga gidiyorsun. Böyle bir durumla nasıl baş edilir? Bu konuyla ilgili yazmaktaki amacım hayat üzerine bir cevap vermek değil. Anlıyorum, bu bence de çok asap bozucu bir durum, gel birlikte el ele tutuşarak morgun kapısına gidelim demek" diye açıklıyor gözleri dolarak. 

Sarah Hall’ın şimdiye kadar sadece Suda Kalan (Tekin Yayınları, 2015) ve Man Booker Prize adayı Ölü Bir Adamı Resmetmek (Tekin Yayınları, 2014) romanları Türkiye'de yayımlandı. Bu usta öykücünün henüz hiçbir öykü kitabının basılmamış olması Türk okurları için gerçek bir kayıp ne yazık ki.

Türkçe öğreniyor

Yazarın kızını okuldan alma vakti geliyor. Norwich-Londra arası tren yaklaşık iki saat sürüyor. Sohbetimiz bitmek üzere olduğundan benim de niyetim bir an evvel tren istasyonuna geri dönüp bir sonraki trene yetişmek. Sarah sohbetimizin başında Norwich’te ne zaman şehir merkezine inse en az yirmi yazara rastladığından bahsetmişti. Belki bir gün bu edebiyat şehrini doğru dürüst gezebilmek amacıyla geri gelirim diye aklımdan geçiriyorum.

Beni istasyona geri götürecek taksiyi beklerken yazar bana Türkçe öğrenmeye çalıştığını ama bunu hiç de kolay bulmadığını söylüyor. En çok zorlandığı nokta Türkçe'nin grameriymiş. Ancak, bir İngilize oldukça ters gelen Türkçe’nin önce özne, sonra nesne ve ardından fiil ile sonlandırılan temel cümle yapısı yazarın o kadar ilgisini çekmiş ki yeni yazdığı öykülerinden birinin adını bu cümle yapısına göre düzenlemiş: The Woman The Book Read.

"Bu şimdiye kadar bulduğum en güzel başlık!" diyor Sarah, çiçeği burnunda ilişkisinin hayatına katmış olduğu zenginlikleri tutkuyla bağrına basan bir tavırla.

Bu öykü ve "Kim Öder?" de dahil olmak üzere son dönemde yadığı öyküler, 2019’un Kasım ayında Britanya'da çıkacak üçüncü öykü kitabı Sudden Traveller ’da (Apansız Yolcu) yayınlanacak.

Sarah’ya yakında bir Türkiye seyahati olacak mı sorusunu yönlendiriyorum. Hem Britanya da hem de yurt dışında çeşitli eğitim kurumlarında yaratıcı yazarlık üzerine dersler veren yazar, "Aslında, bir ara Türkiye’de de düzenlemek istiyorum" diyor.

Taksi evinin önüne yanaştığında, vedalaşmamızdan sonra kalemine hayran olduğum bu yazarın ülkeme karşı duyduğu büyük ilgi ve hevesin içimde yaratmış olduğu hoş duygularla ayrılıyorum yanından.       

KİM ÖDER?

Beş Genç Adam, Bir Çuval Dolusu Bira ve Ormanın İçinde Sihirli, Dipsiz Bir Kuyu 

Köyün ötesinde, doğuya doğru, orman var. Çok yaşlı bir orman. Kimse hatırlamaz adını. Ne ülkeler, krallıklar, aşiretler gördü geçirdi, gene de korudu aidiyetsizliğini ve kendi milleti olarak kaldı hep. İçinde dünyanın ilk ağaçları, yaprakları gün ışığını toplamak için engin olmayı öğrenmiş. Ne zaman yanıp ne zaman döküleceklerini bilen yapraklar. Ormanı geçmek bir gün alır, yürüyerek, dayanıklı bir at ya da eşek arabasıyla yarım gün, kurtlar varsa daha da çabuk. Sınırda ne zaman savaş olsa, daha fazla kurt gelir.

