15 Eylül 2012 14:33
Yasemin Çongar
(Taraf - 15 Eylül 2012)
Siyah-beyaz başlıyor roman. Karşıma çıktığı için nasıl müteşekkirim bilemezsiniz. “Vajinaya bir de buradan bakın” başlıklı bir yazı yazabilirdim oysa. Zor olmazdı. Vaktiyle, geç feminizmin en taze ikonası sayılan kadının kendi içine kaçmasının hikâyesi. Kendine baka baka bîhal olmasının ve en sonunda “tanrıça” diye kutsayıp, arzın merkezi zannıyla çevresinde dört döndüğü o kuyuya bizzat düşerek kaybolmasının hikâyesi… İlginç mi? Emin değilim. Ama Vagina: A New Biography (Vajina: Yeni Bir Biyografi) adını taşıyan bir kitabı kim okumaz? Ben okudum. Hem de en başta, elektronik kitapçıya daha düştüğü saat alıp indirecek kadar ciddi bir merakla… İlk satırlarında, bir “feminist manifesto” ile karşı karşıya olmadığımı anlayınca hafiften rahatladım üstelik; “lotus çiçeği”nden tutun da, en sıradan argo sözlüğünde bile düzinesini bulabileceğiniz muhtelif namütenasip isimlerine kadar üzerine her tür kisve geçirilmiş bir organın biyolojik, nörolojik, psikolojik biyografisini okuyacağımı sanarak sevindim. Çok geçmeden, hevesimin yerini istihza dozu giderek artan “Hmmm… Vay canına… Öğrenmenin yaşı yokmuş”larım aldı ama. Derken “Bu kadın çıldırmış olmalı” diye mırıldanmaya başladım. En nihayetinde “Herkesin vajinası kendine” noktasına gelip, kitabı bıraktım. Üstelik bunların hepsi, Apple’ın iTunes dükkânı, kitabı “muzır” bulmadan, adını “V....a”ya dönüştürmeden önceydi.
Bir “tabuyu kıracağım” edasıyla yazarken kendi mahremiyetini unufak etmek dışında pek de bir şey kıramayan Naomi Wolf, bu tuhaf sansürden memnundur belki. Ama eserinden memnun olması için pek fazla neden yok, zira bu kitapta, yazarlığı Kafkaesk bir metamorfoza uğruyor sanki. “İkona” iken ikoncana dönüşüyor. Daha önce yazdıkları itibariyle, dünyada azbuçuk ciddiye alınırken, birdenbire“Türkiye Türklerindir” diyarından hepimizin tanıdığı başka bir kadına benzemeye başlıyor. Sahiden, bir şakanın içine düştüğümü sandım Vagina’nın bazı bölümlerini okurken. Şaka değilmiş.
1962 San Francisco doğumlu Wolf, kendini “ikona” statüsüne taşıyan kitabı henüz yirmi sekiz yaşındayken yazmıştı: The Beauty Myth: How Images of Beauty are Used Against Women(Güzellik Mitosu: Güzellik İmgeleri Kadınlara Karşı Nasıl Kullanılıyor). 1990’da belki bir yönüyle“yeni” olan ama bugün artık klişe ile klasik arasında duran bir saptama yapıyordu kitap: Güzellik, objektif bir durumu anlatmaz; toplumsal olarak inşa edilmiş bir kavramdır. Ve “fotoşoplu”göstergelerin mutlak saltanatı altında yaşayan kadının mutsuzluğu, anoreksiya hastalığından plastik cerrahiye, kozmetiğe bir servet gömmekten eve kapanıp bütün gün uyumaya varan çeşitli tezahürleriyle, aslında bu “inşa edilmiş” kavrama kendini uydurma zorunluluğundan ve bunun zorluğundan kaynaklanır. “Bugün,” diyordu genç Wolf o ilk kitabında, “çok daha fazla sayıda kadının daha çok parası, iktidarı, erişimi ve daha önce hiç sahip olmadığımız düzeyde bir hukuki statüsü var ama iş, fiziksel açıdan kendimizi nasıl hissettiğimize gelince, esasen, özgürleşmemiş büyükannelerimizden daha kötü bir hâlde olmamız pekâlâ mümkün.”
