20 Ağustos 2017 16:00
Prof. Dr. Oya Başak, "insanlığın bir gerileme döneminde" olduğunu vurgulayarak "Eğitim de öyle. Aydınımız eksildi. Bilge kişiler yok oldu. Ciddi akademisyenler artık yok. Var olanların da cesareti kalmadı, konuşamıyorlar" dedi. "Bu kadar kontrolsüz, bu kadar ciddiyetten uzak, bilimsel akademik anlayıştan uzak üniversite nasıl açılır? Rektörleri kim seçiyor?" diye soran Başak, sözlerinin devamında "Her tarafta pıtrak gibi üniversite açılıyor. Herkes doçent. Halbuki doçent olabilmek zordu. Nereden çıkıyor bu yeni doçentler, kim onları profesör yapıyor?" ifadesini kullandı.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde "Allah aşkına şu yardımcı doçentlik olayı nedir ya, bunu gözden geçirin. Dünyanın kaç yerinde var bunu da söyleyin. Pek görmüyorum. Bunu birileri birilerini oyalamak için yapmışlar. Bizim hocalara ihtiyacımız var" ifadesini kullanmıştı.
TIKLAYIN - Cumhurbaşkanı: Allah aşkına şu yardımcı doçentlik olayı nedir ya?
Boğaziçi Üniversitesi'nde yaklaşık 21 yıl İngiliz Dili ve Edebiyatı’nın bölüm başkanlığı yapan Prof. Dr. Başak, son günlerde Atatürk büstlerine yapılan saldırılarla ilgili olarak da, "Dehşete düşüyorum. Atatürk’e yapılan saygısızlıklara üzülüyorum. Atatürk’ün yaptığı, Türkiye’ye kültür getirmekti, akıl getirmekti, hayata karşı beceri getirmekti. Kim aksini iddia edebilir ki? Ben her öğrenciye umut vermeye çalışıyorum. Nereden geldi bu his? Atatürk’ten" dedi.
Prof. Dr. Oya Başak'ın, Hürriyet yazarı Ayşe Arman'ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Siz, efsane bir hocasınız! 40 yıl Shakespeare anlatmış bir profesörsünüz. Boğaziçi Üniversite’sinin demirbaşlarından birisiniz. Bir edebiyat âşığı, 20 küsur sene İngiliz Dili ve Edebiyatı’nın bölüm başkanlığını yapmış birisiniz...
- Çok teşekkür ederim.
Niye teşekkür ediyorsunuz, hepsi gerçek. Az bile söyledim! Sizi anlatan ‘Kahkahanın Derinliği’ni elime aldım, bıraktığımda bitirmiştim. Özellikle, ‘Dalgın Profesör’ bölümünde kahkahalar attım. Matrak, renkli ve derin bir kitap. Nereden çıktı?
- Valla, çocuklarım zorladı! Benim bitmez tükenmez hikâyelerim vardır. Eve gelip komikliklerimi anlatırım. Gaflarıma, dalgınlıklarıma ailecek güleriz. E bir de eğitime takığım. Hep kızlarıma, “Yazacağım, merak etmeyin!” dedim ama kaytardım. Onlar da sonunda İzzeddin Çalışlar diye çok parlak birini getirip başıma diktiler. Hoş sohbetler ettik, sonunda bu kitap çıktı ortaya. Bence, “İzo, bunun hakkından gelir!” dediler. Geldi de. Ahbap olduk. Çok da güldük bu kitabı hazırlarken.
Bu bir biyografi değil.
- Değil. Akademik özelliklerimi anlatan eğlenceli bir portre. Hocalığa bakışımı, öğrencilerimle ilişkimi ve tabii Shakespeare aşkımı anlatıyor. Altını çizdiğim şey de eğitim, eğitim, eğitim! İnsanın hayatını değiştiren şey çünkü eğitim. Kişiliğini bulmasına yol açan, meslek kazandıran, zenginlikler sunan...