Ormanın ortasında, asılmış bir avdan süzülen kan gölü gibi, yeşilin en yoğun olduğu yerde, kutsal bir kuyu var, tıpkı bir huni gibi oturur yerde, eğimli kenarları, yosundan astarı ve üzerinde oturup dinlenebileceğin, küçük, basamaklı duvarlarından bakıldığında, boşluğun karanlık bir sese dönüştüğü delik var. Ne bir ipi ne de kovası var su çekip içmek için. Şem’un Kuyusu. Veya Mevlâna Kuyusu derler adına. Köyün en yaşlıları ona, Ruhlar Kuyusu der. Gelmezler buraya. Kuyuyu kim inşa etmiş, kim kaynağı yükseltmişse, danslar etmiş, büyü bozmuş, hatta kerametler bile sergilemiş olabilir. Kimse tam emin değil. Kuyunun iç duvarları, en uzun adamın kol uzunluğundan bir karış daha geniştir. Taşları başka bir bölgenin mavisidir, oyulup öyle taşınmış içeriye. Tıpkı gömülü bir kemik mavisi. Denizlerle de alakalı olabilir, ya da düşen bir yıldızdır. Suyu, yeryüzünün kalbinden taşar gibi berrak ve soğuktur.

Bahar ve güz zamanı köyün gençleri gelir buraya. Ahmet, Selim, Sait, Adnan, belki bir de yaşı biraz daha küçük deli dolu bir kardeş veya misafir gelen bir kuzen. Biralar, salatalar, müzik aletleri, meleyen bir kuzu, bir de ev rakısı getirirler. Eşek arabasına kaç kişi sığarsa, geri dönük, ayaklar arabadan aşağı sarkılı, sallana sallana gelirler. Trompeti çalan, mavi gözlü ve sürekli sataşılan, Fikret, yol boyunca ezgiler çalar. Bunlar çok iyi arkadaşlardır, çocukluk arkadaşı. Kuyu şöleni, neneler ve dedeler tarafından anlatılıp aktarılan, bir neslin bir ara unuttuğu ama şimdi tekrardan hayata döndürülen çok eski bir gelenektir.

Bazen, şölenin erken saatlerinde köyün genç kadınları da ödünç aldıkları atlarla veya tek sıra halinde, otları ezmek için art arda yürüyerek gelirlerdi. Göz göze bakışmalar, mendil vermeler, tatlılar ve biradan azıcık yudumlamalar, alacakaranlığın verdiği özgürlüktür. Diktatörlerin arasında bir ülke burası, ülke, şimdilik, şenliğin ve umudun ülkesi. Belki dans bile edilirdi. Biri diğerinin kulağına bir satır fısıldar belki: Yara, ışığın girdiği yerdir. Veya tatlı, vaat içeren hitaplar. Balım, sevgilim. Tabi bütün bunlar ailelerin zulmünden, ve çoluk çocuktan ve daha gerçek bir dünyaya girmeden öncedir, ama olsun. Orman deruni bir yerdir, önünde sonunda zapt edilmemiş arzuların ortaya çıktığı yerdir. İçine girdik miydi, gerçekte neysek o oluruz. Kadınlar, genelde rakıdan önce bineklerle evlerine geri dönerler. Karanlığın içinde yanan fenerleriyle, alçak dallara çarpa çarpa, delikanlıları özlemle ve baş ağrılarıyla baş başa bırakırlar.

Yılın geri kalan zamanlarında, kadınların kuyuya gelip de ne yaptıklarını kimse bilmez. Büyücüler, içine ruh girenler, çocuk aldıranlarla ilgili konuşmalar var, oysa çocukken, anaları onları masumca fındık toplamaya götürürdü ormana. Denir ki, kızlar, ilk kanlarının son gününde, toprağın altındaki yer mantarının bile gözü kapalı kokusunu alabilir, yeryüzünün sezicileri. Yumru yumru kafatası gibi bir mantar sökülür, tartılır, şehirde bir şefe satılır. Bu, kızın ailesine bir servet getirir. Tabi kız, mantarı bir torbaya atıp da hiç dönmemek üzere evden de kaçabilir, keçilerinden, çocuklarından yakasını sıyırıp, şansını Kadıköy’de bir barda da arayabilir, neden olmasın. Ha, kadınlara göründüğü de söylenir burada, Şem’un Kuyusunda, ya da Mevlâna, Ruhlar Kuyusunda. Ne görürler? Geleceği. İşe yarayan tek şey.