Beauty Myth’ten bu yana Wolf’u hep gözucuyla izledim. Yarı hileli bir şekilde elinden alınacak başkanlık seçimlerine hazırlandığı dönemde, Al Gore’un imaj danışmanlığını üstlenmesi ve ona yaptığı en önemli tavsiyelerden birinin “Toprak tonlarında ceketler giymelisin” olması, Wolf’un kendi kitabının içinde ters yola girmiş bir yazar olduğunu düşündürmüştü bana. Daha sonra yazdığı“feministimsi” kitapları okumadım. Ama Bush döneminin sıkı muhalifleri arasına girdiği, Amerika’nın giderek faşizan bir yönetime doğru evrildiğini saptadığı ve nihayet The End of Americaile Amerikan demokrasisinin sonunu ilan ettiği günlerde, Wolf’un sesini işitmemek ve ona –çoğunlukla— hak vermemek imkânsızdı. Sonra…Vagina çıktı meydane! Dört başı mamur bir yazıyı haketmiyor belki ama kısa bir özet vereceğim:
Wolf, kırk altı yaşında ve cinsel açıdan gayet tatminkâr bir ilişkinin ortasındayken birden paniğe kapılır. Klitoral orgazmları her zamanki gibi muhteşemdir, ancak “yarı vajinal-yarı klitoral” ya da“karışık” tâbir ettiği orgazmlar sönükleşmeye başlamıştır; seviştikten sonra eskiden olduğu kadar mutlu hissetmez kendini, renkler daha parlak görünmez gözüne, yatağından seyrettiği ağaçların tepeleri, rüzgârda salınan mahir dansçılara değil de, bildiğiniz ağaç tepelerine benzer. İyi yetişmiş ve hali vakti yerinde her Amerikalı gibi, hekimden hâkimden çekinmeyen bir kadındır Wolf; çareyi muayene odasına girmekte bulur. Meğer bel bölgesindeki omurlar birbirinin üzerine binmiş, bir nevî fıtık oluşmuştur, bel kasları yıllarca spor yapması sayesinde çok güçlü olduğundan ağrı ve hareket zorluğu çekmemekte ama bu deformasyon, kalça bölgesine giden sinirler üzerinde baskı oluşturmakta, bu da, vajinal bölgede bir hissizleşme hali olarak göstermektedir kendini. Uzmanların tavsiyesini dinler, ameliyat masasına yatar, beline kocaman platin çiviler taktırır, büyük ölçüde iyileşir ve zamanla tam kapasiteli orgazmik hazlarına yeniden kavuşur. Bu esnada da kitabının belkemiğini –kötü bir kelime seçimi, biliyorum— oluşturacak büyük hakikati keşfeder.
“New York’un bir numaralı kalça nörologu” Dr. Jeffrey Cole ona şöyle demiştir zira: “Her kadının devreleri farklı bağlanmıştır. Bazı kadınların sinirleri vajinada daha fazla dallanıp budaklanır, bazı kadınlarınki de klitoriste. Bazılarınınki anüsle vajina arasındaki bölgede ya da rahim ağzında çok dallanır. Bu durum, kadınların cinsel tepkileri arasındaki farkı kısmen açıklar.” Bu sözleri, eline erkek eli, gözüne biyoloji kitabı değmemiş saf ve temiz köylü kızı şaşkınlığı içinde karşılar Wolf. Abartmıyorum; aynen kelimesi kelimesine “Neredeyse sandalyemden düşecektim” diye anlatıyor: “Vajinal orgazmla klitoral orgazm arasındaki farkı açıklayan şey buydu demek! Sinirlerin bağlanma biçimi? Kültür değil, yetişme biçimi değil, pederşahî düzen değil, feminizm değil, Freud değil?” Bununla yetinmeyip, onun şaşkınlığına epeyce şaşırdığını tahmin ettiğim ama bunu kitaptan öğrenemediğim Dr. Cole’a şöyle haykırdığını da yazıyor: “Siz bana Freudyenlerin ve feministlerin ve seksologların on yıllardır tartıştığı bir sorunun cevabını verdiğinizin farkında mısınız?”
Devamı, esasen de kitabın tamamı, Wolf’un bu “evreka” ânı üzerine çeşitlemelerinden ibaret diyebilirim. Keşfinin en bariz sonucu olan, “bazı kadınların şu şekilde, bazılarının da bu şekilde daha fazla haz almasının demek ki fiziksel bir açıklaması var” çıkarımını haliyle benden daha grafik bir lisan kullanarak defalarca yapması, ve kendisi bunu yazıncaya dek kadınlar tarafından“keşfedilmediğini” varsayabildiği “vajina-beyin bağlantısı”nın bizim cinsin psikolojisindeki merkezî yerini yine defalarca vurgulaması, Wolf’un Vagina’sının en kalıcı iki mesajı bence.
Onun ötesi ise benmerkezciliğin, yapaylığın, kitsch’in, groteskin zirvesine bir tırmanıp bir inerek, “kalp gözü, vücut dili, tantrik karma vesaire…” diye diye ilerleyip, Kate Chopin, George Eliot, Christina Rosetti, Gertrude Stein gibi isimler üzerinden edebiyata da maalesef bulaşan, zekâ dozu oldukça düşük ve akademik âlemde bu konuda yapılmış çok daha derinlikli nice çalışmadan bîhabermiş gibi yapan terennümler…
Neyse ki haftamın tek kitabı olarak kalmadı Vagina; imdadıma Michael Chabon yetişti.