Kitap, “Bir gün tam ölüyorum, bir arkadaşım geldi ve şöyle dedi” diye başlıyor. Hasta yatağınızda, arkadaşınız size ne diyor?
- “Saçmalama!” diyor. Ben de ona, “Ne diyorsun ya, ölüyorum burada. Çok kötü bir hastalıkla boğuşuyorum!” diyorum. O da, “Her şey rastlantı Oya’cım!” diyor. Yani o hastalık, rastlantıymış. Benim yapmam gereken de hastalığa, “Yanlış numara!” deyip telefonu kapatmakmış. Neden benim başıma geldiğini de sorgulamayacakmışım. Çünkü rastlantılar sorgulanmazmış! Kaza gibi düşünmem gerekiyormuş. Kafamıza balkondan saksı düşerse ne yaparmışız? Tentürdiyot sürüp kafamızı sarıp hayatımıza devam edermişiz. Saksı düştü diye, her şeyin bitmesi kabul edilemezmiş! O kadar tatlıydı ki söyledikleri, bir kahkaha patlattım. Ve inanır mısın, ölmekten vazgeçtim!
Güzelmiş...
- Sonra da bu hayat mottom oldu. O günden beri başıma gelen her kötü şeye, “Şansa bak! Yine saksı düştü” diyorum ve devam ediyorum. Herkese de tavsiye ederim...
Pozitif olmaya, iyi şeyleri çağırmaya inanır mısınız?
- Kesinlikle! Olumlu düşünme, fizyolojiyi de olumlu etkiliyor. Bunu sağlık problemlerim sırasında iyice fark ettim. Çünkü evde oturup, ağrılarım ve depresyonumla savaşacağıma pozitif olmaya çalıştım, iyileşeceğime inandım. Ve çok şükür ki iyileştim.
Kitapta da bir rastlantılar zincirinden söz ediyorsunuz.
- Evet. Benim Amerika’ya gidişim de bir rastlantı. Yanımda oturan sıra arkadaşım, Amerika’ya gitmek için bütün belgeleri hazırlamıştı ama son anda vazgeçtiği için bana verdi. Ben o belgelerle müracaat ettim ve gittim. Tiyatro okumak istiyordum. Hatta, bir yaz tiyatrosunda dekor işinde çalışmaya başladım. O sırada İllinois Ünivesitesi’nden Karl Wallace bana asistanlık teklif etti. “Hayır” dedim, çünkü benim planlarım farklıydı. Ama o sırada, yine tamamen bir rastlantı eseri yanında bulunan bir kız, “Olur mu öyle şey! Bu müthiş bir teklif. Ara kabul ettiğini söyle!” dedi. Hatta benim yerime telefon açıp “Ben Oya Kaynar, teklifinizi kabul ediyorum!” dedi. Yani eğer o kız olmasaydı, ben Amerika’da master yapamayacaktım, o harika hocalarla tanışamayacaktım, ‘humanities’ (beşeri bilimler) diye bir dersin varlığından haberim olmayacaktı ve sonra Türkiye’ye dönüp Profesör Oya Başak olamayacaktım, binlerce öğrenci yetiştiremeyecektim. İyi ki o kız varmış yanımda. O rastlantı sayesinde anladım ki, benim bu hayattaki misyonum eğitim!
Yani hayatı, rastlantılar zinciri olarak kabul ediyorsunuz...
- Yok hayır. “Hayat dediğin rastlantılardan ibarettir” demem. Çünkü bu, “Hayatın her anı, önceden alnımıza yazılmıştır” demekten farklı değil. Genellemeleri sevmem. Hayat da bu kadar basite indirgenmemeli. Rastlantıcılık ya da kadercilik, cevap bulamamayı geçiştirmeye yarar ancak. Ama şu da var, rastlantılar kimi zaman insanın hayatını gerçekten belirler. Benim belirledi!