Bu bahar, bir sikkeyle başlar. Ahmet, en büyükleri, iki yıllık evli, şimdiden iki çocuğu var - karısının kokusu ona, onun kokusu karısına çok hoş gelir, bir türlü durmak bilmezler - orman yolculuğundan önce, son birkaç mevsim arkadaşlarını evde misafir etmişti. Başta, hazırlık yemeği yendi. Gençler ne kadar çok mantı yiyebiliyorlar, akıllara zarar! Son bir haftadır Ahmet’le Halime hamur açıp, doldurup, kapatıp kurutuyorlar. Bu, bir ordu beslemek gibi bir şey. Yeter! Bir düzen lazım, der çocuklara, eve vardıklarında; dönüşümlü ve eşit. Böylece yüzlerce mantıdan bir tanesine, bebeği beşiğe kundaklar gibi, bir sikke sıkıştırılıp kapatılır. Sikke kimin dişine değmişse, şenlikten bir hafta önce kendini duyurur ve akşam yemeğini o verirdi. Para sizde kalsın, dedi, bir çuval un alırsınız. Anlaştık mı? Mantıda birazcık muskat vardı, taslardan buharları yükseliyordu, Bulgar bir büyükannenin tarifiydi. Soğutmayın. Evet, evet, tabi, tabi derler ve çatallar başlar.

Halime yemelerini izlerken, en küçüğü de, memesinde uyukluyordu. Biraz üzgün ve içerlemiş görünüyordu Halime, verilen sikkeyle ilgili canı sıkılmıştı muhtemelen. Masadaki toy delikanlıları izliyordu. Kahkahalarla gülüşmeler. Şakalaşmalar. Sanki hayatlarında karıları ve anaları hiç yemek vermemiş gibi yiyorlardı, orucu yeni bozmuş gibi. İleride, kasap, ırgat, şarap üreticisi, memur, nerdeyse bir asker, bir masalcı veya doğan terbiyecisi olabilirlerdi. Ama kuş ne işe yarar ki? Fırtınalı ve düzensiz bir iş. Biri mavi gözlü, biri kızın gözlerine bakamayacak kadar utangaç, biri o kadar sakin ki, sanırsın bütün dünyayla barışık. Güçlü ve alçak gönüllü görünen metanetsiz ve kurnaz ruhlar. Hangisi köyden gidecek? Kim başarılı, kim başarısız olacak? Kim başkalarının kaderini belirleyecek? Kadınlar bunları konuşurdu çamaşır yıkamak ya da dua etmek için toplandıklarında.

Yemeğin yarısına doğru -çat- sert bir şey ısırıldı, sikke dikkat çekmeden cebe indirildi. Tabaklar boşalır boşalmaz eşek, eski, deriden bir kayışla arabaya bağlandı, arabadan şişelerin tıngırtısı geldi, adamlar da bindi, trompet yırtık pırtık kılıfından çıkartılıp, Fikret’in gömleğinin kolunda gıcırdatarak parlatıldı ve uzaklaştılar. Yarak! Kahkahalarla gülüşmeler. Bunlar ömürlük arkadaşlardı, her zorluğun üstesinden birlikte gelen, diye düşünüyorlardı, hatta kendi aralarındaki kavgaların bile. Köyün içinden geçiyorlardı, kiliseyi, camiyi, ve sakallı keçilerin otlağını da geçtiler. Kız kardeşleriyle ilgili şakalaşmalar mı dersin, geçen yılın rakısıyla ilgili şakalaşmalar mı dersin - kim kusmuştu, kim düşmüştü? Fiko! Ama Fiko trompet çalmayı bırakıp da kendini savunamazdı tabii. Son altmış yıldır Fatma’nın hamuru hafifçe vurarak avuçlarında açtığı yeri, çakmak taşını geçtiler. Fatma elini havaya kaldırdı - üç parmak - sanki üç boynuz gibiydi. Ormanın ilk, ihtişamlı ağaçlarını geçtiler, tıpkı bir sanat eseri ya da çılgın bir küratörün kurduğu hayal gibi, gövdeleri büklüm büklüm dönmüş, sarmal halinde kıvrılmışlar. Kuzu, kurtlara yem gibi, meleye meleye arkadan sarkıttıkları bir ipe bağlı götürülüyordu.