Amerika; Washington dolayları: Kızım küçüktü. Anaokuluna yeni gelen bir çocuktan bahsediyordu. Çok hızlı koşuyormuş. Güney Afrikalı’ymış. “Siyah mı” diye sormuştum gayrıihtiyari; bir çocukla düşünmeden konuşulmayacağını belli ki bilmeden. Kızım öylece durmuştu bir süre, boş boş bakmıştı. Çocuğun rengine aldırmadığını, onun rengini aslında görmediğini anlamış, utanmıştım. Sonra ciddi bir şey söyleyeceği zamanlarda hep yaptığı gibi pürüzsüz alnını kırıştırarak, “Hayır, anne” demişti,“siyah değil. Daha çok, koyu kahverengiye benziyor.”
Türkiye; Ankara dolayları: Başka bir hayatta, hafsalamda kızımın hayali bile yokken daha, sonradan evleneceğim bir adamla ev tutuyorduk. Bizi süzüp, “Memleket neresi” diye sormuştu potansiyel evsahibimiz. “Balkanlar… Makedon, Boşnak...” gibilerinden bir şeyler gevelemiştik galiba. “İyi”demişti, “akça pakça insanları severim. Sizden önce Kürtler baktı, vermedim.” Ev çok güzeldi ama henüz o kadar günahkâr değildik biz; “Daha farklı bir yer arıyoruz” deyip ayrıldık adamdan.
Dedim ya siyah-beyaz başlıyor roman; siyahbeyaz ve rengârenk: “Beyaz bir oğlan, bir kaykayın üzerinde düztaban, ancak pedalı geriye çevrildiğinde duran frensiz bir bisikletin pedallarını çeviren siyah bir oğlanın omzuna ellerini atmış, onun tarafından çekilerek gidiyordu. Düzlüğün derinlerinde karanlık ağustos sabahı. Lastiklerin tıslaması. Kaykayın tekerleklerinin asfaltın üzerinde pütür pütür açılması. Yaz zamanı Berkeley’den yükselen ihtiyar hanımefendi kokusu; yaseminin dokuz farklı çeşidi ve erkek kedinin fışkırtması.”
1963Washington, D. C. doğumlu romancı Michael Chabon’un kitaplarını biliyorsanız, en azından 2001’de Pulitzer Ödülü kazanan ve Türkçesi Everest’ten Mehmet Harmancı’nın tercümesiyle çıkan,The Amazing Adventures of Kavalier & Clay (Kavalier ve Clay’in Akıl Almaz Maceraları) romanını okuduysanız böyle bir giriş şaşırtmayacaktır sizi. Chabon, yeni ve bence bugüne kadarki en iyi romanı Telegraph Avenue’da (Telgraf Caddesi), yine atmosfer yaratan güçlü imgelerle, bol ve bazen de aşırı miktarda metafor kullanarak, tarihle bağını ve sosyolojik perspektifini hiç yitirmeden, tabii, en önemlisi de “sahici” karakterler yaratıp, onların bireysel hikâyelerini sahici bir dille anlatarak capcanlı bir Amerika portresi çiziyor.
“Telegraph Avenue” gerçek bir caddenin adı. İki şehir arasında uzanıyor. Bunlardan biri, Kuzey Kaliforniya’da, körfezin karşı yakasından baktığı San Francisco’ya köprüyle bağlanan; Kara Panterler’in doğum yeri ve geleneksel olarak “siyahların, işçi sınıfının, göçmenlerin, şiddetin şehri”sayılan, klişeleşmiş ölçüde “harbî” Oakland. Diğeri, hemen kuzeyindeki, demokrat ve çevreci beyaz burjuvaların şehri; her şeyden ziyade, Amerikan solunun birkaç kâbesinden biri olarak namlanmış üniversitesiyle tanınan, yine klişeleşmiş şekilde “hippie” unvanlı Berkeley. “Telegraph Avenue”da işte, Oakland’ın merkezinde başlayıp Kaliforniya Üniversitesi—Berkeley’nin (UC Berkeley) kampus sınırlarında bitiyor.
Chabon’un bu caddenin adıyla vaftiz ettiği roman, 2004 yazının Oakland’ında geçiyor. Ama siyahlarla beyazların, işçilerle burjuvaların, babalarla oğulların, eskiyle yeninin ayrılığı ve birliği üzerine düşünen yazar, esas itibariyle bir “kavşak” rolü yüklemiş mekâna. Gerek caddeyi, gerekse caddedeki“Brokeland Records” adlı plakçı dükkanını kullanma biçimiyle Chabon, ondan daha “cılız”yazarların himayesindeyken bunu unutmaya meyyal duran okura, edebiyatta yerin, sadece olay örgüsü ve atmosfer değil, temel mesele ve duygu açısından da başat bir işlev taşıyabileceğini hatırlatıyor.