Yıllarca verdiğiniz ‘Humanities’ dersi efsane! Öğrencileriniz anlata anlata bitiremiyor. Ama ne yazık ki sizin gibi hocalar yok, öyle dersler de yok. Ne hissediyorsunuz?
- Çok çok üzülüyorum. Çünkü o ders, tarihi, felsefeyi, bilim tarihini, asıl önemlisi bütün bu tarihsel olayların birbiriyle bağlantısını öğreten bir dersti. Bizlere dünyadaki yerimizi anlatıyordu. Bu dersi okuyan öğrencilerin hayatlarında kocaman bir pencere açılıyordu.
Ayrıca Klasik Yunan’dan başlayıp Roma Tiyatrosu’nu ve Rönesans’ı da anlatıyordunuz. Tüm o dönemleri bilip bu dönemde yaşamak nasıl bir şey?
- İnsanlık bir gerileme döneminde. Eğitim de öyle. Her tarafta pıtrak gibi üniversite açılıyor. Herkes doçent. Halbuki doçent olabilmek zordu. Nereden çıkıyor bu yeni doçentler, kim onları profesör yapıyor? Edebiyat filan hadi bir derece, benim korkum yakında köprüler çökecek, ameliyatlar yapılamayacak. Bu kadar kontrolsüz, bu kadar ciddiyetten uzak, bilimsel akademik anlayıştan uzak üniversite nasıl açılır? Rektörleri kim seçiyor? Eskiden hiç olmazsa o üniversitenin insanları o kişinin kapasitesini biliyordu. Üniversitelerin liseye dönüştüğünü düşünüyorum. O yüzden dersler de değişti.
Derslerinizde dinler tarihi, bilim tarihi, Galileo, evrim yapısı konuşulurmuş. Hatta “Havva ile Adem hangi dili konuşurlardı?” “İncir yaprağı mı elma yaprağı mı, hangisi önce hayat buldu” gibi konular tartışılırmış... O derinliklerden bu yüzeyselliğe nasıl gelindi?
- Eğitimsizlikten gelindi. Felsefe dersleri kaldırıldı, mantık dersleri kaldırıldı. Herkes, her şeyi biliyor geçiniyor. Bir kitap okuyan, uyduruk bir şeyler yazan kendini edebiyatçı sanıyor. Önüne gelen bilmediği konuda ahkâm kesiyor. Acaba diyorum, bu internet filan da mı bize sandığımız kadar iyi gelmedi belli açılardan? Kısa, hap bilgiler alıyoruz. Voltaire okuturdum ben. Aydınlık çağının başlangıcı. Bunları kaldırırsan eğitimden, insanlar bugünkü gib lay lay lom olur. Hadi ondan da vazgeçtim saygı ve sevgi kalmadı, müthiş bir yozlaşma...
"Bir de diyorsunuz ki, eskinin başına ‘neo’ koyup yırtıyorlar, oysa yeni bir şey yok..."
- Evet yok. Her şey sulandırılmış, anlamsızlaştırılmış. Vatan hainliği bile anlamsızlaştırıldı. Anlamlar anlamını kaybedince, hiçbir şeyin de değeri kalmıyor. O yüzden böyle dönemlerde umut veren bir şey arıyorsun. Topluma bence böyle örnekler sunmalı, yoksa insanlar kafayı yiyecek!
İyi bir edebi eser okuyunca, güzel bir sanat eseri görünce çok etkilenirmişsiniz. Öğrencileriniz “Aaaa şimdi Oya Hoca ağlamaya başlar!” derlermiş. Nedir bu?
- İyi edebiyata, iyi sanata açık olmak! Utanalım mı yani ağlamaktan? Asla! Dylan Thomas’ın şiirlerini 20 kere okutmuşumdur, her seferinde ağlar mı insan? Ağladım... Bu, muhteşem bir adamın duygusunu, enginliği tüm hücrelerinde hissetmek. İnsanın tüyleri ürperiyor, gözleri doluyor. N’apacaksın? Ağlayacaksın.