Dizginler Adnan’daydı, o öyle bir tipti, harekete geçmek için hazırlanıyordu, askerlik kağıtları babasının masasının üzerinde onu bekliyordu. Selim, Nermin gelecek mi diye meraklandı, saçlarını nasıl yapmıştı acaba? Omuzlarından yukarıya mı bağlayacaktı yoksa açık mı bırakacaktı? Kızlar gelip gelmeyeceklerini söylemişler miydi? Sait’te bir şiir kitabı vardı, trompet ara verdiğinde okuyordu... gözlerim doymak bilmezdi ağaçlara... Bu, saygıyla takdir edildi. Genç bir erkek, imam, kral, zorba veya serseri dahi olsa, şairleri canlandırabilmeli, yoksa bir hiçtir. Trompetin sesi yine gelmeye başladı, popüler şarkılar çalınıyordu, ses nerdeyse akortluydu, sonra gene sustu. Çünkü ormanın kendi müziği vardı. Rüzgardı çalan müziği, tıpkı binlerce sazlıktan çıkan şarkılar gibi. Ve kuşlar vardı. Cıvıltılar ve şakımalar. Bir anlık bir sessizlik bile bestelenmiş gibiydi. Eşek, mankafa ama uysal, yakınmadan tırıs giderek tırmanıyordu engebeli tepeleri. Arada durup, sıçıp, devam ediyordu.

Akşam, dalların arasından tüterek başlar. Yapraklar, gün boyu güneşin aşkla yaktığı ışığı yansıtırdı. Herkes sessizleşmişti artık. Kuzu bile, yorgun ve kendini kaderine bırakmıştı. Gölgeler ağaçların arasından akıyordu sanki. Kehribar gözlü, soluk bir ışıltı. Kurt, diye fısıldadı biri. Ama hayır, gölgeler bir avcı gibi sıçrayarak ilerlemedi, öylece süzülerek kayboldular. Neredeyse vardılar Şem’un Kuyusuna, ya da Mevlâna, Ruhlar Kuyusu. Belki de kadınlardan bazıları, salatalıklar, naneler ve domatesler doğranmış, yüzlerinde bir tebessümle halihazırda bekliyorlardır. Umudun balı, diye Sait alıntı yapar, gönlün mütalaâsıydı. Sağ olasın Hikmet Baba. Biralar ısınıyor. Bıçak da körleşmiş, bileme istiyor. Birazdan ateş yanacak.

Kuyunun etrafındaki açıklık bayağı yeşildi. Dalların arasında, zümrütten fenerler asılmış gibiydi. Kuyu boşluğunun üzerinde, bir anlığına konup mucizeler yaratan ruhlar vardı sanki. Zaman ilerliyordu. Arabayı boşalttılar. Eşeği, ne kadar ağız dolusu ot çiğnemek isterse çiğnesin diye taze otların üzerine saldılar. Adamlar, ortamı hazırlamak, şişi yontmak, odunları dizip ateşi yakmak için büyük bir gayretle uğraşıyorlardı. Her ihtimale karşı battaniyeleri de indirdiler. Nazım, kasabın oğlu, henüz yirmi üç yaşında, bir parça çelik üzerine sürdü bıçağını, kenara çekildi. Kuzuyu yere yatırdı, az bir şey zorlanarak sürükledi ve üzerine bindi. Sait’e, kabı boynun altında tutmasını söyledi ve o hassas noktayı buldu. Bismillah. Birkaç tekme ve koyunun kafası arkaya doğru devrildi. Hızlı akan, ışıl ışıl bir nehir ortaya çıkmıştı. Bu da başka bir çeşit şiir dostum, dedi. Sonra parçalama işlemi başladı - butlar, etler, kaburgalar, ciğerler, süzülmek için, tıpkı bir ödülmüşçesine kırmızı bir kaba koyulmuştu, kafatası da öyle. Atılacak çok bir şey çıkmazdı. Hayvanın kıvranmasını her biri değişik heveslerle izleyip tekrar kendi işlerine koyuldular.

Ve kuyu beklemekteydi. Derin ve görünmez gözüyle, sabırla, erenlerin ve ebediyetin sabrıyla beklerdi. Ta ki! Sıcak biralar gelene kadar! Kuyuya sarkıtıp buz gibi suda bekletebiliriz. İyi fikir Ahmet! Görünen o ki Ahmet’ten iyi fikirler çıkıyor, bugün. Şişeleri bir çuvala koyup, çılgına dönmüş balıkçılar gibi ip aradılar. Kesin ip vardır, değil mi? Yok mu? Var! Koyunu sürdüğümüz ip! Kurudur da, biraz parça pençik ama yeterince uzun, tam da bu iş için. Çuvalın ağzı bağlanıp düğümlendi. Yük tıngır tıngır kuyunun duvarından aşağı doğru uzatıldı. Aşağı, daha da, daha da aşağı gitti ve karanlıkta kayboldu. Müzevir bir yankı uyandı suyla buluştuğu yerde. Yarım saat ver, dedi Ahmet, içilecek kıvama gelir. Bu arada ateşten bir an alevler yükselip duruldu. İlk etler şişlere dizilip kömürde pişirildi. Peki kızlar nerde kaldı? Geliyorlar mı? Oynarlar mı dersin?