Kavşaklar, durduğumuz ve aktığımız, başkalarıyla karşılaştığımız ve onları teğet geçtiğimiz, birbirimizle buluştuğumuz ve ayrıldığımız yerlerdir. Kavşaklarda, tereddüt ederiz; kavşaklarda karar veririz. Chabon’da mekân bütün bu rolleri oynuyor. Zaman ise, takvimlerin kendine işlemeyeceğini, Faulkner’ın “Geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir” derken haklı olduğunu bilerek akıyor Chabon için. Telegraph Avenue’nun geriye doğru en az yarım asırlık bir nefesi var. Brokeland Records’ın “başka bir zamana ait” olan ama tuhaf biçimde “bu hayata ait” görünen ikinci el caz plaklarının alınıp satıldığı bir yer olmasıyla güçlenen bir nefes bu. John Coltrane, Charles Kynard, Miles Davis ne kadar eski olabilirler ki… Ve nostalji, geçmişten ziyade aslında hiç geçmemiş, çünkü zaten hiç olmamış bir mutluluğun hayalini kurmak değilse nedir?
Plakçı dükkânını, en iyi arkadaşı Nat Jaffe ile birlikte işleten “ay suratlı, dağ gibi, hafiften kafası iyi” Archy Stallings eski bir müzisyen; hem babası tarafından terkedilmiş bir oğlan hem de oğlunu terketmiş bir baba. Nat ve Archy’nin, “yok olmuş bir dünyanın kayıp ihtişamını ararken buluşan yalnız adamların ligine ait” olduklarını yazıyor Chabon. Archy’nin siyah, Nat’in beyaz olduğunu okudukça kavrıyorsunuz. İki arkadaşın karıları Aviva ve Gwen de, evlerde ebelik hizmeti veren bir ekip olarak birlikte çalışıyorlar: Eskiyi yaşatmaya uğraşan adamların, yeniyi doğurtan kadınları…
Roman, hem plakçı dükkânının hem ebelik işinin sürüp sürmeyeceğine ilişkin belirsizlik içinde, hayatlarını idame ettirmeye çalışan bu iki çiftin, onların geldikleri ve kurdukları ailelerin çevresinde dönüyor ama Chabon, Oakland ve etrafının, başlangıçta sadece Miwok yerlilerinin yurduyken, önce atlı–tüfekli “beyaz adam”ın varması, sonra Pullman’ın yataklı vagonlarında hamallık yapan siyah adamların bir gün trenlerden inmeye başlamasıyla “renklenen” beşerî tarihini de, motiflerle bezeli bir perde gibi sahne arkasında asılı tutuyor.
Yer yer Pulp Ficton’ı hatırlatan diyaloglar yazan Chabon, karakterlerine, yönetmenin filmlerini izlettirip tartıştırarak Quentin Tarantino’nun önünde doğrudan reverans yapmayı da ihmal etmemiş. Gerek caza, sinemaya, Marvel’ın çizgiromanlarına yaptığı atıflar, gerekse tek bir sahnede, artık ulusal düzeyde yarışmaya karar verince, siyah seçmenlerden kampanya parası toplamak için kente gelen genç senatör Barack Obama’yı bir “karakter” olarak kullanıp, bana çok inandırıcı gelen cümlelerle konuşturmak sûretiyle Telegraph Avenue’nun hakikatle bağlantısını pekiştiriyor Chabon.
Ama romanın kendi “hakikati” başka yerde, Nat’le Archy’nin, Aviva ile Gwen’in ve daha açılış sahnesinde karşılaştığımız ama Nat ile Archy’nin oğulları olduğunu henüz bilmediğimiz Titus ile Julius’un ilişkilerinde gizli. Sizin de “ırk” kelimesiyle kirletilmiş, “öteki” kavramıyla iğdiş edilmiş bir siyah-beyaz algınız varsa eğer, Telegraph Avenue’yu okurken bunun yavaş yavaş değiştiğini hissedeceğinizi sanıyorum. Renk körü olmak gerekmiyor bunun için, arkadaşının renginin adını ancak uzun uzun düşündükten sonra koyabilen bir çocuk gibi ezberden âzâde “görebilmek” yetiyor dünyayı. Chabon’un birbirinin rengine bakakalmadığı için, birbirinin renklerini gören sahici karakterleri, ırk-sonrası bir ilişkinin nihayet mümkün olduğunu hatırlatıyor bize. Rengârenk okunuyor roman. Müteşekkirim.
© Tüm hakları saklıdır.