Derslerinizde anlattığınız Lukretius ve ondan 15 buçuk yüzyıl sonra yaşamış Shakespeare, aynı temaya takılmış: Hayat ve ölüm. Yaşamak ve yok olmak. Yani ‘To be or not to be.’ Ölüm, sizin ne kadar aklınıza geliyor?
- Bu aralar çok. Çünkü üç tane korkunç ameliyat geçirdim. Hâlâ da kendime gelmedim. Ölüm beni korkutuyor. Çünkü daha okuyacak çok kitabım, öğrenecek şeyim var. Hayat öyle bir şey ki, ne yaparsan yap yetmiyor. Doyamadım yaşamaya daha. O yüzden hiçbir yere gitmek istemiyorum...
Aydınımız eksildi. Bilge kişiler yok oldu. Ciddi akademisyenler artık yok. Var olanların da cesareti kalmadı, konuşamıyorlar. Karamsarım ama umutsuz değilim. İlham veren gençler, kadınlar var, onlara güveniyorum. Ümit vermek lazım herkese, bütün gençlere, bütün ülkeye. “Sen yapabilirsin! Yapacaksın!” demek lazım, biraz da kamçılamak lazım.
Çılgın mısınız daha çok, dalgın mı?
- ‘Çılgın’ göreceli bir laf. Duygularını gizlemeyince ya da birilerinin duygularını aktarınca çılgın oluyorsun bu ülkede. Halbuki duyguları aktarmak utanç verici bir şey değil ki. Ben çılgından çok özdeşleşmesini öğreten insan olmak istiyorum. Öğrencilerimin, okuttuğun ebediyatçıların duygularıyla özdeşleşebilmesini isterim. Her yıl Aristo okuturdum. Oradaki katarsis olayı tamamen budur. Özdeşleşince sen de o karakter kadar yüceleşiyorsun. Ruhun yüceliyor.
Kitapta dalgınlıklarınızla ilgili inanılmaz örnekler var. Hepsini de açıkça anlatmışısınız. Nasıl bu kadar komplekssiz olabiliyorsunuz?
- Herkes gibi ben de kompleksliyim. Ama kendimle dalga geçmesini biliyorum. Pot kırdığım o insanlarla beraber gülebiliyorum. Zaten genel olarak beraber gülebilmek, kahkahanı paylaşabilmek çok önemli.
Sürekli seyahat ediyorsunuz. Gitmediğiniz yer kalmadı. Bir Kosta Rika’dasınız, bir Küba’da... Halil İnalcık’tan Murat Bardakçı’ya, Yiğit Okur’dan Talat Halman’a herkesin arkadaşı, dostunuz. Nereden geliyor bu enerji?
- Doğuştan herhalde. Ben de şimdi fark ediyorum ki epey bir enerjim varmış. Muhsin Ertuğrul için anlatırlar ya, “Provadan sonra bilmem nereye gidelim!” dermiş. Millet o kadar yorgunluktan sonra dalga geçiyor sanırmış ama o ciddiymiş. Ben de bazen çocuklara, “Şunu yapalım!” diyorum. “Anne sen kendini mi şaşırdın!” diyorlar. Açıkçası biraz da açgözlülük, hayata doyamama da var.
Taksiyi durdurup güneşin batışını izlemeler... Muazzam gaflar, dalgınlıklar... Hep mi içinizden geldiği gibi yaşadınız?
- Genelde öyle. Ama kuralları büsbütün yıkmak taraftarı da değilim. Kuralların olması gerektiğine inanıyorum. Disipline inanıyorum. Taksiyi durdurunca atlayıp gitmiyorum, beş dakika şoför beyle beraber güneşin batışını seyrediyoruz. Yoksa gittiğim yere yetişmenin de önemini biliyorum.