Rakıyı açıp açmamak için konuşmalar döndü, şapşal şapşal konuşmalar. Yemekten önce olmaz oğlum! Fikret trompeti çalmaya başlar, biraların soğumasını hızlandıracakmışçasına hareketli bir şeyler çalar. Yirmi dakika? Yeterli, zaten susamışlar. Selim’le Ahmet ipe asılıp kuyudan çıkacak ödülü çekmeye başlar. Tıngır tıngır geliyorlar. Çuval ıslak ve ağır,  öküz gibi ağır. Ikına ıkına, sürüye sürüye çekiyorlardı. Yukarı, yukarı, çuval üzerinden sular akarak geliyordu, bir an öyle bir salındı ki neredeyse duvara çarpacaktı. Baksana, torbanın ağzındaki düğüm kaymış - bu adamlardan hiçbiri henüz bir cinayet nasıl işlenir bilmez, tahayyül edebilirlerdi ancak -  düğümü sıkan ip de bolarmış, o anda çıktı. Ardından bütün ip çözüldü. Adamlar geriye doğru sendeledi ve biralar geri suya çarptılar. Şem’un, Mevlâna Kuyusunun, Ruhlar kuyusunun içine. Artık herkes duvarın etrafında toplanmıştı. Şişeleri gören var mı? Kayıp mı oldular? Yoksa suyun yüzeyindeler mi? Bir sürü bira bu ya! Hassiktir! Şimdi n’apacağız?

Tabii ki Adnan çıkar gönüllü. Kuyuya inip çıkartacak biraları. Son haftanın maaşlarını böyle harcayamazlar. Diğerleri pek emin olamadılar. Geniş bir kuyu, taşları pürüzsüz, tarih öncesi bir duvarcının elleriyle cilaladığı, ya da denizin suyuyla, hatta cenettin, hiçbir sıvı ya da gaz geçirmeyecek şekilde cilaladığı - tırmanılması mümkün değil. Adnan örümcek değil ki. Beni aşağı sarkıtın o zaman, der, önünde sonunda sadece su bu. Ciddi, kasvetli, hazır. Yüzünde, gönüllü askerliğe yazılmış biri gibi, artık bir şeylerin eşiğine gelmiş bir ifade vardı. İpi alır, beline dolar, iki bacağını da taşaklarının kenarından iler. Gülüşmeler, operayla ilgili şakalaşmalar, yoksa çocuk istemiyor mu? Hayır, ben bira istiyorum, der, en azından askerde beni kurutmalarından önce. Haklı, kim istemez ki.

Duvara tırmanır, sıkıca tutunur ve kendini hazırlar. Diğerleri ipe asılırlar. İp gerilir. Birkaç kere deneme yapar, kuvvetle ipi çekiştirip, atlıyormuş gibi hoplatır, kapkaranlık tünele bakar. Hazırım! Diğerleri elden ele ipi gevşettikçe, Adnan aşağı doğru yol alır. Öküzden de ağır bu! Mantıyla ilgili şakalaşmalar. Kaç tane yemişti? Yüz mü? Kahkahalar. Altın! Diye bağırır. Ses yukarı yankılanır, altın! Ne diyorsun kaptan? Altın Altın! İp duvara sürünerek kendinden emin olmayan bir türkü tutturur. İpin kenarları zorlanmaya başlar. O bendim, diye bağırır. Ben, ben. Altın sikke, bende altın sikke. Zindanda edilen bir itiraf gibi nereden geldiği belirsiz, öylesine çıkmıştı kelimeler. Diğerleri sevinç naraları atarken, ağaç tepelerinden bir sürü kuş kalktı. Arkadaşlarını, el ele, sarsmadan yukardaki alemin altındaki aleme gönderdiler. İp bitmek üzereydi, gittikçe yıpranıyor ve tiftikleniyordu - devam edin arkadaşlar. Neredeyse varmış olmalıydı, biraları kurtaracak ve asrın değilse bile, günün kahramanı olacaktı. Kuyunun deliği karanlığın içinde yüzüyordu, bu yaranın içinde ışık yoktu, yansımayan yüzeyi göz kırpar gibiydi. İp, kendi arzusu ile, ya da dillendirilmemiş elbirliğiyle koptu ve Adnan salıverildi. Herkes geri geri birbirlerinin üzerine düşmüştü. Ayağa kalkıp Adnan’a bakmak için telaşla itişip kakıştılar, kuyunun içine doğru bağırdılar. Adnan! Adnan! İyi misin? Ama sadece sessizlik vardı. Çok garip bir sessizlik. Bir ruhun en acılı anındaki gibi bir sessizlik. Ve yıllarca, rüyalarına ne sudaki çırpınışlarla karışık bir yakarış, ne bir yardım çığlığı, ne de minik bir dalga şırıltısı sesi girmeyecekti hiç bir zaman, çünkü o düşüş, sonu hiç gelmeyen bir düşüştü.

Bu arada kadınlar nerede? Hala bir ses yok. Ağaçların altından eğilerek geçtikleri o asil Arap kırması atları sürmüyorlar bu akşam. Ormanı dokurcasına geçmiyorlar birbiri ardına. Tıpkı kurtlar gibi sırayla yolu açmıyorlar. Halime’nin evde, masanın etrafında toplanmış, hayatlarını, çocuklarını, çocuklarının geleceğini veya evlenecekleri adamları, köyün dışındaki yolları veya büyükannelerinin geçtiği savaşları konuşuyorlardır belki de, her zamanki şeyler işte.

Hayır. Bu defa değil. Bu gece ay yükselirken ormanın tepesinden, el ele kenetlenmiş, sessizce oturuyorlardı. Masanın üzerinde, açılmamış bir şişe rakı, bardaklar ve karışımı cezbedip  süt gibi yapacak, bir sürahi buzlu su vardı. Masanın üzerinde, sarılı bir halat vardı. İyi bir halat, her işe uygun, kurtarma için, büyük baş hayvanlar için, yobaz askerlerin, kadınları ve kızları bağlamaya kullandıklarından, ya da isimlerini değiştirmeyenleri astıklarından. Kim görür? Bu bedeli kim öder? Hep kadınlar. Hemfikirdiler. Kadınlardan herhangi biri bacısının elini bırakırsa, hepsi birden kalkıp, bir an önce gidecektiler, sanki bir partiye geç kalmışçasına, ya da bir kaza olmuş da kurtarmaya yetişircesine, alabildiğince hızlı ormana gidecektiler. Zordu. Kadınlardan biri onun kuzeniydi. Küçükken birlikte oyunlar oynarlardı. En azından kız oyun olduğunu sanırdı hep. Tek bir adamın ağırlığı nasıl bir ülkeyi yıkabilir? Bilmek, nasıl görmezden gelmek olabilir? Sımsıkı kavradılar birbirlerinin ellerini. Parmak eklemleri beyaz ve dışarı atık. Fatma, yarım-elli, ölüme mahkum, son vahşetten doğan kız, onlara der ki, sakın, sakın ola af dilemeyin.

Ve Ruhlar Kuyusunda su, kemikleri kırarcasına soğuktur, beyni sokarcasına, kalbi bir dakika içinde durdurabilir. O kadar berraktır ki, bedeni bütün gerekçelerinden soyar, zihnin bütün mülkiyet ve hırslarını çalar, olanları hiç olmamış gibi ve böylece hiç olamayacak şekilde durdurur. Olağanüstü, dayanılmaz, yozlaşmamış. Yeryüzünün göbeğinden doğmuş su. O kadar arı ve gizli bir yer ki, hiçbir güneş ve hiçbir insan eli ısıtamamış. Geçmişten şu veya bu şekilde, yağmurla veya nehirle, ya da denizden gelen su. Düşünceler, bulutların üzerinde gözyaşı damlaları gibi. Eski olduğu kadar yeni olan, kendi geleceğinden başka bir şeye hizmet etmemek için yaratılmış su.


Çeviri: Aydın Mehmet Ali and Buğu M. Rıza  
https://www.toa.st/magazine/one-night-in-istanbul.htm
** Aydin Mehmet Ali çevirmenlik dışında aynı zamanda insan hakları aktivisti, eğitim danışmanı ve ayrıca Edebiyatta Kıbrıslı Türk Kimliği (1990), Turkish Speaking Communities and Education ­– No Delight (2001) ve Forbidden Zones (2013) adlı kitapların yazarı.