Seneler evvel rektörün bir yemek davetine katıldığımda, yanımda oturan adamla sohbete başladım. İstanbul Üniversitesi hakkında çok ayrıntılı bilgi sahibi olduğunu görünce merak edip sordum:
“Nasıl oluyor da üniversite hakkında bu kadar şey biliyorsunuz?”
Adam cevap verdi:
“Müsaadenizle bileyim, ben rektörüyüm. Yerin dibi! Hayatım boyunca o kadar çok yerin dibine geçtim ki, bir jeolog kadar iyi bilirim oraları."
Yıllar önce benim ortanca kızla AKM’ye gittik. Aida operasını izlemeye. Demesinler mi kapıda “Hanımefendi, çocuk yasak!” diye. Mümkün değil benim için operaya girememek, kahredici bir şey. Tak diye aklıma geldi. “O çocuk değil, cüce!” dedim. Görevli o kadar güldü ki, “Peki girin!” dedi.
Bir de porno oyuncusu Oya Başak varmış, öyle mi?
- Sorma! Google’a ismimi yazınca, karşıma ne çıktı dersin? Porno! Meğer Oya Başak isminde bir porno yıldızı varmış bir zamanlar. İnternette benden daha meşhur. Pek çok filmi var. Yıllar yılı manâ veremediğim mektuplar geliyordu, sırrı buymuş meğer!
Shakespeare’e hayranlığınız çok büyük. Neden?
- Çünkü insanı tanıyor. İnsanlığı tanıyor. İnsanlığın büyüklüğünü, kahramanlığını biliyor ama aynı zamanda küçüklüğünü, zavallılığını da. Ve bunları anlatırken öyle bir dili var ki, muhteşem! Shakespeare kadar yaşamın ikilemlerini, kargaşasını, insanın açmazlarını sergileyen bir başka yazar düşünemiyorum. Türkçe’de bir karşılık arayacak olsam belki Nazım Hikmet, belki Yaşar Kemal. Onlar da dilin muhteşemliğini kavramış insanlar. Shakespeare bütün duyguları öyle bir harmanlıyor ki, “Yaşasın, iyi ki insanım!” diyorsun.
Sizin için en özel üç erkek kim?
- Atatürk, Shakespeare ve Mozart.
Cumhuriyet kuşağına mensup biri olarak içinde bulunduğumuz şu günlerde neler hissediyorsunuz?
- Dehşete düşüyorum. Atatürk’e yapılan saygısızlıklara üzülüyorum. Atatürk’ün yaptığı, Türkiye’ye kültür getirmekti, akıl getirmekti, hayata karşı beceri getirmekti. Kim aksini iddia edebilir ki? Ben her öğrenciye umut vermeye çalışıyorum. Nereden geldi bu his? Atatürk’ten. O da, “Türk yapar, Türk çalışkandır!” dedi. Biz de o gayretle yaptık. Tüm bu söylemleri şimdi küçümsüyorlar. Biz o yokluktan nerelere vardık.
Galata Kulesi’nde efsane balet Nureyev’le göbek atmışsınız, nasıl bir şeydi?
- O da bir tesadüftü. Türkiye’nin tanıtım gecesi vardı. Evet, biraz bel kıvırdık Nureyev’le.
İdil Biret’e iki defa ‘Cumhuriyet kadını’ dediğiniz için uyarı almışsınız...
- Evet... İdil, Türkiye’nin yetiştirdiği en nadide insanlardan biri. Sadece müzisyen olarak değil, müthiş bir entelektüeldir. Okumadığı kitap yoktur. İtalyan, Fransız, İngiliz edebiyatını benden bile çok daha iyi bilir. Bunun tek bir açıklaması var: Bir Cumhuriyet kadını o. Bizler Hasan Ali Yücel’in torunlarıyız. Ben öyle görüyorum. Cumhuriyet kadınıyım deyince de göğsüm kabarıyor.
© Tüm hakları saklıdır.